21 Temmuz 2014 Pazartesi

Bir Gün Tek Başına * Vedat Türkali


                               Ölümün zaferi - Pieter Bruegel. Bruegel! Nasıl alaylı bakar böyle acılı dünyaya? Şu iskeletlere bak!... -Merhaba canım...


     - Bu sıcak, beriki soğuk... Öteki sert, beriki yumuşak... Ömrünce sınırda kalacaksın.


     - Ben böyleyim... Bitti... Artık savunma bile boşuna. Değil mi ki değişmez... O vakit bırakırsın yaşamayı kendi yoluna, yürür gider. Sonra yine kımıldamaya başlar birikenler.


     
- Bunlar para mı ulan?... Ben bunun beş katını at yarışlarına verdim geçende. Tut ki sana oynadım bu kez de, hangi yarışı kazanırsın sen, kanı bozuk beygir...


     - Nedir bu yaşamak dediğimiz be! Avara kasnak, dön dur, yirmi dört saatler bitti mi sen bitersin. Herkesin derdi aman bitmesin! Bir bok oluyor sanki de, aman bitmesin!... Bugün de bitti işte...


     - Kendisiyleydi bütün uğraşı. Çevreyi mi görüyordu, içindekileri mi? Öyle tatlıydı ki karıştırmak, boşuna yorgunluktu ayırma çabası, mutsuzluktu.


     - Nerden nasıl geleceğini bilmeden gelecek dehşetli güzel günlere inanıyordu.


     - Kibritle oynayan çocuk bu kız; yangın çıkarır! Kibriti nerden geçirmiş eline?...


     - Bütün güzel şeyler yasak, dedi. Bu pis dünya...


     - Umursamıyor demek. Niye umursasın, budala?... Nesisin sen?...


     - Türkiye'de çok kedi var, ne kimse öldürüyor, ne kimse yemek veriyor!


     - Kimi insanlar için birikim diye bir şey yok sanki... Her biriken şey bu kişileri biraz daha çürütüyor. Umduğumuzdan uzak yönlere düşmesini sağlıyor.


     - Hayır, demişti. Evlenmeden yok böyle şeyler. Nikahta imzayı koruz, alırsın hakkın olanı! Burası Türkiye!...


     - Kolay değildi bir kızın evli, çocuklu bir adamla ilişki kurması. Ne suçu var bu adamın?... Herkes yanılabilir...


     - Bütün güzel şeyler burjuvaların mı?
     - Daha bir süre öyle!
     - Peki, sen kiminsin?
     
Günsel durdu bir an, başka şeyler söyleyecekti, yapamadı...
     - Senin, yalnız senin...


     
- Düşündükçe utanır gibi oluyordu. Yarım kalmış ilişkilerin, sürekli duyumsuzluğun yarattığı sinirlilik de doğaldı. Tam bir çıkmazdayım aslında. Söylemekten değil, düşünmekten bile kaçıyorum. Ama gerçek bu. Peki neye varacak bu iş? Ne bileyim ben. Uff... Yine takılmaya başladım bozuk plak gibi...


     - Çocuk gibi adam. Ah, canım benim...

     - Çıkmasınlar karşımıza artık, hangi savaş kazanılmaz ki bu güçle! Hiç bitmeyecek mutluluğumuza!

     - En değerli yerini istiyorlar eşek herif, dedi... Kafanı istiyorlar. Nereden bileceksin bunu sen?... Kafan yok ki...

     - Bu denklem bu bilinenlerle çözülmez, dedi. Bekleyeceğiz...


     - En büyük dert bizim başımızda değil ya!... Yapılacak o kadar çok iş var ki... Direncimize bağlı bu da... Dayatan kazanacak... Kötü mü, bir sınavdan geçiyoruz işte! Başarıyla atlattık mı daha güvenli oluruz. Neyleydim! Ortaya çıkmaktan kaçacağız bir süre... Yeraltı çalışacağız.     Acılıkla gülümsedi:
     - Türkiye bu! Bütün güzel şeyler yeraltında!


     
- İnsan içinde bulunduğu ortama göre insandır. Koşullar bu!... Ne yapalım... Seviyorum seni...


     - Bütün duygularına kafa tutuyor bu kız. Belki de duygusu yok.


     - Karşılıklı doyamamak, kanamamak bir türlü. Hem de tam bir doygunluğa erişmek olanağı da varken!


     
- Artık tanımaya başlamıştı bu adamı. Yine saplantılara kaptırıyor kendini. Kocaman bir çocuk bu.


     - Kenan toparlamaya çalıştı; öylesine dağınıktı ki kafasının içi, dışı; her yanını kaplayan acıydı tek var olan. Bütün düşüncelerin üstüne çıkabiliyordu demek acı. Çok güçlü bir çaba gerektiriyor acıyı aşmak için.


     
- Girmesinler, girmesinler; üşüyüveririm sonra. Kımıldamasın durgun su. Balıklar da dolaşmasın. Yok balık filan. Kırmızı balık, yosun, bitkiler filan yok. Köpekbalıkları da yok; ne istiridye, ne canavar balıklar... Su durgun... Durgun, karanlık. Kımıldamasın. Ne güzel; boğulup gitmişim. Sessizce... Ayaklarım da yüzüp duruyor derinlerde. Bu başım ne güzel kurtulmuş, suların altında, boğuk, batık.


     - Kötü, iyi karışık. Sensiz ayıramıyorum.


     - Yoksa oynuyor mu yine bu kadın? Amma kuşkulusun. Ne kuşkusu? Her an oynuyor o. İyi kadını, seven kadını oynuyor budala. Sevgiyi de, iyiliği de göremeyecek kadar göz gözleriyle. Çok kötü bir oyuncu hem de. Budala. Allah kahretsin.


     - O ki girdin bir savaşa, kan dökeceksin. Kural bu. Bugün bitmeli belki de her şey.


     - Sorsam mı? Ne soracağım? Her soru bir ilişki!


     - Kimseyi sevemeyecek kadar bencil olduğunu biliyorum, dedi. Hangi zavallıysa onun bunu anlayacağı güne kadar beklemesini de bilirim...


     - Yenemediğim sürece yenik olacağım hep. Nasıl yenerim? Yenildiğini bilmeyen kişiyi yenemezsin.


     
- Acı çektiğinin bile bilincinde değil kimileri! Acı çektiğini belli etmeden yaşamasını bilmek gerek?


     
- Dergisi, radyosu, sineması... Şeytana dayanmak zor bu çağda! Tanrı gençlerin yardımcısı olsun! Poligam yaratıklarız aslında. Monogamlık zorlama. İnanç işi... Kimileri aldırmıyor. Kimileri de çok önemsiyor aldatılmayı.


     - Neyse ki bizden geçti artık. Dünyada bir dahaki gelişimizde düşünürüz! O zaman da at mı, it mi, kertenkele mi, ne olacağız kim bilir?... Belki de cansız taş! En iyisi doğaya karışmak, bir kaya olmak açık deniz kıyısında!


     - Seviyorum bu adamı... Gerçekten seviyor muyum? Sorulacak şey mi? Niye başkası değil de bu? Ne bileyim. Rastlantı belki de. Belkisi filan yok, düpedüz rastlantı.


     - İçten, yürekten her şeyiyle bu adam. Seviyorum bu adamı. Bu çocuğu!

     - Omuzlarından çekip döndürmek, gözyaşlarıyla yıkanmış yüzünü öpmek gerek.


     
- Belki de hiç sevmeyeceksin beni artık. Anlamadın ki beni. Benimki deli sevgisi sana karşı. Erişemiyorum... Hep yitiriyorum seni... Kirliyim de şimdi, iğrencim... Kendime güvenim de kalmadı... Kuşkular içinde...


     - Kuşkulanıyormuş. Kuşkulansın. Acı çeksin. Beni başkasının kollarında düşünüp delirsin isterse! Ne aşşağılık karısın sen! Aşşağılığım, ne yapalım?

     - Bunca acı birikir de bir yere varılmadan olur mu?




     
- Seni bulduğum için varım ben, dedi.
   
     Bir şey bulup demek, demin yarattığı olumsuz durumu anlatmak için gerekliymiş gibi alayı sürdürmeye çalıştı Günsel.

     - Cogito Ergosum!...

     - Ne sandın? dedi kenan. Cogitomsun benim.

     Günsel içten bir kahkaha attı birden. Kenan şaşkın baktı. Öyle tatlı gülmüştü ki o da güldü.

     - Ne oldu, dedi.

     Günsel gülücükle dolu ışıl ışıl gözleriyle;

     - Hiç, dedi. Cogitom, deyince kovboy filmlerinde Meksikalı sürtükler vardır, onlara benzedi. İspanyolca kanları.

     Sonra o filmlerdeki söylenişlere benzeterek seslendi:

     - Heeey, kogiyytooo!...

     Kenan da gülüyordu. Yine sımsıcak sarıldı Kenan'ın koluna.




     - İyice tanımıştı artık Günsel de ara sıra bunalımlara düşen bu koca adamı. Özü iyi, kafası, yüreği iyi, içinde bulunduğu ortam kötü. O ortama da bir süre katlanılacak. O bunlara katlandığı süre de, düşeceği bunalımları göze almak, geçiştirmeye çalışmak Günsel'e düşen sevgi  borcu. Peki o sürenin uzunluğu?.. Hiç bırakmazsa bu adamın yakasını o karı?


     -
Biz mutluyuz ya! Mutluluk da yorar insanı. Pırıl pırıl bir ırmakta yüzüyorsun, mutluluk dediğin bu. Bir kıyıda, bir dönemeçte arada bir ortaya çıkıveren pis bulanık akıntılardan uzaklaşacaksın, güçlü kulaçlar atman gerek. Sık sık oldu mu da yoruluyor insan. Timsahlar, suaygırları, ağulu yılanlar da var ırmakta. Ne çok düşmanı var mutluluğun...


     - Nasıl iyi şu kız; olduğu gibi pırıl pırıl... Kadınlığı ile ayrı, insanlığıyla ayrı. Ah bir kurtulsak şu belalardan da evimiz olsa; korkusuz, birlikte yaşamanın mutluluğu başlasa. O zaman da başka korkular çıkacak. Biter mi korkular bu toplumda?..

     - Off nereden çıktı bu piç kurusu? Gülümsedi. Bayılırdı "piç kurusu" sözüne. Piç kurusu... Piç kurusu... Piç kurusu... Başladı işte anlamını, tatlılığını yitirmeye. Küçükken en çok oynadığı oyundu. Bir sözcüğü sürekli yineledi mi tanımaz olurdu. Saçma, anlamsız bir ses dizisine dönüşürdü sözcük. Bıraktı yinelemeyi.


     - Çok düşündüm. Taa içimden kırgınım sana. Söyleyip söylememek arası duraladı bir, sonra daha sönük bir sesle ekledi. "Taa içimden de seviyorum seni. Bırakamam. Senin de beni bırakabileceğine inanmadım hiçbir gün. Kötü düştü olanlar.

     - Şofbeni yaktı, girdi suyun altına, dakikalarca akıtıp kaldı öylece. Ara sıra denediği unutma, kurtulma, arınma çabasıydı. Boşuna! Hiçbir su arıtmaz beni.

     - Öylesine bir bezginliğe düşmüştü ki... Çekip gitmek uzaklara, ne bileyim, Edirne'ye Van'a gitmek. Bok var sanki oralarda. Kendini götürdükten sonra nereye kaçacaksın?


    - Akıllı iş değil bu benim sevgim. Kötüye işliyor kafam, sağlıksız işliyor. Yanlış sevgi bu. Bundan doğru neyin var budala?


     
- Bir şey arıyor, bir şey bekliyor, bir şey soruyordu herkes. Arananı, bekleneni, sorulanı bilen hiç kimse de yoktu sanki!..


     
- Bitti, diyordum. Demek yeniden başlıyor her şey. "Her şey değişip akmada, bu hal beni hayran bırakmada..." Ne güzel demiş Nazım.


     - Şimdi ne yapmalı?.. Okumalı en iyisi. Okuyacağım da ne olacak?.. O ne demek?.. Cehennemin dibi demek. Yorgunum işte. Bezginlik bu; bezginim, ne yapalım?.. Düzenin bozuldu değil mi?.. Düzenim mi? Yok ki bir düzenim. Karışık her şey karmakarışık. Neye varır, nasıl düzelir?.. Ne oluruz sonunda belli mi?..


     - Öyle bulanıktı ki içi, ne yapacağını bilmeden sırtüstü yattı kanepeye, gözlerini kapadı. Yum gözlerini, kapat içindeki ışıkları da, görülmeye değer bir şey yok; dışarda da, içerde de yok.


     
- Ya hiç gelmezse? Hiç mi gelmezse? Neden peki? Neden? Neden? Neden? Ağzına sıçtığımın. Sallanıyor duvar işte... Niye uyuyamıyorum ben? Karar gecem bu gece. Bitti.


     - Beni böyle yıkıntı içinde yalnız bırakan biri, kesin yok demektir benim için. Kesin...


     
- Bugün de mi yirmi dört saat? Neler oldu oysa. Tek bir günün sırası gelsin diye yaşam boyu bekliyoruz.


     - Çıraydım, tutuşturdun beni, ağulu bir solukta üfleyip söndürdün şimdi de; kara kara tütüyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder