7 Nisan 2013 Pazar

Gelmiş Bulundum * Edip Cansever

YER ÇEKİMLİ KARANFİL

Biliyor musun? az az yaşıyorsun içimde
Oysa ki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi, aklımdı şu kadarcık kalıyor.

Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu? bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.

Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce.



PHOENIX

...
Kim ne derse desin ben bu günü yakıyorum
Yeniden doğmak için çıkardığım yangından.



TAHTAKALE
...
Belki de bir Tanrısı var acının, hüznün, ayrılığın
Ki durup dururken öyle ansızın yürüdükleri...



TRAGEDYALAR III / KORO
Birdenbire yapayalnızsanız her yerde
Ve bundan korkuyorsanız
En küçük şeylerden bile. Örneğin birine saati sorsanız
Karşıdan karşıya geçseniz bir caddede
Sesinizi alçaltıp dikkatle bakarken çevrenize
Biriyle bir şeyler konuşsanız

Ve her gün kitaplar, dergiler alsanız. Postacı her gün mektup getirse
Sözgelimi bir resmi dairede
Fazlaca oyalansanız
Şöyle bir iki otobüs kaçırsanız üstüste, neden olmasın
Kaldı ki, hiçbir şey yapmasanız bile
Tuhaftır
Sanki herkes kuşkuyla bakacaktır yüzünüze.



İÇİNDEN DOĞRU SEVDİM SENİ
...
Ben şimdi bir yabancı gibi gülümseyen
Tanımadığın bir ülke gibi
İçinde yaşamadığın bir zaman gibi
Tam kendisi gibi mutluluğun
Beni bekliyorsun
Ve onu bekliyorsun beni beklerken.



GELMİŞ BULUNDUM
...
Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.



Gidiyorum Bu * Ah Muhsin Ünlü

HATIRLAT DA HAZİRANIN SONLARINDA ÇOCUKLUĞUMU YAKALIM

Sen beni öpersen belki de ben Fransız olurum
Şehre inerim bir sinema yağmura çalar
Otomobil icad olunur Zarifoğlu ölür
Dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.
                                                  - Senegalliler dahil değil.

Sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
Çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
O vakit bir sufiyi tül darplarla gebertebilirsin
Hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin.
                                                  -
Yoksa seni rahatsız mı ettim?

Sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
Ne ikna edici bir intihar biçimidir şimdi göz göze gelmek
Elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
Elbette gayet rasyoneldir attan atlamak
                                                  - Freud diye bir şey yoktur!

Sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
Belki de şair olurum ve seni de aldırırım yanıma
Bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
Yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.
                                                  - Haydi iç de çay koyayım.



RÜYA HAKKINDADAN FAZLA

Annemi üzdüm
Böylece hep bana tirenler çarpsın
Çirkin olduğum için aynaya bakmazsam;
Güzelim.


Aklıma yeni fikirler boca olunca
Bazen çok terliyorum, bazen ise kan!
Yahya Kemal Madrid'teyken... -yeni öğrendim-
Maalesef seni çok özlüyorum ben!

Ah ki ayna gammazdır Mevlana Mesnevi
Teli kes! Teli kes! İngilizler burdadır.
Evraklarım tamamlanmış toprak muhteris
Devam ettiğin kiliseyle ilga olayım...



AYAKKABILARINI KAPIMIN ÖNÜNDE GÖRMEYİ İSTİYORUM!

Çünkü bu,
Seni seviyorumun içine nal salmak demektir

Ve hareketinin bana durduğunu akla uydurur.
Oysa seni sevmem toplumu meşru kılar
Ve gitmen beni dile indirger sevgilim.

Orospu Kırmızı * Umay Umay

Yüreklerinin en düşsüz yerinde
öyle apansız kalakaldım.
Ben kötüyüm, erdem kimin adı
Bir bıçakla rüzgar sokarım içime
sonra iyileşeceğimi söylerim
Cam kırıklarının üzerinde sevişmekten bıktım derim
Az acıyı arıyordum kendi kanımı içiyordum derim.


Bana muhallebiciden tavukgöğsü alırsın. Belki bana bir adres bile satın alırsın, çok paran vardır senin. Belki ameliyat ettirirsin; gitsin diye yüzümün diğer yarısı da. Nerem varsa insan kalan...İşte orası acıtıyor.


Ben de en az senin gibiyim. Ve en çok senin gibi.


Büyük bir hızla kendi hapishanemi inşa ediyorum. Güvenilir ve pahalı çelik. Çok ağladım, çok erkek oldum ama çok da kadın. Kimseyle, kendimle bile yaşayamadım. Birkaç sözcük inliyor dilimin altında, gerçek ne bilmiyorum. Bir suçlu gerek bana; hemen şimdi, benim gibi.


Fotoğrafını duvara asıp, sözcüklerin yok etme, var olma savaşı verdiği sayfaları yırtıp atıyorum. Kendine söyleyemediklerini dudaklarının kenarları anlatır bana. Korkularını, korktuklarını. Her şeyi, her şeyi unuturum. Sadece bir fotoğraf için evime diğer gecelerden daha erken dönerim. Daha erken uyanırım...

Ağlama bebeğim, her şeyi nefret edecek kadar çok sevdim.

Ölüyorum, annem bana hiç kızmıyor...

Sana yazarak kurtuluyorum. Bir de çubuk kraker yiyorum.


Ben kendimi yakarak öğrenirim
sarı ve sıcak öğrenirim
yalayarak, tükürerek
durup kusarak öğrenirim


Düğmelerimi boğazımı örtünceye dek kapadım. Okumasınlar beni aşkım. Omuzlarımı gösterme onlara.


Her aşk bir orospu yaratıyor. Bense beyaz duvaklar, dokunduğumda irkilen sırtlar çiziyorum. Ben de oluyorum, o senin kendin için korktuğun yerde.

Kalbimi kesip çakmağımın içine doldurdum. Yanmıyor, kahretsin, yanmıyor.


Hep, masumuz işte kalmadı gözyaşımız diye bağıracağım. Senin için akvaryumlar çalacağım.


BİR, İKİ, ÜÇ, DÖRT, BEŞ... ALTI değil. Hayat, benden gizlediğin ellerini hangi cebinde saklıyorsun.




6 Nisan 2013 Cumartesi

Göğe Bakma Durağı * Turgut Uyar

Sevmek bir bütün nereden baksan
Ne ayıp ne günah ne de uygunsuz
Kolların da ağzın da yüreğe katılması
Tersi yarım tersi yalan tersi yapma.


Demiş Turgut Uyar Dünyanın En Güzel Arabistanı'nda...

kişi sonunda "uzanıp kendi yanaklarından öpmek" zorunda kalacaksa, "sonra herkes kendi gecesine gidecek"se, çaresi yoktur kimsenin.

Turgut Uyar, İkinci Yeni akımının, Edip Cansever ve Cemal Süreya ile birlikte üç öncü şairinden biridir.

"Ben" başlıklı anlatısında kendini şöyle tanımlar: "Ben hep sıkıntılıyım. Yani bir adamın canı sıkılır, o ben'im. Çünkü bana en yaraşan durumdur sıkıntılı olmak. Ben silahsız bir askerim de ondan. Törenler askeriyim ben. Cumartesi ve Pazar askeri. Aslında karışık bir şey, kime, ne söylenebilir? Bir sıkıntıyı ısrarla büyüterek, asıl büyük sıkıntıya ısrarla giden tümün attığı çekirdek. Pis bir köleliğe ve sonsuz çılgınlığa varacak bir oluşumu sıkıntıyla bekleyen bölünmez Varlık'ın ben'i. Ondan severim sıkıntıyı. Sevincin o amansız, o aşağılayıcı bönlüğünden korur beni. Ne söylenmemişse, ne yapılmışsa ve ne yapılmamışsa, ne düzeltilmişse ve ne düzeltilmemişse ondan sıkılan biri. Belki söylenmemişin, yapılmamışın ve düzeltilmemişin telaşı içinde biraz. O kadar. Ve sıkıntılı. Ve sıkıntılı. İşte böyle başlıyordu her yerde mutsuzluk. Ve mutsuzluk büyük bir umut gibi çekiyor kendine beni."


Kitaptaki şiirlerden alıntılar yapmak istiyorum yalnız bazı şiirlerin tamamını yazdım, bazılarının ise belli kısımlarını (üç nokta içerenler belli kısımları olan şiirlerdir) Keyifli okumalar, umarım benim aldığım tadı alırsınız Turgut Uyar'dan...


GEYİKLİ GECE
...
İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli

Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor.

Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar ve teoriler ışıtamaz yanını yöresini
Örneğin Manastır'da oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında

Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mı diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı

Ama ne varsa geyikli gecede idi
Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk
...
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
     "Halbuki geyikli gece ormanda
      Keskin mavi ve hışırtılı
      Geyikli geceye geçiyorum"
Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.



TEL CAMBAZININ TEL ÜSTÜNDEKİ DURUMUNU ANLATIR ŞİİRDİR
Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Tanrınız büyük amenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanı da caba
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız

Bütün ağaçlarla uyuşmuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama ağaçlar şöyleymiş
Ama sokaklar böyleymiş
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız

Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yan gelmişim diz boyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle döğüşemem
Siz ne derseniz deyiniz
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Ben tam dünyaya göre
Ben tam kendime göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız.



KAN UYKU
Bir biz ikimiz varız güzel öbürleri hep çirkin
Bir de bu terli karanlık
Sonra bir şey daha var mutlak ama adını bilmiyorum
...



GÖĞE BAKMA DURAĞI
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanriya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Suların ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım



ATLIKARINCA
Tel cambazı istiyordu ki dünya istediği gibi olsun. Bile bile aldanmaya vardırıyordu işi. Ama olmuyordu kendisi vardı.
Önceleri terliydi avuçlarımdan kayıyordu
Sonra sonra hem alıştım hem sevdim
Dedim ki ne iyi bu kadındır gecenin yarısında
Etleri var beyaz gergin sıcaklığı var öp öp ısın
Karanlık sokakları kötü lokantaları ısınmış rakıları
düşündüm göğsümden iki düğme çözdüm
Gittim bir ormanı dört ucundan tutuşturdum geldim
Burada bana göre bir şeyler vardı
Oturdum

Bu ellerimi nereye koysam yakışmıyor
Dedim ki en iyisi kucağında dursun
Şu kravatımı çiviye as gel
Sigaramı yak birlikte at arabalarını düşünelim
Sarı pirinçten pırıltılı koşumlarını düşünelim
Bir zamanlar bilerek unuttuğum 'Küçük Denizler Sokağı'nı
Denizi odun depolarını demli çayları
Ben iyiyim bunlar da iyi şeyler sen nasılsın
Kolların çıplak değildi ama hiç de zararı yoktu
Bir gülünce tanıyordum sen değildin ne yapsam
elimden gelmiyordu
Tanıyordum elimden gelmiyordu
Yoksa ne güzel aldanacaktım

Yabancılığın daha alımlıydı belki
Ama seni bir ormanda yakalasaydım
İlk günlerin ilk çiçeklerin tadında
Kandırdılar 23 lira 10 kuruşumu aldılar iki kadehe
90 kuruşu da ben tutup garsona verdim

Sonunda şehre vardım gökyüzüne fişekler atıyorlardı
Bir kalabalık vardı sarıydı utanmazdı geçkindi
Böylesi daha yakışıyor bildiklerime
Gün doğsun bir arınayım istiyorum
Güneş tozlu caddeler kaygılarım beni bir arıtsın istiyorum
İşte tam böyle istiyorum



GÜNEŞİ BOL ÜLKE...
Senin tatlı yaran gelir bende kanar ey savaşçı
...



tomris uyar için bir şiir kurma çalışması
seni sonsuz biçiminde buldum o biçimi almıştın
sandviçlerle, kötü şehirle, terle başla kalmıştın

yürüdü üstüne herkesin neonu, herkesin babaannesi
herkesin en eski olan kökü, en eski hanesi

yeşili bozup suya çevirdin, akşamı sonsuz uzattın
ne buldunsa o akşama uygun, ne buldunsa ona kattın

perdeler uzundu, rüzgar kısa, masalar üç bacaklı
masalar dört bacaklı, rüzgarlar uzun, perdeleri kısalltın

sen bir atmacanın en uzun çığlığısın her türlü gökte
göğü büyüttün, otobüsleri aldın, şehirleri ufalttın

yıkılan bir kedi bir süre olarak doldurur sesini
seversin bir kanaryanın sesinden çok kendisini

denizi ve ormanı, açlığı ve başkaldırmayı ayırmadın
bırakılmış bir köşebaşının en güzel tanımıdır adın

seversin diye söylerim her şeyi, sana uygun olsun
çünkü her şeyin birbirine uygununu sen bulursun

gel ellerini ver en güzel ellerini öyle
ruhum, ateş yüreğim, kokum, birlikte öyle



KIŞTAN KALAN SOĞUKLUK
...
sana bir türkü söyleyeyim
güzel olmasın gerçek olsun
...



KIRLARDAN GELİYORLAR

...
sonsuza varmadan bir önceyiz sanki
-o sayının da bir adı vardı unuttum-
her şey öyle saydam öyle madensel
...



HAZIRLANDIN DİYELİM
hazırlandın diyelim bir yolculuğa
"bu, yalnızlığa da olabilir" diyor birisi
dayanıklı mısın bakalım
silahın nedir
ilkin asfalt ve beton
bir bakarsın önün ardın su kesilir
yüzme de bilmezsin ayrıca

"çocukluktan kalma şeyler bunlar"
diyor matrağa düşkün biri
"nasıl olsa yenilir"
oysa kavradığım her şeyin adını bilmek
biraz bunaltıyor beni
örneğin bir atom santralı projesi
Hollanda'daki bir caz konseri
öleceğimi biliyorum nasıl olsa
ama gölgemi önüme düşürüyor
güneş önümden gelirken
şaşırıyorum gövdemi

matrağa alışkınım aslında ama
ille kayayı delen incir,
suları aşan gemi!



AŞK İÇİN
aşk için söylediğim her şeyi bir daha söylerim
sakin mutsuz ya da yırtıcı
herkesin ağzındaki o sonsuz acı
belki de bundandır

nasıl ayrı yaşarım inandığım şeylerden
onları elbette bir daha bir daha söylerim
usul usul ve usla birlikte akıcı
kandır

aşk isterim, aşk olsun isterim
yaşamamın sonu ölümün başlangıcı
kıyılarda yürürüm, sindiririm kıyıları

of güçlü macun içine kat beni
kanım koyulaştırsın kırmızıyı
anadoluda bir yerden bir yere giden biri
belki bir kirazı hatırlar
bir denizi kesinlikle hatırlamaz
belki hepsini birden hatırlar da bilemez
ne zamandır

aşk olsun ne zaman
aşk olsun tiyatro geceleri
aşk olsun "bravo" sesleri
aşk olsun anadolu otobüsleri

aşk olsun bildiğim ışık
biz birden türeriz istanbulda ve her yerde
görünmez bir mutsuzluğu söyleriz
bilge kayalarla
çarpılan ebonitler
oluşturur tersliğimizi
ey canım, güzel yüzlüm
suyunda denizleri bulduğum
bilmediğim yerlerimdeki sancı
bana bir şey söyle güleyim
bir şey daha söyle
inandır

bir şey daha söyle istersen
beyaz olabilir
suya falan benzeyebilir
bir adaya benzeyebilir.


4 Nisan 2013 Perşembe

Milena'ya Mektuplar * Franz Kafka

     Kafka'nın Milena'ya yazdığı mektuplardan oluşan kitabı çok beğendim, diğer kitaplarını da okumak için can atıyorum.


      Mektuplaşmaya başladıklarında; Kafka 38, Milena 24 yaşındaydı. Milena'nın mektuplarının çoğunu Kafka yırttığı ya da yok ettiği için bu mektuplara ulaşılamamaktadır. Sadece Milena'nın yakın çevresindekilere Kafka hakkında yolladığı mektuplar bulunmaktadır.


     *Kafka'ya göre "Milena" adı Latincedir. Oysa Milena'nın kısaltışmış şekli olan "Milenka" yüzdeyüz Çekçedir ve "Sevgili" anlamına gelir.


     Gelelim kitaptaki can alıcı kısımlara;


     - Biri bana kendini kaptırınca, anlamıyorum, bocalıyorum. Bu yüzden nice dostlukları bozmuşumdur. Karşımdakinin inancına, iyi niyetine bakmadan (söz konusu bensem, yoksa başka konularda böyle değilimdir) yanıldığını göstermek isterim hep.


     - Bildiğin gibi değil Milena... Kadınlığın önemli değil! Sen benim için el değmemiş bir kızsın, senin gibi apak biriyle karşılaşmadım ki! Böylesine arınmış birine el uzatmak için yürek ister. Benim elim kirli, titrek, kararsız. Kimi vakit pençeyi andıran bu terli, bu soğuk eli nasıl uzatırım sana?


     
- Bir şey soracağım: Ne gibi suçlar yüklüyorlar size? Benim de mutsuz kıldığım kişiler oldu, ama beni suçlandırmadılar, durmadan sitem ettiklerini de anımsamıyorum. Konuşmazlar, susarlar... İçlerinden olsun suçladıklarını sanmıyorum. Kişiler yanında böylesine ayrık bir durumum vardır benim.


     - Bu ters dünyayı ne zaman birazcık düzene sokacaklar, dersiniz? Gündüzleri kafan bomboş dolaş - her yanda öyle güzel yıkılar var ki, kişi de böylesine güzel olacağını umutlar - geceleri de uyku yerine buluşlar gelsin usuna!


     - Kuşkulanmayın sakın, yalnız düşlerde tekin değilim.


     - Kaçırılır bu kadın, yangından, yeryüzünden, kucağa alıp kaçırılır... O da güvenle, istekle sokulur insana. Yalnız "i"nin sesi çok güçlü, sıçrayıp elinden kaçıvermiyor mu adın? Yükünün mutluluğundan bu şıçramayı kendin yapıyorsun belki de?


     - Korkunun yılanları ürkmüş ama benim korkumun yılanları daha azgın.


     - Bir ay önce daha mı iyi bir insandım? Kendi kendime de olsa, üzülüyordum hastalığına, hiç değilse hasta olduğunu biliyordum... Ama şimdi? Geçti artık, şimdi yalnız kendi hastalığımı, kendi esenliğimi düşünüyorum, ama ikisi de sen demeksin.


     - Ancak gün ışırken dalabildim uykuya - korkunç dememek için kötü diyorum - bir düş gördüm. ( Neyse ki uzun sürmüyor düşlerin etkileri.) Kötü bir düş gördüm Milena... Gene de bu düşü gördüğüme seviniyorum, düşler sona ermedikçe kişi uyanmaz uykusundan, sımsıkı tutar düşler bizi, istesek de uyanmayız; işte birazcık uyuyabilmemi bu düşe borçluyum.


     - Konuşmasalar, sussalardı, ne iyi olacaktı...


     - Birden akşam olmuş ve sen yanımdasın... Sokakta, kaldırımın üstündesin. Benim bir ayağım kaldırımda, bir ayağım yerde, elini tutuyorum... Hızlı hızlı, kısa kısa tümcelerle bir konuşmadır başlıyor aramızda. Bu konuşma hiç kesilmiyor, uyanıncaya dek! Neler konuştuğumuzu anımsamıyorum, yalnız sondan iki, baştan da iki tümceyi söyleyebilirim... Ara yerde konuşulanlar anlatılamayacak kadar acı. Bakışlarından bir şeyler sezmiş olacağım ki, daha selamlaşmadan: "Beni başka türlü canlandırmıştın kafanda, değil mi?" diyorum. "Açık söylemem gerekirse, evet" diyorsun... "Seni daha alımlı sanmıştım." Konuştuğumuz ilk iki tümce buydu işte, (Bir şey diyeyim mi? Biliyorum, her yaptığım işte bir eksik yanım vardır, ama ezgi konusunda yüzdeyüz, baştan sona sıfırımdır! Hiçbir işte böylesine kesin bir bütünlüğe ermemişimdir!) Başka ne konuşabilirdik? Her şey aydınlanmıştı... Derken, ne zaman bakışacağımızı tartışmaya başladık. Ben durmadan soru sordum, sen durmadan anlaşılmaz bir sürü kaçamaklı karşılıklar verdin.


     - Dış görünüşün vız geliyordu bana; sözlerine önem veriyordum yalnız. Ben de seni düşündüğüm gibi bulmamıştım, benzemiyordun kendine; daha esmerdin, yüzün zayıftı! Tombul olsaydın, böylesine katı yürekli olabilir miydin? (Ama bu davranışından ötürü katı yürekli denebilir miydi sana?) Üzerinde, benimkinin kumaşından - hem de erkek biçiminde - bir giysi vardı, hiç beğenmemiştim. Birden mektubundaki bir koşuk geliyor usuma: "iki tanecik giysim var, ama bilirim yakıştırmasını" giysini beğeniveriyorum... Anla sözlerinin bendeki etkisini! Arkadaşlar plana bakıyordular daha, biz bir yana durmuş, buluşacağımız günün pazarlığını ediyorduk. Aşağı yukarı şu sonuca varmıştık: Ertesi gün pazardı; pazar günleri bana vakit ayıramayacağını bir türlü anlayamıyordum, sen de nasıl anlamam diye direniyor, şaşıyordun. Sonunda "peki" demiş olacaksın ki, kırk dakika için kaçabileceğini söyledin. (Konuşmamızın korkunç yanı sözcüklerinde değildi, davranışlarındaydı... direnişinde. Susmakla şunları anlatmak istiyordun sanki: "Önemli olan gelmek istemeyişim, gelmişim kaç para eder?) Günün hangi saatine rastlayacaktı bana ayıracağın bu kırk dakika? Bir türlü öğrenemedim... Anlaşılan kendin de bilmiyordun, düşünüyordun, ama bulup söyleyemiyordun. "Bütün gün beklerim, öyleyse" dedim. "Bekle" dedin... Arkanı döndün, ötekilerin yanına gittin. Verdiğin bu karışıklıktan hiç gelmeyeceğini anlamıştım. Yalnız beklememe izin veriyordun, o kadar. "Beklemeyeceğim işte" dedim usulca, duymadığını sanarak sesimin yettiği kadar bağırdım ardından... Bu son kozumdu, umutsuz bir seslenişti. Vız geliyordu sana, umursamıyordun, ilgilenmiyordun benimle artık. Altüst olmuştum, kalabalığa karıştım. Bu düşten iki saat sonra mektuplarınla çiçeklerin geldi. Yüreğime su serpen güzel avuntular...


     - Burada olsaydın (yalnız sıcaklığını duymak için değil) ne iyi olurdu... Başımı omzuna kor, geniş bir soluk alırdım.


     - Dükkanlardan çıkarlar, bize bakarlardı! Ne saçma şeyler bunlar, değil mi? Ne türlü seninim Milena, anla! Bu aşçı kadınlar, bu korkutmalar, otuz sekiz yılın ciğerimde biriktirdiği toz toprakla ne denli seninim bilsen! Bunlar değildi demek istediğim, ya da başka türlü diyecektim, olmadı... Gece ilerledi, kesmeliyim artık, uyumam gerekiyor... Oysa biliyorum; uyuyamayacağım. Sana yazmaktan vazgeçtiğim için uyuyamayacağım.


     - İçim götürmüyor buradan ayrılmayı... Balkonda, hiçbir şey yapmadan yatmanın nesinden geçilmez dersin?


     - Seni gördüm düşümde bu sabah gene. Yan yana oturuyoruz... Sen itiyorsun beni, ama kızmadan; gülerek. Üzülüyorum, ittiğin için değil, seni itmeye zorlayan davranışıma üzülüyorum. Sızlanmayan, yakınmayan herhangi bir kadına davranır gibi davranıyorum sana; sessizliğinin ardındaki sesi - hem de bana seslenen sesi - duymadığıma üzülüyorum. Duyamadım mı dersin? Duymuş da olsam, karşılık veremedim ya! İlk düşümden daha bitik, daha kötü ayrıldım yanından. Bir yerde okumuş olacağım, bir benzetiş geldi şimdi usuma: "Ateşten örülmüş uzun yalımlardır sevgilim, dolaşır yeryüzünü, sarar beni. Ama sardıklarını değil, görmesini bilenleri sürükler ardından..." Senin. (Adımı da yitirdim! Küçüle küçüle "Senin" kaldı yalnız.)


     - Kişi bu mektupları önüne serer, yüzünü gözünü sürer onlara, sonra da aklını kaçırır! Ne var ki, kişi daha önceden yitirmişse aklının yarısını, hiç değilse geri kalanın değerini anlar da onu olsun sıkı sıkı tutmaya çabalar. Onun için işte, benim otuz sekiz Yahudi yılım sizin yirmi dört Hristiyan yılınıza şunları diyor şimdi: Boş mu veriyoruz doğa ile Tanrı'nın yasalarına, olacak iş mi bu? Otuz sekiz yaşındayım, üstelik yorgunum da, ama bu yorgunluk otuz sekiz yılın ortaya kıyacağı yorgunluk olamaz! Yorgunluk diye adlandırmak doğru değil belki, ama rahat değilim, korkuyorum. Düşenlerle böbürlenen bir dünyada yaşıyoruz. Atamıyorum adımımı, ürküyorum, onun için yere basamıyorum. Evet... belki yorgun değilim, korkağım yalnız... Beni altüst edecek bir serüvenin ardından gelecek o büyük yorgunluktan korkuyorum. Ancak akıl hastanesinde dinlenebilir insan; gözünü sabahtan akşama dek bir yere dikip oturacak... İşte bu duruma düşerdim. Biliyorum, birtakım işlere soktum burnumu. Bu arada dostumu düşmanımı kırdım (oysa düşmanım yoktu, yalnız dostum vardı, hepsi de iyi kişilerdi) kendim de yarı sakat biri oldum, hani çocukların elindeki mantar tabancasını görse titremeye başlayanlardan. Şimdi de bir kurtuluş savaşına çağırılıyorum sanki. Söyle, olacak iş mi bu? Yaşamımın en iyi günlerini iki yıl önce geçirdim, bir köyde, sekiz ay sürdü. O günlerin sözünü daha kimseye etmedim. Kendi kendime yetiyordum, özgürdüm, bütün bağları kopardığımı sanmıştım... Kimseden mektup almıyordum, beş yıl süren Berlin mektuplaşması bile sona ermişti. Hastalığımın gölgesine sığınmıştım. Kendimde bir değişme olmamıştı, hayır, belki eski niteliklerime daha da sıkı sarılmıştım. Ama bu durumun sürmemesi gerektiğini bir buçuk yıl önce kavradım, bu konuda daha çok düşemezdim: Körü körüne bana inanmış, iyi, güzel birini de yanım sıra sürükleyemezdim... Zaten korkunç bir çıkmaza girmiştik. Milena! Şimdi de sen çağırıyorsun beni...Yüreğime, usuma eşit etkiler yapan bir sesle sesleniyorsun bana. Ama tanımıyorsun beni, birkaç mektup, benim için duyduğun birkaç söz, gözünü kamaştırmış olabilir. Milena diyorum, bir deniz gibidir, deniz kadar da güçlüdür. Gel gelelim bir yanlış yorumlama sonunda, boğulacak olanın isteğine uyup, alın yazısı da öyle dilerse... bütün gücü ile deniz üstüme yığılmaz mı? Evet, görmedin, bilmiyorsun beni. Gelmemi, gerçeği ortaya çıkarmak için bir ön sezgiyle istiyorsun belki de. Biliyorum, beni gördükten sonra geçecek başının dönmesi!

     - Düşünülerimde, açıklamalarımda özdenim, yalansızım. (Bu yanımı ilk sen gördün, sen anladın.)



     - Hele şimdi, şu anda o dilek, dileklerin en uygunu, en arınmışı... mutluluğun ta kendisi.


     - Seninle buluşacağımız yeri şimdiden yazabilsem ne iyi olurdu, değil mi? Ama olmaz, buluşacağımız yeri şimdiden bildirirsem, boğulurum o zamana kadar. Üç gün üç gece o yerin bomboş kalacağını ve ancak salı günü belli bir saatte orada olabileceğimizi düşünmek çıldırtabilir beni. Şu yeryüzünde bana yetecek kadar sabır var mı dersin, Milena? Bunun karşılığını salı günü verirsin.


     - Unutamayacağım bir doğa olayıydı yüzün istasyonda Milena; Bulutlardan değil, kendiliğinden gölgelenen bir güneştin sanki. Ne söyleyeyim daha? Kafam ve ellerim dinlemiyor beni.


     - Kişiyi mutluluk öldürebilirse, benim çoktan ölmem gerekirdi! Ama, ya benim gibi ölüm yargısına uğramış biri, mutluluktan ötürü kurtulabilirse ölmekten? Öyleyse yaşayacağım demektir.


     - Uzun yıllardır görmediğim Madrid'deki amcam, yarın Paris'ten buraya geliyormuş. Sevmez değilim onu, ama bu gelişi hoşuma gitmedi, sabahtan akşama onunla olmam gerekecek, oysa ben bütün vaktimi, bütün vaktimden daha çoğunu, yeryüzünün bütün vakitlerini sana ayırmak istiyorum, seni düşünmek, seni yaşamak için. Tedirgin olacağım şimdi, evimin de rahatı kaçacak; akşamları da yalnız kalamayacağım demektir! N'olurdu, başka bir yerde olsaydım; birçok şeyin başka türlü olmasını isterdim zaten, hele işi hiç istemiyorum! Ama bu isteklerim yersiz... beni bugünlerden ayıracak bir şeyi nasıl isteyebilirim? Senin olan bugünlerin dışında? Yeryüzünün şu itişip kakışmasını hiçe sayarak, yalnız ikimizi ilgilendiren konulardan söz edebiliyorum sana. Bütün öteki olaylar ilgilendirmez oldu beni. Kötü, çok kötü! Ama ne gelebilir elden? Dilim dönmüyor, başımı göğsüne dayamış, kalmışım öylece.

     - Akşamın şu geç saatinde sana iyi geceler dilerken, kendimi, her şeyimle bir solukta veriyorum sana, mutluluk, sende erimek!


     - Tek odada bir başına olmak, bir evde yalnız yaşamak, yaşamın en önemli yanı - daha doğrusu: kimi zaman yalnız kalabilmek, mutluluğun ilk koşulu.


     - Kişi nelere sahip olduğunu bilmeyen bir "kapitalist" aslında.


     - Kişi yorgun olunca bencil de oluyor... Hele benim gibi iki gün iki gece bin bir olasılıkla kendini yiyip bitirdikten sonra...


     - Şimdi de ben seni oturtuyorum koltuğa, mutluluğumu anlatabilir miyim sözcüklerle? Ellerime, gözlerime, zavallı yüreğime nasıl anlatayım burada olmanın mutluluğunu? Benim olmanın? Oysa tutkunluğum sana değil, senin sağladığın yaşamımı seviyorum.


     - Kimi zaman şuna inanıyorum: Birlikte yaşayamayacağız, boyun eğip rahatça uzanıvereceğiz yan yana, ölmek için. Ama ne olacaksa, senin yanında olacak.

     - Gel artık! Sen olmayınca yanımda, korku başkaldırıyor, bütün gece, sabaha kadar boğuşuyorum onunla. Ciddi bir yanı var bu korkunun, boşayamıyorum, üstelik durmadan şu gerçeği de sokmak istiyor gözüme: "Milena da senin gibi bir insan, ne yapsın?"


     - Bu elle tutulamayan, bu korkunç sorumluluk durumunu bütün açılarıyla yüklenen biri olacağım yerde, söz gelişi odandaki, o her zaman seni görebilen mutlu dolap olsam, ne iyi olurdu: Seyrederdim seni, koltukta oturuşunu, mektup yazışını, yatışını ya da uykuya dalışını.


     - Seninle olsam, ne kolay bir yaşamım olacak - çılgınlık! nasıl dokunabilirim bu konuya? - Bakışlarla konuşurduk yalnız. Oysa şimdi, hiç değilse yarına değin beklemek zorundayım mektubumun karşılığını. Yanlış anlama Milena, sev beni.


     - Yaşam rezillik aslında, midemi bulandırır hep; yaşamla başa çıkacağımı, insanlara dayanabileceğimi ummazdım bugüne değin, utanç duyardım bundan ötürü, ama sen, bir şey öğrettin bana şimdi, dayanılmayacak gibi olan yaşam değilmiş meğer.

     - Korkunç acılara boyun eğmek zorunda kalırım tek sözcüğünden yoksun olursam.

     - Yorgunum, diyeceğimi de unuttum, başımı dizlerine koysam, elini duysam saçlarımın üstünde... Ne iyi olurdu, ölünceye dek kalabilirdim öyle.

     - "Belki Prag'a gelirim önümüzdeki ay" diyorsun. Neredeyse: gelme, diye yalvaracağım. Seni çağırmak zorunda kaldığım bir güne bırak bu gelmeyi, o umutla yaşayayım, gel dediğimde hemen geleceğinden emin olma umuduyla. Hayır, gelme şimdi, nasıl olsa dönmek zorundasın, değil mi? (Vereceğin karşılığı biliyorum, gene de yazılı görmek isterim.)

     - Neyse, bırakalım bunları, durma üstünde, uzat elini, bir daha da çekme.

     - Franz, hayır, F. değil. Senin. O da değil. Yeter: sessiz, derin orman sadece.


     - Severim onu, ama elini uzun uzun sıkacak kadar da değil. Umduğumu bulamayacağımı biliyordum, ama olsun, dedim, ne çıkar?


     - "Kadınlar için çok şey gerekmiyor." diyor bir yerinde, güzel bir tümce.

     - Bugünkü mektubun, o candan, o sevinçli, o mutluluk getiren mektubun, nasıl okunursa okunsun, bir kurtarıcı mektup olmaktan çıkmıyor. Milena kurtarıcılar arasında! (Ben de onların arasında olsaydım, yanımda olur muydun şimdi? Hayır, olmazdın, biliyorum.) Kurtarıcı rolünde Milena! Oysa denedim, biliyorsun: karşındakini yalnız varlığınla kurtarabilirsin, başka hiçbir şeyin yararı yoktur. Sen beni var olmanla kurtarmadın mı? Olmayacak küçücük nesnelerle denemeye de kalkışma artık. Birini boğulmaktan kurtarırsın, bu elbette ki büyük bir olaydır, ama kurtardıktan sonra yüzme öğretmeye kalkışırsan, neye yarar? İşi kolaylaştırmak değil midir bu, işi biraz başından atmak? Var olduğunu bilmek daha güven sağlar, her an yardıma koşacağını ummak daha iyi... işi yüzme öğretmenine ya da İsviçre'deki otelciye yüklemenin bir yararı yok. Hem biliyorsun, kilom 55.40! El ele tutuşmuşuz seninle, nasıl bırakır da giderim? Birlikte gitsek de ne olacak? Bir daha seni bırakıp uzaklara gitmeyeceğim, kafama koydum bunu.

     - Bütün bunlar "rahatlık" işte, öyle zaman olur ki, odada yalnızken bile "yok oluverir" insan, bunun nedenleri çoktur, kişi yaşarken bile ölebilir.


     - "Gevezelik ediyorum, her şeye rağmen mutluyum yanında."


     - Seninle konuştuğum gibi, kimseyle rahat konuşamam, kimse senin kadar benden yana olmadı da ondan, kimse senin kadar iyi niyetli ve her şeyi kavramış değil de ondan.


     - Seni sevdiğime göre; yeryüzünü de seviyorum demektir, sol omzunu da, hayır sağ omzundu önce, canım isteyince öperim de onu (aç biraz omzunu, n'olur?) sol omzun sonra gelir; sonra ormanda üstümdeki yüzün, gene ormanda aklımdaki yüzün ve çıplak göğsünde dinlenen başım. "Biz tek insan olduk bile" demekte haklısın, korkmuyorum da bundan ötürü, tersine, bu benim tek mutluluğum, tek böbürlendiğim şey...

     - Alıkça ettiğim şakaları anlatma sakın dolaba. Odanda duran her şeyi seviyorum, çılgın gibi, bil bunu.

     - Uyuyamayınca insan, ne sorduğunu bilmeden sorar. Durmadan sormak gelir insanın içinden, uyuyamamak demek, bir şeyler öğrenmek demektir, zaten; sorulara karşılık bulunsa kaçar mı kişinin uykusu?


     - Milena kendi yaşamını yaşıyor, başka türlü yaşamak elinde değildir. Sevinç dolu bir yaşam değil belki, ama 'dingin ve esenli'.


     - Bir aydır hiçbir işe yaramayan gözlerim seni görecek!

     - Bak Milena, yüreğimde sen olduktan sonra her şeye göğüs gerebilirim; mektup almadığım günler korkun. diye yazdığıma bakma, doğru değil pek, zor geliyor, güç oluyor öyle günler, ağır geliyor, su alan bir kayık gibi, battı batacak, gene de yüzüyor senin sularında. Yalnız bir şeye göğüs geremem, senin yardımın olmadan bir şeyle başa çıkamam: "korku"yla; bu konuda alabildiğine güçsüzüm, enezim, incelemeye bile yetmiyor gücüm, batıvereceğim dibe.


     - Görür gibiyim seni, çeviriyi yapıyorsun, eğilmişsin kağıdın üstüne, boynun çıplak, arkanda duruyorum, dayanamayıp öpüyorum ensenden... Kaçma n'olursun, öpmek istemiştim... İşe yaramayan sevgimin bir gösterisiydi bu.

     - Havada bir şey var, cennette işlenen ilk günahtaki havanın kokusundan bir şey.

     - Seni bulduğum için teşekkür etmek istiyorum sana (yeter mi sanki?) Öpmek istiyorum seni.

     - Meleklerin sesi sandığımız, cehennemin dibindekilerin türküsüdür.


     - Bu karanlıklarda bile seninle eş düşünüde olabilmek! Şaşılacak kadar güzel, değil mi? Yanıldığımı da sanmıyorum.

     - Ama ben baksam sana... arada bir elimi alnına koysam, gözlerine dalsam, bakışlarını -ben odada dolaşırken- üstümde bilsem, senin için yaşadığımı bilsem, onurlansam, içim içime sığmasa, bu yaşama iznini versen bana!

     - Seninle konuştum; çocuklar gibi açık ve ciddiydim bu konuşmada; sen de bir ana gibi anlayışlıydın, sen de ciddiydin. (gerçek yaşamda ne böyle bir çocuk gördüm, ne de böyle bir ana!)


     - İçime kapanığım, yalnız kendimi düşünüyorum. Senden alabileceğim kadarını alabiliyorum, kaptırmamak için elimden gelse, dünyanın öbür ucuna kaçardım.


     - "Ya hep, ya hiç" sözü, büyük bir söz! Ya benimsin, ya değilsin. Benimsen, sorun yok, her şey iyi demektir, ama değilsen, yitirirsem seni... kötü olmaz... O zaman hiçbir şey olmaz, o zaman hiçbir şey yok demektir... Ne kıskançlık kalır, ne üzüntü, ne sıkışma, hiç, hiçbir şey. Biliyorum, birine böylesine güvenmek bayağının aşağısı bir şey, onun için durmadan korku çörekleniyor ya içime? Ama bu korku seni yitiririm korkusu değil! Birine güvenmeye nasıl yeltenir insan, işte bu korkutuyor beni. Buna karşı koyabilesin diye, sevimli yüzüne Tanrısal bir güzellik ekleniyor. (Ama belki doğuştan vardı bu.)


     - Bana gereken şeyin senden gelmesi doğal oldu artık.

     - Dönmeliyim, karanlığa dönmeliyim, dayanamıyorum güneşe. Umut kırıklığına uğramış bir hayvan gibiyim; kaçıyorum, gücümün yettiği kadar koşarak kaçıyorum artık, ama yalnız şunu düşünerek kaçıyorum: "Onu da birlikte götürebilsem" diyorum, "onun olduğu yerde karanlık olur mu hiç?"


     - "En çok seni seviyorum" diyorum, ama gerçek sevgi bu değil belki. "Sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla" dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki.


     - Senin ateşinle yaşıyordum (bunu da öyle olağanüstü bir göklere çıkarma sayma, bu ateşte yaşayabilmek herkesi mutlu kılar) yerden kesilmişti ayaklarım, uçuyordum; işte bu korkutuyordu beni, nedenini bilmeden korkuyordum, ne kadar havalandığımı bilmediğim için korkuyordum belki.


     - Yalnız yaşayabiliyorum daha, ama biri geldi mi bitiyorum, gücüyle beni canlandırmak için önce öldürüyor sanki; sonra da gücü yetmiyor diriltmeye.


     - Direnip kalmalarında bir yüreklilik yok; mutfaklarımızdan kovamadığımız hamamböceklerinin yürekliliğine benziyor bu direnme.


     - Bir özelliğim var, herkese benzemeyen biriyim, dış görünüşümle değil, ama bir ölçüye vurursan, onlardan çok ayrı olduğum çıkar ortaya.


     - Ben yalnız olduğum yerde durabilirim, başka şey isteyemem, istemiyorum da zaten.


     - Ben karanlıkların adamıyım, ortalara çıkmamam gerekir, en doğrusu bu.


     - Yaşamın tek çıkar yolu susmak, burda ve orda. Karalar giyecekmişiz ne çıkar, olsun? Uykumuzu daha çocuksu, daha derin kılar. Ama üzüntü demek, gece gündüz, uykuda olsun, uyanık olsun, vücuduna saplanmış bir oku taşımak demek, çekilir şey değil bu.


     - Yaşayan yazarlar, yazdıklarıyla canlı bir bağ kuruyorlar; yazarların ölmemiş olmaları, kitapları için ya iyi oluyor, ya da kötü. Kitabın gerçek durumu, yazarın ölümünden sonra, daha doğrusu, yazarın ölümünden bir süre sonra ortaya çıkıyor. (Çünkü bu işgüzar adamlar, öldükten bir süre sonra da etkilerler kitapları!) Ama kitap yalnız başına kalınca, kurtulunca yazarın baskısından yaşamaya başlar, ya saydırır kendini, ya da saydırmaz.


     - Bütün evliliklerin yalnızlıktan kurtulmak için yapıldığına inanamıyorum. Daha kutsal nedenleri vardır; yanılmıyorsam, o "Melek" de benim gibi düşünüyor. Evlenmenin nedeni yalnızlıktan kurtulmaksa, ne elde edilir? Yalnızlığı yalnızlıkla birleştirmekten bir yuva kurulamaz... Birinin yalnızlığı ötekinde yansır, karanlık gecelerde bile. Hele yalnızlığı silah gibi kullanmak, daha da kötüdür.


     Kafka'nın, Milena'ya yazdığı mektuplardaki alıntılar bu kadar. Kitabın sonuna eklenen, Milena'nın, Kafka ile ortak arkadaşı olan Max' e yazdığı, Kafka'dan bahsettiği mektuplar vardır. Bu mektuplardan bir kısmı alıntı yapmadan edemedim;


     Hepimizde bir tür yaşama gücü vardır, görünüşe kapılırız, yalana sığınırız bizler, olaylara göz yumabiliriz, iyimser, ya da kötümserliğe başvurabiliriz zaman zaman, bir kanıyı savunabiliriz hiç değilse. Ama o sığınmaz bu türlü koruyucu nesnelere. Yalan söylemek elinden gelmez ilkin, beceremez ki... Sarhoş olmayı da beceremez.
     Sığınacak, başvuracak hiçbir aracı yok elinde. Bizim korunabileceğimiz şeyler onda olmadığından hırpalanıyor ya da böylesine. Giyinik insanların arasında çırılçıplak dolaşan biridir. İster iyilik, ister kötülük olsun, yaşamına yardımcı olacak nesnelerden yoksun olunca, kendi başına bir varoluşçuluk oluyor onunkisi. Kahramanlıktan uzak bir yalnızlık içindedir Frank. Ne var ki, daha yüceliyor, daha erişilmez oluyor böyle olunca.
     Kahramanlık, yalan, korkaklık! Bir ereğe ulaşmak için, hiçbir insan yalnızlığını öne süremez, kullanamaz. Fakat korkunç bir ileriyi görme sezgisi içinde, tertemizdir; kimseye leke sürmek istemediği için zorlanmıştır bu yalnızlığa. Akıllı kişiler de başkalarını kirletmekten çekinirler, ama onlar her şeyi pembe gösteren, büyülü gözlükler takar... Onlar için başkalarını kirletmek diye bir şey yoktur, incitmek diye bir şey bilmez onlar!

     Kendimden parçalar bulabildiğim kitapları seviyorum. Bu sebeple bu kitap da en iyilerim arasına girdi...

     ve tekrar söylüyorum;  Milena 24, Kafka 38 yaşındaydı...