22 Aralık 2013 Pazar

Kinyas ve Kayra * Hakan Günday




     - Sözlerimin sonunu duymadığın zaman.
       Cümlelerimin sonunu duymadığın zaman.
       Değiştiriyorum son kelimelerimi.
       Değiştiriyorum sonumu.


     - Bir kıza aşık olmuştum. Onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Aşık olmaktan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bilirim. Benim adım Kaygusuz Abdal. Tanrı'dan vazgeçtim. Ölmekten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem gerekecekti. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı'yı öldürürüm diye korkuyorum. Ve böyle bir vefata benim dışımda kimse dayanamaz... Platon'un Mağara İstiaresi 'ne karşılık, ben de Kuyu İstiaresi'ni yazdım: doğdukları andan itibaren düşen insanların, yanlarından hızla geçen fırsatlara ve başka insanlara tutunup tırmanmalarını ve bunu sadece doğdukları andaki yüksekliklerine erişebilmek için yaptıklarını anlattım.



     - Ve sordum, Tanrı'nın yukarıda mı yoksa aşağıda mı olduğunu. Eskiden poker oynardım. Şimdi de, Tanrı'nın aşağıda, kuyunun dibinde olduğuna oynuyorum. Hayatım masada, birkaç kırmızı oyun fişiyle.





     - Az yedim, çok içtim. Hala içiyorum. İçki ayırmadım. Alkolü kendime yakıştırdım. Her türlü uyuşturucudan tattım. Bağımlılıktan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir maddeye, ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, aşık oldum. İkisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirim. Benim adım Houdini. Dünyayı bir oyuncağa çevirdim. Ayak basmadığım yer kalmadı. Duvarlara, bedenime resimler çizdim. Bir gün öyle gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. Benim adım Hitler. Kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumlarımı bıraktım... Şimdiyse ağlıyorum. Hepimiz için. Çünkü hiçbiri işe yaramadı...







     - Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sayısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım...


     - Her şeyin farkına vardım. Farkına varılacak bir şey kalmayınca da "Sıradaki hayat gelsin!" dedim. Ne gelen var, ne giden.






     - Her zaman yalnız oldum. Yalnızlığı kendimi geliştirmenin tek yolu olarak gördüm.


     - İnsanlardan istediğim ölçülerde, ilgilendiğim alanlarda yararlanıyordum. İlişkilerim kontrolüm altındaydı. Kimseyi kendime fazla yaklaştırmıyordum. Dünyayı, hayatı olduğu gibi kabul ediyor ancak bütün bunların dışında da bir gerçeğin olması gerektiğinin üzerine yoğunlaşıyordum. Yani, bir şekilde, çok uzaklarda kimliğimi büyük bir seremoniyle yaktıktan sonra gözlerimi kapatıp son nefesime kadar huzur içinde yaşayabileceğim bir yer olduğunu düşünüyorum.


     - Belki de varlıklarından şüphe ettiğim bütün duygular içimde ama onları uyandıracak olanlar ortada yok. Belki ben de normal bir insanım ama ilgilendiklerim ne bu dünya üzerinde, ne de bu yüzyılda. Beni korkutabilecek kadar korkunç bir insan yok, bir olay yok. Ama elinde anahtarı tutan, bütün yanıtları bilenden korkardım.


     - Kayra, bir gün bana, “mutsuzluğuna hiçbir çare aramıyorsun” demişti. “Ve en büyük acının kendininkinin olduğunu düşünüyorsun. Dünyadan haberi olmayan bütün geri zekalılar gibi. Ölmesine çeyrek kalmış, herkesi yaşadığına pişman etmeye çalışan, sağlıklı oldukları için suçluluk duymalarını isteyen hastalıklı, yaşlı bir kadın gibi.”





     - Bir insanın beklerken yapabileceklerinin sınırı yoktur; bazıları devlet başkanı, bazıları sihirbaz, bazıları da deli olur sıkıntıdan. Ben ise en üstün yaratık olduğumu kanıtlamak için kendime, hiç bir şey yapmadan bekliyorum.







     - Düşün! Bize matematik dünyasının kurgusal ve sonsuz olduğu öğretildi. Bunu kabul ederim. Ama sonra 1 ile 2 arasındaki sonsuzluğu düşündüm. Peki o nereye gitti? İrrasyonel sayılar varken bir sayıdan sonra diğer bir tam sayı nasıl gelebilir? Eğer 1’den sonra virgül konursa ve bunun da kıçına sonsuz sayı konabiliyorsa 2 nasıl gelebilir? İşte! Soru bu! Yanıtsız bir soru ve işte matematiğin hatası! Dolayısıyla matematik yok! Onun üzerine kurulmuş dünya düzeni de yok..Ama ben anlayabilirim.anlayabilirim bu sorunu ve o zaman ortaya yaklaşık sayılar çıkar. Yani hiçbir sayı tam değildir. Hepsi tama yaklaşır, ama varamaz. Demektir ki 1,999…9’u bize 2 diye yutturmaya çalışan bir dünyanın çocuklarıyız. Ve dünya da aslında tam gibi görünürken, aslıda irrasyonellik harikası. İşte bu yüzden hayat yoktur. Olsa dahi o da irrasyoneldir! Yani anlamsızdır. Ne bir başlama nedeni, ne de bir oluş nedeni vardır. Evrende uçuşa kocaman bir irrasyonellik. Tabi ki dünyanın bir anlamı olması gerekmiyor. Belki de onu anlamlandıran üzerinde yaşayan akıl sahibi yaratıklardır. Ama onların da bizi getirdiği nokta ortada.!!


     - Ve boşalmanın, seks ne kadar uzun sürerse o kadar zevkli olduğunu düşünerek, hayat ne kadar sürerse ölümün de o kadar muhteşem olacağına inandım. Ve elimden geldiğince hayatla sevişmemizi uzatmaya çalışıyorum. Tek kurtuluşum bu.

     - Belki de bizim gibilerin elinde kalan son şey salakça bir umut. Gelecek saniyelerin üstlerine binerek uçan olaylar bizi ayakta tutuyor. Bütün hayatımız boyunca beklediğimiz ve nereden geleceğini bilmediğimiz huzuru arıyoruz. Ve tükenmez huzur arayışımız hayatta kalmamızı sağlıyor. Aslında yalan söylüyorum. Ben hiçbir şey aramıyorum ve beklemiyorum. Sadece duruyorum. Kaçanı da durduruyorum. ‘Durun !’ diyorum. ‘Gitmenize gerek yok, onlar size gelirler.


     - Biraz içki, biraz seks. Tek ihtiyacımız bu. Belki biraz da uyku...

     - Rüya. Su gibi. Her şekli alan, geçmişi olmayan. Uyanıyorsun. Terlemişsin. Dudağına şakaklarından uzanan tuzlu su hatırlatıyor rüyanı. "Su!" diyorsun. "Tek gerçek!" Sonra tekrar uyuyorsun.


     - Gerçekten hızlı bir geceydi. İşte böyle geceler sayesinde nefes alabiliyorum. Dünya üzerinde böyle geceler de yaşanabildiği için kendimi vurmuyorum.


     - Gerçekten de hikayenin sonuna geliyoruz. Ve çok yükseklerden düşeceğiz. Unutuyoruz. Hissetmiyoruz. İstemiyoruz. Yaptıklarımız, daha çok eski alışkanlıklar. Konuşmalarımız, elli kelimelik bir bulmaca. Çok fazla tanıdık hayatı. Şimdi kusma zamanı! Ama her tükürdüğümüz pislik, yanında bizden bir parça da götürüyor...


     - Hiçbir yere ait olmayanları iyi tanırım. Her yere aitmiş gibi davranırlar. Ama uyuyabilmek için yapmayacakları şey yoktur. Yalanlarını kendilerine unutturmak için...

     - Kendiliğinden geldi acılarım. Yerleştiler içime. Sonra alıştım ve kabulendim. Sanki dünyada başka türlü bir hayat yaşanamazmış gibi...

     - Şimdilik hayattayım. Korkmaya gerek yok! Günahlarınızı ben unuturum. Siz işlemeye devam edin...


     - Belki de tek sorun şuydu: biz ne istediğimizi bilememiştik hiçbir zaman. Ve dolayısıyla her şeyi deniyorduk. Belki görünce istediğimiz, uğruna yaşadığımız şeyi hatırlarız diye.

     - Beni kim kurtaracaktı. "Kurtuluş " dedim. "Ankara'da bir mahalle". Fazlası değil. Belki bir de Bob Marley'in en iyi şarkısı. Daha fazla düşünmeye gerek yok. Adı her yerde, kendisi yok. Kurtulmaya gelmiyoruz bu dünyaya. Daha da saplanmak için buradayız. Dibine kadar. Onun için çürüyor bedenlerimiz ölünce. Mısırlılar uğraşmış efendileri kurtulsun diye. Ama nafile. Çaresi yok. Kurtuluşu beklemek yararsız. Gelmez çünkü. Kontenjan dolmuş. Biz daha çok kötülüğün sınırlarını zorluyoruz. Ne kadar iğrenç olabileceğimizi araştırıyoruz.


     - Doksan yaşındaki şirin nineler dünya üzerinde yaşayan en kötü insanlardır ve ayni zamanda en çok acı çekmiş olanları... Gerisini düşünmeye gerek yok. Mucizeler bitti. Doğmak yeterince mucizevi. Başka bir tane daha beklemek aptalca. Ölmek de ikincisi. Bunların arasında da hiçbir şey yok. Kimse beklemesin...


     - Gerçekten de konuşularak yapılmayacak iş yoktur. İhtilaller çıkartılabilir, birileri aşık oldurulabilir ve hatta intihar ettirilebilirdi. Konuşarak her şey yapılırdı. Ve bana çok komik geliyordu. Birisinin ağzından çıkan, üç yüz kilometre uzakta doğmuş başka birine hiçbir anlam ifade etmeyen kelimeler dünyayı yönetiyordu. Bir sürü harf, ses, cümle, tiyatro, şarkı sözü...Kendinizi öldürtmeniz için bir grup manyağın arasına dalıp hepsinin annesine oral seks yaptırdıktan sonra kırbaçlamak istediğinizi söylemeniz yeterli olurdu. Ve ağzınızdan kopan sözleri yanlışlıkla söylemiş de olabilirdiniz. Ama yok! Karşınızda ağzınızdan çıkan her sese bir anlam vermek için yanıp tutuşan bir gerizekalı sürüsü varken böyle bir ihtimal olamaz onlar için. Kelimelerle ne kadar çok yapılacak şey var. Biraz uğraşmak yeter dünyanın bir yarısını diğer yarısına satmak için. Ve çok aşağılık bir durum. İletişim diye bir şey yok. Fazla iyimser bir kavram. Hayatı renklendirmek için. Kim bilebilir kimin bir lafı inanarak söylediğini. Ya deliyse konuşan. Ya ne dediğini bilmiyorsa. Ya bir yalancıysa…


     - Hissedilerek söylenenler yalnız gelmezler. Önlerinde ve arkalarında bir sürü anlamsız cümle olur. Önemli olan hepsini elekten geçirip doğru olanları bulmaktır. Geriye sadece hareketler kalır. Davranışlar.


     - Tek diyalog bedenler arası kurulandır. Sertleşmiş göğüs uçları ve benzer belirtiler yalan söylemesini engeller. Konuşarak bir yere varılamaz.

     - Ve insan yeni oyun arkadaşları arıyor. Tanımadıklarıyla oynamak. Daha heyecanlı. Onu da tanıyayım, bırakırım peşini. Fazla sürmez, ondan da nefret ederim.

     - Yaşayan en karmaşık ruhum. Ülkemin ulusal marşındaki gibi "hangi bilim, hangi güç beni çözecekmiş şaşarım". Ruhumdaki düğümler fazlasıyla sıkı. Kimsenin onları çözecek kadar ince tırnakları yok. Bense çoktan vazgeçtim tırnaklarımı uzatmaktan. Kendimi bilmeyi bıraktım.


     - ”Benden” dedim . ”Bir tane yollamış yeryüzüne. Çiftleşip çoğalmamam için. Sadece bir tane. Altı milyarda bir!! Çoğalmadığımız takdir de yapabileceklerimiz yaratıcının mantığına aykırı olacağından, cehennemi dünyaya taşıyacağımızdan, gece gündüze karışacağından sadece bir tane yollamış benden...


     
- Doğru zamanda dünyaya gelmiş olsaydı, sıkıntıdan, bir peygamber ya da büyük bir siyasi lider olabilirdi.


     - Yalan ancak ayrıntılarla gerçek olur. Birini kandırmanın en iyi yolu ayrıntılardır. Doğal olarak bu ayrıntıların sayısı arttıkça, daha sonra anımsanması gerekenlerin de sayısı artar. Ama birine bir öykü ancak bütün ayrıntılarıyla anlatılmalı, yoksa inanmaz.


     - Hiçbir şey kalmadı. Tabii unutmadan, en büyük sosyal kurum olan dinle ilişkimi çoktan kesmiştim.




          - Ne ölüm, ne de hayat! Hiç biri kovalamıyor beni rüyalarımda. Hiçbirinin eli bana değmiyor. Çünkü ellerim ceplerimde hiç olmadıkları kadar. Varlığıma nedensizlikten delirdim ben. Hiçbir nedeni kendime yakıştıramadığımdan. Hepsini giydim. Hiçbiri olmadı. Hepsi dar geldi. İnansaydım herhangi birine, uğruna gerekirse dünyayı kan gölüne çevirirdim. Okyanuslar kırmızı olurdu. Pıhtılaşmış kanlardan siyah dağlar yükselirdi. Ama inanamadım. Bir türlü inanamadım.. Bütün hayat bir ilüzyon.






     - Kendime yeterince zarar veriyordum. Ve bir de dünyanın vereceği zararları ortadan kaldırmanın imkanı olmadığına göre, yoklarmış gibi davranarak yalnızlığı seçmek en doğrusuydu...


     - Ayağa kalkıp, vücuduma yapışmış kumlara çöldeki dostlarından daha şanslı olduklarını hatırlatıp onlardan kurtulduktan sonra kıyafetlerimi topladım.





     - Onun sorunu kulaklarıylaydı. Çok fazla duyuyordu. Söylenmeyenleri dahil her şeyi! Uykusuzluktu kulaklarının hassaslığının nedeni. Halbuki çevresindekiler o güzel yüzünü beğeniyle seyrediyor ve ilginç tavırlarını bir çeşit seksüel hayranlıkla izliyorlardı. Kimsenin bir alıp veremediği yoktu Kinyas'la. Ama telaffuz edilmeyen her sözü duyduğu için sinirleniyordu. Kendisinin arkasından konuşacak tek insandı yeryüzündeki.


     - Kaldırımlar güzel. Ama bir de üzerinde yürüyen şu insanlar olmasa!


   
 - Yüz kişi arasında fark edilecek kadar güzel olduğumu biliyorum. Konu bu değil. Konu beynimin kolestrolü. Herkes kalp krizi geçirir, benimkisi tıp tarihine geçecek. Beyin krizi!


     -
Biz dünyanın muhteşem, harika yerlerini bilmeyiz. Harika yerler yoktur çünkü. Harika insanlar vardır! Biz onları tanır ve hatırlarız. Kokularını alırız...


     - Ama bil ki, zihnin cehennemindir. Sonsuza kadar yaşayacak. Senin gibi. Öldüğünde ise, sen orada olmayacaksın ne yazık ki!


     - Sonsuz yalnızlığım eşsiz bir heykeldi artık. Hatasız bir anıt. Mermer bir başyapıt. Dünyanın sekizinci harikası!


     - İlk defa zor uyumak. Gerçekten zor. Benim vicdanım hiç olmadı ki! Ne sızlıyor böyle içimde? Ne engelliyor kendimden geçmemi? Bazıları kolsuz doğar. Ben vicdansız gelmişim dünyaya. Vicdansızım.


     - Ne yapmak istediğini bilmemek kadar acı verici bir şey daha yoktur. Ne istediğini bilememek insana verilmiş en yırtıcı işkence türlerindendir...


     -
Sorarlarsa "Ne iş yaptın bu dünyada?" diye, rahatça verebilirim yanıtını: "Yalnız kaldım. Kalabildim! Altı milyarın arasına doğdum. Ve hiçbirine çarpmadan geçtim aralarından..."


     - Kendimi toparlamalıyım. Hayalini kurduğum huzurdan kilometrelerce uzaktayım. Sıraya sokmalıyım düşüncelerimi. Mümkünse alfabetik bir sıraya.


     
- Nereden biliyorsun bardağı taşırmak için sadece bir damla daha gerekmediğini?


     - O kadar istemiştim ki zihnimi parçalamayı, daha önceleri çok zor vazgeçebileceğimi sandığım insani zayıflıklarımdan, eski derisinden kurtulan bir bukalemun gibi kopuyordum.


     - Bu kadar kan akmasına gerek kalmazdı eğer birisi çıkıp benimle ölene kadar ilgileneceğini söyleseydi. Biri çıkıp da bana aşık olsaydı...


     - İnsan, hiçbir şeyi değil, her şeyi bildiği için mutsuz. Ben her şeyi biliyorum. Ve bunlar, yürürken dengemi bozacak kadar ağır geliyor. Tek isteğim kurtulmak hepsinden, bütün bilgilerden, bütün düşüncelerden.


     - Oysa hayat, her bölümünde ayrı bir hikayenin döndüğü neşeli bir dizi değil, sonunda herkesin öldüğü ve katilin bulunamadığı sıkıcı bir filmdi...


     - Anita'ya onu sevmediğimi anlatmanın başka bir yolu var mıydı? Evet, belki kalbimi ve penisimi yerlerinden söküp, "Tamam, al bunları. Git, ileride oyna!" diyerek de halledebilirim sorunu ama yanımda steril bir neşter yoktu.


     
- En tepesine varamayacağım bir kuruma, en aşağısından başlamak anlamsız gelmişti.


     - Sadece, mümkün olduğu kadar en az sayıda insana muhtaç olmanı istiyorum. İnsanlar iyi değildir Anita!


     - Öyle bir karşılaşmaydı ki bizimkisi, hayatlarımızdaki boşluklar bir anahtarın deliğine girmesi kadar eksizsiz dolmuştu.


     
- Hayatımda ilk defa, varlığım bir başkasının varlığına bağlıydı. Ve o kişiyi de ben seçmiştim.


     - Her şeyi bildiğini sanıyorsun, ama benim gibi bir kadının hissedebileceklerinden zerre kadar haberin yok! Senin için üzülüyorum. Mutlu olmayı tercih etmeyen herkese üzülüyorum.


     
- Zevk ve acı. İsimlerinden de, hissettirdiklerinden de emin olduğum kavramlar. Hayatımı bir hayvan gibi yaşadığım günlerde boynuma taktığım tasmanın üzerindeki elmaslar. Zevk ve acı. Hayatın anlamı. Merak edilir, sorular her yerde. İşte söylüyorum ! Hayat, ölene kadar hissedilen zevklerden ,çekilen acılar çıkarıldığı zaman geriye kalandır. Hayat = zevk-acı. Sonuc pozitifse yaşamışsındır hayatı. Negatifse ölmüşsündür doğduğun gün. Tabi bir sıfır ihtimali var. Bu durumda ise zamanın yetmemiştir hayatı anlamaya. Erken ayrılmışsındır partiden, göremeden sonunu. Böyle düşündüm yıllarca. Ne kadar eksi oysa! Ne kadar ilkel. Ne kadar korkunç. Nasıl, sadece iki zıt elektronik sinyalin bütün varlığına hakim olmasına izin verilebilir?..Sorular Çinliler gibi. Milyarın üstünde.


     - Bilmiyorum... Kimse bilmiyor. Ben ne yapıyorum? Eğer bir kerpetenle teker teker çekilseydi dişlerim, belki vermezdi bu kadar acı. Ama yavaşta olsa farkına varmak aslında hiçbir şeyin değişmediğinin, canımı yakıyordu sanki bir terzinin iğnelerini yutmusum gibi...Üşümeye başlamıştım. Titriyordum. Dişlerim birbirine çarpıyordu... Soğuktan değil, bedenimdeki yedi deliğin yaptığı cereyandan üşüyordum. Aklımdan hızla cereyandan üşüyordum. Aklımdan hızla geçenlerin rüzgarından üşüyordum.


     - Kendimde duyduğum nefretin seviyesi ölçülse, elbet bir madalya olurdu boynumda. Sadece hala nefes alabildiğim için yaşıyor olmayı kendime yakıştıramıyordum... Benim sorunum, hayatı kendime yakıştıramamam oldu. Ben yakışıklıydım ama o değildi!


     - Çünkü o içimdeki şeytanları uyandırıyordu. Beni, mutsuzluğa ve acıya mahkum eden şeytanları...


     - Sevebileceğimi hissediyorum, insanları. Normal bir insan gibi çalışıp para kazanabileceğimi... Sonra umutsuzluk birden gözyaşına dönüşüyordu. Birkaç damla döküyordum, cama sıçrayan. Hayır, diyordum. Hiçbirini bulamayacaksın.


     - Uyku. İnsana verilmiş tek mucize. Kendinden geçmek. Gözleri kapatıp huzura dalmak. Ve uyanıldığında yeniden başlamak. Tek ihtiyacım buydu.


     
- Yarın, bugünü yaşanılabilir hale getiriyordu. Kendimizi bir binanın tepesinden hep beraber boşluğa bırakmayışımızın tek nedeni yarındı!


     - Lotonun çıkma ihtimalini, aşık olunacak insanla tanışma ihtimalini içinde barındıran o sihirli sözcük: yarın.


     - En boktan hikaye bile aynaya anlatılırken iyi gelir!...


     - İçi ne kadar doldurulursa doldurulsun, yine de hafiftir hayat. Çünkü altı deliktir. Delikse ölümdür! Bütün kazançlar bu delikten kayıp gider.


     - Kafam, bir politikacıdan il olma sözü alacak kadar kalabalıktı.


     - Hepsi birer labirent. Onun için sevmedim ben insanları. Çünkü girince içlerine, nerelerinden çıkacağım belli değil. Belki kıçlarından, belki gözlerinden...


     
- Pollyanna, benim yanımda eroinman bir orospu kadar umutsuz kalırdı!


     - Gülümsüyordu yine bana bakarken. Mutluluk buydu. Gülerken dondurulmuş ve hep öyle duran bir yüz.


     - Sevgiyi, dostluğu, çalışmayı bazen hiç anlamıyorum. Bunlara, ölü anlar ismini taktım. Bütün heyecanımla bir işin başındayken ya da iş çıkışı gittiğim barda bir arkadaşımla sohbet ederken birden hiçbir şey duymaz oluyorum. Bütün sesler kesiliyor. Ve okyanusu duymaya başlıyorum. Baş döndürücü dalga seslerini. Sadece kıyıya vuruşlarının bile, deniz tutan bir adamı kusturacak kadar düzenli seslerini.


     - İnsanın tek gerçek özgürlüğü yalnızlığıdır. Ve yalnızlığı küçük düşürense bağımlılıklardır. Aşklar, alkol, nikotin, ahlaki değerler, uyuşturucular... Hepsi de birer pranga olabilir her an, insanın ayağına. Zevk veren prangalar. Ortak özellikleri, varlıklarının verdikleri zevkin uzun bir süre sonra hissedilememesi, yokluklarının ise derhal kalpte bir ağrı yaratmasıdır. Bağımlı insan atlı karıncaya binmiş gibidir. Ne bir varış noktası, ne de bir ilerleme vardır hayatında. Herkes ilk başladığı yerde, midesi kaldırana kadar döner durur... İnsanın kendiyle mücadelesi, bağımlılıklarını yok etmesiyle başlar. Yıllarca uğraştım hepsinden vazgeçmek için. Yıllarca teker teker vücudumu ve beynimi kaplayan bu kabukları soydum. Ama her erken koparılmış kabuk gibi izleri kaldı zihnimde. İnsanı hayvan yapan bağımlılıklardan tamamen kurtulmanın tek yolunun ölmek olduğunu geç de olsa anladım.




   


   

   

5 Kasım 2013 Salı

#AklımdakiAtlıKarınca #3


     Herkes ağzına kadar başkası dolu!







     Bencillik ırkçılığın kişi başına düşen zavallılık miktarı!






     Aşk acısı geminin gitmiş olması ama demirinin hala kalbimizde saplı kalması halidir!





     Seni uzaktan sevmek aşkların en miyopu!






     Herkes sanki birisinde mahsur kalmış gibi!






     Bireysel yapılan hatalara enayilik diyorlar toplu yapılanına ise milli irade!


     Her yurttaş bir suç uydurulana kadar masumdur!


     Bir insan iki olmak için sever üç olmak için sevişir!


     Bir bir daha biz yapar!


     Doğarsın ve ölürsün arada bir hayat olduğunu fark edersen yaşarsın!


     Birinden çalarsan hırsız olursun herkesten çalarsan zengin!






     Yalnızlar kendi aralarında ikiye bile ayrılmazlar!


     Çok konuştum, yalnızlığıma verin!




     Her sabah umutla yeni bir güne başlayıp, her gece ne kadar boktan bir dünyada yaşadığımı fark ediyorum. Biz burada böyle şeyler yapıyoruz bazen. Olmadığımız biri gibi davranabiliyoruz. İnandığımız ilk yalanın peşinden gidiyor ve ona göre hayatımızı şekillendiriyoruz. Kendi doğrularımız olarak bellediğimiz bu yalanlara o kadar inanıyoruz ki, kimsenin ne söylediği umurumuzda bile olmuyor. Diğer tüm doğrulara kulağımızı tıkıyoruz. Biz de bir yandan onları kendi doğrularımıza inandırmaya ve kendi sevdiğimiz şeyleri onlara da zorla sevdirmeye çalışıyoruz.


     En büyük derdimiz, akıllı telefonlarımızın şarjının bitmek üzere olması.


     Ruhumu zehirlemekten keyif alıyordum. Gülümsedim. Sigaramdan bir zevk fırtı aldım ve birden sarsılarak ağlamaya başladım. Terlemedim, göz yaşlarım ıslattı yatağı.


     Önümüzdeki yıllarda çok mutsuz ama çok güzel işler yapmış bir kadın olmayı planlıyorum. Tabii sağ kalırsam.


     "Aşk yoksa tütün var ulan!" deyip bir sigara yaktım. Poşetleri masaya bıraktım. Bir bira açıp Edip Cansever kitabı aldım elime. Açtığım ilk sayfada elime "Masa da masaymış ha!" şiiri geldi. Tıpkı o şiirdeki gibi bana ait olan ne varsa koydum masanın üzerine.


     İnsan bu, içinde bok var oğlum, ne bekliyorsun ki?
   

28 Ekim 2013 Pazartesi

Olmayalı * Oruç Aruoba

     Merhabalar sayın izleyiciler and the strangers or the others. (Bu şekilde diğerlerini de saydım çünkü, blog anahtar kelimelerimde "orospu foto blogsports" yazdığını gördü bu gözler bugün! Adam Google'da orospu fotosu araştırıp hem de blogspoRts! olarak benim bloguma ulaşmış.  Her türlü kesime mi hitap ediyorum acaba? :)


     Bugün Oruç Aruoba'nın Olmayalı isimli kitabını okudum. Daha önceden yazarın Oruç Aruoba - İle isimli kitabını okumuştum. İki kitabı karşılaştıracak olursam İle kitabı çok daha iyi, lakin Oruç okumaya devam edeceğim, tarzını seviyorum. Gelelim kitapta altını çizdiğim yerlere.


     Ne kadar oldu
     Olmayalı?



     
Güneş bilmiyordu evi neresi,
     ay bilmiyordu nasıl bir gücü var,
     yıldızlar bilmiyordu yerleri nerede.
         
          Edda (Snorri Sturluson) (J.I. Young, 1966)



     Hiçbirşey o zaman, ölmüyor mu hiç içimizde?
     Hiçbirşey ölemez mi, biz yaşadığımız sürece?

          Nikos Kazantzakis, The Fratricides (A.G. Dallas, 1967)



     Katıp birleştirmişsem ruhumu, ya da tümüyle
     Çözülüp kuşatılmışsam birşeyce burada, yeryüzünde,
     Orada bulabilirsin beni, sen Ey endişeli sen,
     Kapılarımın önünde yitik bir ben'e seslenen;
     Derim, akıp geldi ruhum geri, parıldatıcı oldu.
     Arama dudaklarımı, Ey sevgili, bırak ellerimi,
     Bir insan gibi devinen bu şey artık ölümlü değil.
     Görmüşsen yansıyan gölgemi, kişilik yoksunu,
     Görmüşsen o bütün anların aynasını,
     O üzerine gölgesi düşen bütün şeylerin yansıtıcısını,
     Seslenme o aynaya ben'dir diye, çünkü kayıp gittim
     Senin elinden, yanıltıp kaçtım.

          Ezra Pound "Und Drang" VII, "The Flame" (Canzoni 1911)



     OL
     uşmam. Olmam. Olmazdım. Olamazdım. Olmadım.
     Hiç. Olmadı. Olmadı
     lar.
     Hiç. Ola
     maz
     lar
     mıy
     dı
     ?



     YOK
     lama. Yokla
     r.
     ART
     ık.


     NIEDERGANG
     Düş
     ersin - ama gitmez
     sin - zaten hiç
     er
     me
     miş
     sin
     dir.



     KO
     ku
     nu
     ko
     ru
     yo
     ru
     m.



     Kişinin yaşamının anlamı herzaman 'yanında' değildir - 'uzaklaşır' bazen...
     Yaşamının anlamı 'uzağında'yken, kişi, bunu kendine unutturacak 'meşgaleler' bulur: çünkü yaşamının anlamının 'uzak' olduğu bilincini sürekli canlı tutmak, dayanılmazdır.
     Dayanamadığı birşey de olabilir, anlamı, yaşamının, kişinin --
     Dayan
     ama
     dığı
     birşey...



     Kişinin yaşamının anlamı hep parçalanmalar ile bütünlenmeler arasında oluşur - bazen, dağılmış ve dağınıklaşmış yaşamına bakınca, kişiye öyle gelir ki, ne yaparsa yapsın, birtürlü bağdaştıramayacaktır onun anlamının farklı - kopuki kopmuş, koparılmış - parçalarını; bir türlü bağlantılaştıramayacaktır, apayrı duran öğelerini -
     -sonra, gün gelir, öyle anlar olur ki, birdenbire, hiç beklemezken- kendi de şaşarak- bağdaşmış ve bağlantılaşmamış buluverir onların hepsini-
     - ancak hep, beklemediğinde, bütünlenir parçaları ile öğeleri, anlamının, yaşamının, kişinin...



     Kişinin yaşamının anlamında yenilenme isteği yatar, en temelinde bir yerde: kişi hep önceki yaşadıklarında eksikliklerini, hataları, yanılgıları bulunan noktalarda, tamamlanmak, doğru olmak, gerekli olanı bulmak ister -
     - ama, hep de, orada peşindedir, yapamadıkları, eksik kaldıkları, yanlışları, anlamında, yaşamının, kişinin...



     Hep yorgunluk bekler yaşamının anlamını arayan kişiyi - gidip arayınca bitkinlik; durup bekleyince bezginlik...
     - Ne de güzeldir ama, aramak - acılı; ama, nasıl da yüce, beklemek...


     Yavaş yavaş - yıllar boyu -, ve, birdenbire - tek bir günde -, değişir, anlamı, yaşamının, kişinin.


     - yitik - önceden varken sonradan yokolan-



     Kişinin yaşamının anlamı hiç olmayabilir de: kişi vardır; yaşıyordur, ama yaşamının anlamı yoktur - bu da olabilir...
     Olmayabilir, anlamı, yaşamının, kişinin.



     Şimdi, öylesine, dışarı çıkar, biryerlere gider, tanımadığın biriyle buluşur, tanışır, konuşursun - dışarıdan bakanlar, amaçlı, 'emin' adımlarla, çok iyi bildiğin birşeyler yapmağa gittiğini sanırlar-
     - oysa, yalnızca, içindeki o boş yerini taşıyorsundur, öylesine, biryerlerine, anlamının, yaşamının...



     Güney'den Batı'ya döner rüzgar: sen de durup düşünüp sorarsın: "Neler oldu, neler kaldı, neler var?" diye...
     - Birşey kesin: hiçbirşey kalmadı...
     - Ama, yok mu hiç, olanlardan; varolmadı mı hiçbirşey?...
     Ürker kişi, soruyu sorunca: "Neler yok?" diye sorsaydı, kolaydı - şimdiyse, zor:-
     "Neler var?" - daha doğrusu, "Neler vardı da, olmayalı, artık yok?"...
     Saymağa çalışırsın:-
     Bir çekinden gülüş:
     Bir ürkek adım:
     Bir gizlenen sevinç -
    - Başka?...
          - Peki:-
     Bir incecik, kızıl pırıltılı saç teli -
     - anlamı, yaşamının, kişinin...

   
     
   
       

10 Ekim 2013 Perşembe

#AklımdakiAtlıKarınca #2



      Sevgili izleyiciler;

     Okuduğum, sevdiğim, beğendiğim şeyleri bir yerde toparlamak istedim. İyi okumalar, dinlemeler, yudumlamalar, tüttürmeler, bu postumu incelerken; her ne boklar yapıyorsanız onların iyilerinden olsun işte.


                               


     İstanbul Modern'deki Göğe Bakma Durağı'nı ziyarete gitmek gibi bir isteğim vardı, sanırım olmayacak. İstanbul'da olup vakti olanlar varsa bir gidip görsün derim. Bir de Turgut Uyar'ın şiirinin adı koyulmuş fakat o niyetle yapılmış bir çalışma değil. İlk başta böyle bir çalışma yapılmış ve daha sonra adı "Göğe bakma durağı" olsun denilmiştir. Bilgi edinmek isteyenler için; istanbul modern , sky spotting stop . Yine bir isteğimi gerçekleştiremeyecek olmanın hüznü... nerede bu lanet olası çakmak!


     "Hata kaçınılmazdır, yeni bir şey yapmak için." TURGUT UYAR

                               

     Bu aralar Birsen Tezer şarkılarına takmış durumdayım, "kusura bakma" da o şarkılardan biri.

" ...hiç kusura bakmasın yarın... Gözünü kapatıp içini duyma zamanı"


     
19 - 24 Kasım tarihleri arasında 14. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali var, program henüz açıklanmadı ama ona gideceğim, bir aksilik olmazsa.



     " Birilerinin kafama çivi çakmasından uzaklaşma hakkımı kullanmak istemiştim sadece.

     Birilerinin zavallı hayatıma bakarak kendini tatmin etmesinden,

     boktan hikayelerini parlak destanlar gibi görmek için karanlığıma bakmasından,

     beni ben yapan şeyleri pandiklemesinden uzaklaşmak,

     ruhumu özgür bırakmak istemiştim."
YEKTA KOPAN


     "Ruhumun bendenimden ayrılıp gün batımına gitmesine izin verdim.
     Uzandım.
     Gözlerimi kapadım.
     Artık tanımadığım bir sesle mırıldandım:
     "Seni senden başka kim özgürleştirebilir ki?" YEKTA KOPAN
                         


     " Severdim.
     Seviyordum çünkü
     hayatım boktan müzikler çalan,
     kimselerin dinlemediği yerel bir radyo istasyonuydu
     ve o,
     bir gece yarısı can sıkıntısından radyo kanallarını dolaşırken sevdiği bir parçaya denk gelmiş
     ve kalmıştı bu radyo istasyonunda."
BATUHAN DEDDE


     "Sanki bir piçin elindeki kibrit çöpüydüm ve yanmamı izliyordum, günden güne nasıl karardığımı...
     Hayatım içinden çıkılmayan bir soru haline gelmişti.
     Boktan havuz problemleri,
     Ali'nin yaşı ve babasının yaşlarının toplamı kadar boktan ve bayağı...
     Bayat bir bisküvi gibi hissediyordum kendimi,
     çaya batırıldıkça parçaları bardağın içinde kalan.
     Varlığı her gün beni bir bardak çaya batırıyor;
     büyük büyük parçalarım kalıyordu bardağın içinde.
     Eksiliyordum.
     "Ali'nin de mına koyarım şimdi babasının da, yeter lan!" diye bağırdım.
     Patlamıştım çünkü bir "soru" daha geliyordu.
     Sorulardan nefret ediyordum."  
BATUHAN DEDDE



     
Ve son olarak şarkımı paylaşır da giderim.
          hadi iyakşanlar.
                arrivederci
                         


   

   


     

9 Ekim 2013 Çarşamba

Kafka İle Söyleşiler * Gustav Janouch

     Bu kitapta Gustav Janouch'un; babasının yakın iş arkadaşı olan Kafka ile genç yaştayken yaptığı söyleşiler bulunmaktadır. Gustav Janouch'un yazı yazmaya olan merakını gören babası; Kafka'ya bu yazılardan bahsedip oğlunu kendisiyle tanıştırır. (Ne baba ama! Kafka'nın babanızın arkadaşı olduğunu bir düşünsenize... çılgınlık)  Kafka o sıralarda, İşçileri Kazalara Karşı Koruma Kurumu'nda çalışmaktadır. Eserlerinin çoğu öldükten sonra yayınlanmış, adı ve eserleri ölümünden sonra tüm dünyada yankılanmıştır

     Kafka hakkında daha fazla bilgi edinmek adına okunması gereken bir kitap, sizi 1920'lere hatta aynı zamanda daha önceki yıllarda yazılan eserlere de götürüyor. İyi okumalar.

     Şimdi gelelim o yıllarda Kafka'nın söylediklerine;



     Belirgin olan tek şey acı çekmektir.


     İnsanın gücünü arttırdığında aydınlık iyidir. Şu korkunç uykusuz geceler olmasaydı hiç mi hiç yazamayacaktım. Ama hep benim kendi karanlık yalnızlığımı anımsatıyorlar bana.
                             
               
     İnsan bazı şeyleri aklından çıkarıp atmak için onların resimlerini çeker. Benim öykülerim, insanın bir tür gözlerini kapayışıdır.


     Bir insan yaşamdan bir yığın kitap ortaya koyabilir, ama kitaplardan az, çok az yaşam ortaya koyabilir.


     Eskiler yaşamın en derin anlamını koyuyor - sürekliliği. Yeni olan şeyler, en gelip geçici olan şeylerdir. Bugün güzeldir, yarınsa gelip geçici ve gülünçtür.


     Benim kuşkuculuğum, bu savaşımın genelde bir gölge boksu olduğu gerçeğini değiştirmez.


     Yaşlılık, er geç ulaşılması zorunlu olan, gençliğin geleceğidir. Savaşım niye öyleyse? Daha çabuk yaşlanmak için mi? Daha çabuk değişmek için mi?


     Yazar ile Kafka arasında geçen diyalog;

     G.J.: "Çok mu yalnızsın?"
     Franz Kafka başını sallar.
     G.J: "Kaspar Hauser gibi mi?"
     Franz Kafka gülerek: "Kaspar Hauser'den daha beter. Ben Franz Kafka kadar yalnızım."


     Bir düş içinden yürürdük gözlerimiz açık: kaybolmuş bir çağın bir hayaletiydik bizler yalnızca.


     Ama bu yalnızca kişisel bir fikir şu anda, daha derinliğine incelersem vazgeçerim sonra belki de.


     Hepimizin elinden geldiğince çabucak uykuya dalarak kaçmaya çalıştığı kötü bir vicdanı vardır.


     Yaşayanları kimse bilemez. Günümüz değişim ve dönüşümdür.


     Her zaman değil. Ama böylesine Tanrısız bir zamanda insanın şen olması gerekiyor. Bir görevdir bu. Geminin orkestrası Titanic batıncaya kadar çalmıştı. İnsan umutsuzluğun temellerini ancak böyle zayıflatıyor.


     Yalnızca an geçerlidir. Yaşamı belirler.


     İnsanlar söylediklerinin ve yaptıklarının sonuçlarını önceden göremedikleri için kötü ve suçlu olurlar.


     İnsanın tüm yaşamı ölüme doğru bir yolculuk yalnızca.


     Bilirsin - yuva yuvadır. Başka yerlerde her şey çok değişik.


     İnsan yalnızca bağırıyor, çağırıyor, pepeliyor, yutkunuyor. Yaşamın taşıma bandı insanı bir yerlere götürüyor -ama kimselerin bilmediği bir yerlere. İnsan, yaşayan bir canlıdan çok, bir şey, bir nesnedir.


     Yaşama sıkı sıkıya sarılmış birisi korkmaz ölmekten. Ölüm korkusu, yaşanmamış yaşamın sonucudur yalnızca. Aldatılmış olmanın bir belirtisidir.


     Kafka'nın basın ve siyaset hakkındaki söyledikleri;
     "Bu büyük politik toplantıların anlaksal düzeyi, sıradan kahvehane konuşmalarınınki gibidir. Olabildiğince az şey söylemek için, insanlar bağıra çağıra ve uzun uzun konuşurlar. Gerçekten de doğru ve ilginç olan şeyler, üzerine hiçbir sözün edilmemiş olduğu, arka düzeyde dönen dolaplardır."

    Janouc sorar; "Yani sence basın doğruya hizmet etmiyor mu?"

     "Yaşamın gerçekten birkaç yüce ve değerli şeylerinden bir tanesi olan doğruluk satın alınamaz. Sevgi veya güzellik gibi, bir armağan olarak alır insan onu. Ama bir gazete, satılıp alınabilen bir üründür."

     Yazar; "Yani basın insanın aptallığını kötülüğe mi teşvik ediyor yalnızca?"

     "Hayır, hayır! Her şey, yalanlar bile doğrudan yana çıkar. Gölgeler güneşi karartmazlar."



     Kafka'nın Birleşmiş Milletler için söyledikleri;
     "Birlik, savaşın yerini belirleyen bir çarktır. Savaş devam ediyor, şimdi yalnızca başka silahlarla. Tümenlerin yerini bankalar alıyor: paranın savaş gücü savaş sanayisinin yerini alıyor. Birlik, bir uluslar birliği değil; çeşitli çıkar grupları için bir menkul kıymetler borsası."



     Dağların dorukları birbirlerini görürler. Genellikle aynı çevrede bulunmalarına karşın, eteklerinde yatan çukurluklar ve küçük vadiler birbirlerinden habersizdirler.


     Gülme! Güzel olana karşı gözlerini kapamak istiyormuş gibi davranma. Gururunu gizliyorsun yalnızca. Gülümsemelerin? Dökülmemiş gözyaşları onlar.


     Mutlu anılar kederle karıştıklarında daha tatlı oluyor. Dolayısıyla, üzgün değilim aslında, ama zevk için açgözlüyüm yalnızca.


     Bir rüzgar esintisi, bir ölüm havasıdır bu yalnızca. Bir an içinde kaybolur gider. Bana en yakın olanlardan bile ne kadar sonsuz bir biçimde uzaklarda olduğumu anlamamı sağlıyor bu yine de ve bu yüzden de yüzümde kötü bir bakış beliriyor, bunun için beni bağışlaman gerekiyor.


     En kolay çözüm, kusurun birlikte paylaşılması olacaktır. Hastalık aşılayacağım sana.


     Uykusuzluğum yalnızca büyük bir ölüm korkusunu gizliyor belki de. Uykudayken benden ayrılıp giden canın bir daha asla geri dönmeyeceğinden korkuyorum belki de. Ani bir karar olasılığından korkan, kesin bir günah anlayışıdır uykusuzluk belki de. Uykusuzluğun kendisi bir günahtır belki de. Doğal olanın bir dışlanışıdır belki de.


     Tüm hastalıkların kökeni günahtır. Ölümlülüğün nedeni budur.


     İnsan yaşlandıkça genişliyor ufku. Ama yaşam olanakları ise küçüldükçe küçülüyor. Sonunda insan yukarıya doğru bir bakış bakıyor ve dışarıya doğru bir soluk veriyor yalnızca. Bir insan işte o anda tüm yaşamını gözden geçirir belki. İlk kez - ve son kez olarak.


     İnsan yalnızca amacına ulaştığı zaman yolunun doğru mu yoksa yanlış mı, olduğunu anlayabilir. Biz en azından yola koyulduk şimdi. Hareket halindeyiz ve dolayısıyla da yaşıyoruz.


     İnsan kendisinden kaçamaz. Kader böyle. Seyretmek ve bizle bir oyunun oynandığını unutmaktan başka yapacak bir şey yok.


     Sakin ve sabırlı ol yalnızca. İçinde bulunduğun kötü durum ve hoşnutsuzluk sessizcene terk edecek seni. Bunlardan kaçınmaya çalışma. Tam tersine, dikkatlice incele bunları. Tepkisel sinirliliğinin yerini etkin anlayış alsın ve göreceksin ki dertlerinden kurtulacaksın. İnsanlar büyüklüğe kendi küçüklüklerinin üstesinden gelerek ulaşırlar yalnızca.



     1924 yılı 3 Haziran gününde Franz Kafka Viyana yakınlarında özel bir sağlıkyurdunda ölmüştür.

     Yazarın babası ise 14 Mayıs 1924'te intihar etmiştir.

     Aralarında sadece 21 gündür vardır.

     Babası ve en çok sevdiği kişi Kafka öldüğünde yazar 21 yaşındadır.


   





     

8 Ekim 2013 Salı

#AklımdakiAtlıKarınca

     An itibariyle; kendi kendime konuşmayı bırakıp, bloga içimi dökmeye niyetlenmiş durumdayım sevgili izleyiciler.

     Kitaplığımda okumaya vakit bulamadığım bir sürü kitap var, indirimden  veya adını beğenerek alıp bir köşede beklettiklerim. (biliyorum siz de yapıyorsunuz) Onların içinden ne okusam diye bakarken, yazın bir arkadaşımla yaptığım sohbet aklıma geldi. Çok uzatmadan konuşmaya geçiyorum;

     Ben bir elimde nescafem, diğer elimde kindle ım kitap okuyorum, yanımda da arkadaşlar var havadan sudan konuşuyorlar. Onlardan biri kalktı, gelip yanıma oturdu ve;

     -Yasemin ne okuyorsun?

     - Ahmet Hamdi Tanpınar. Saatleri Ayarlama Enstitüsü.

     - Hmmmm... Ne anlatıyor?

     - Kitap okumayı seviyorsan vereyim bir kaç gün sende kalsın oku kendin öğren?

     - Ben bir kitap almıştım en son Cehennem diye.

     - Dan Brown ? Serinin diğer kitaplarını da okudun o zaman?

     - Hııı onun kitabı. Aldım 25 sayfa falan okudum çok da kalınmış. Bilmem diğer kitaplarını. Arkadaşlar söyledi, bu kitap dikkat çekiyormuş, al yanında taşı kızların dikkatini çeker dedi. Ben de aldım azıcık okudum, hatta arabada duruyor şu an.

     - İyi de serideki diğer kitapları okumamışsın. Kız bir şey sorsa bilemeyeceksin. Olumm sen manyak mısın?

     - Tamam sus bee! Al arabanın anahtarını kitap senin olsun diyecektim ya gitmeye üşendim şimdi, madem okuyorsun bir işe yarasın bari.

     (ben koşa koşa gidip kitabı aldım ve yüzümde gülücükler tabii)

     - Bir kitapla mutlu olacaksan, bulalım sana bir kitapçı; evlendirelim.

     Ben de kindle ımı gösterek;

     - Ben bununla evliyim zaten.

 dedim ve gülüştük.


     Şimdi anlıyorum da, kitaplar bazıları için insan, arkadaş, sevgili, dost gibi; birer mutluluk, huzur kaynağı iken, bazıları için bir süs, aksesuar, kız tavlama aracı...

     Kitapların kıymetini en çok kimsesi olmayanlar anlar sanıyorum. Ki ben onca kalabalığın içinde bile bir köşeye çekilip kitap okumaktan hoşlanırım.


İnsanlar bir bir bırakıp gidiyor
yalnız kendinle kalıyorsun
belki biraz kahve ve sigara
                   yanında bir de kitap
acını dindiriyor
a c ı n ı   ç o ğ a l t ı y o r

güldürüyor
a ğ l a t ı
-yor

yetiyor
y e t m i y o r
...
kahvem soğuyor
 - gitmem gerek.

4 Ekim 2013 Cuma

İki Gözüm Ayşe * Sabahattin Ali


     Sabahattin Ali'nin bu kitabında, duygusal bağlarla tutulduğu Ayşe Sıtkı'ya 1933- 1934 yıllarında cezaevinden yazdığı mektuplar bulunmaktadır.

     Kitap Sabahattin Ali'nin ölümünden sonra; Ayşe Sıtkı ve Doğan Akın tarafından yayına hazırlanmıştır.


     İnsan, ne olursa olsun, mutlak surette yalnız olduğunu asla kabul etmek istemiyor. Yalnızlığın insana verdiği gurur bile ilk fırsatta mevkiini bir aldanışa terk ediyor. Sonra insana (tamamen değilse bile) kısmen yakın olanlar bulunabilir, mesela (bunu iltifat kabul edebilirsin) aramızda kilometreler bulunmasına rağmen seni bazen pek yakınımda hissettiğim oluyor ve ara sıra: "Belki, diyorum, belki o bunu anlayabilirdi."

     Bazı felsefelerin bana pamuk ipliğiyle bağlandığını söylüyorsun, öyle olabilir Ayşe, bir fikrin kıymeti sabit oluşunda değil, samimi oluşundadır. Ben onları yazarken samimi idim ama onlar bana uymazlarmış da ben yarın değişebilirmişim, bu da olabilir ve gayet tabiidir, kör değneğini beller gibi bir fikre saplanacak değilim ya. Dediğim gibi insan bir fikre samimiyetle sarılmalı ve onun için ölebilmelidir, fakat bu yarın o fikre hücum için mani teşkil etmemelidir. Dedim ya, hiçbir şeyi ciddiye almamalı, hatta ölümü bile.


                                


     İzzeti nefis falanca kıza: Beni sevmez veya sevmediğini ilan edersen izzeti nefsim kırılır! demek değildir. Bunun aksi, yani seven kıza: Hayır, istemiyorum! demek de değildir. Bilakis hiç kimseden hiçbir şey istememek ve verildiği zaman da teşekkürsüz ve sessiz kabul etmektir. Ben .....'ya aşık bulunduğum dört sene zarfında, bütün bilenlerin tasdik edeceği veçhile, ondan hiçbir şey, ama mutlak surette hiçbir şey, hatta tatlı bir bakış veya yumuşak bir kelime bile talep etmemiş, bütün aşkı, aşkın asaletini ve gururunu yalnız vermekte hiçbir şey düşünmeden vermekte bulmuştum.


     Zorla sevilmek isteyenler ihtiyarlar, sevildikleri zaman naza çekenler de muallim mektepleri talebeleridir. Ne yarı küstah bir talepkarlık, ne de cıvık bir gurur... Aşk böyle soğukluklardan tamamen uzak, saf aşk halinde içimizde yaşamalıdır.


     "Venüs'e hakaret etmekten çekinmelidir, çünkü intikamı dehşetli olur..." Tais - Anatole France

     Mamafih ben, kendileriyle ilgiyi kestiğim zaman ıstırap duyacağımı zannettiğim herkese aşık olduğumu farzederim, şu halde sana aşıkım demektir.


     Size yeni sevgilimi nasıl tarif edeyim? Güzel mi, bilmem, bence dünyada sevilmeye layık olan mahlukların yeganesi. O kendisini ne kadar sevdiğimi, hatta yalnız sevdiğimi bile bilmediği halde ben onun için her şeyimi, herhangi bir uzvumu feda edebilirim.


     Bu akşam bana acaip ve hazin şeyler düşündüren sebep, biraz evvel yaptığım uzun bir mehtap gezintisidir. Bu akşam ayla uzun zamanların hesabını gördük. Ne zamandan beri kaçmak istediğim bu an nihayet geldi, beni yakaladı. Kurnaz ay benim ihtiyatsız yalnızlığımdan istifade etti.


     Ben ne zaman mehtapta dolaşmaya çıksam yanımda birisini, ses çıkarmadan veya konuşarak yanımda yürüyecek birisini ararım. Mutlak surette yalnızlığa alışmış olan dimağım yalnız o zaman bir arkadaş ister ve ben yalnız o zaman bir yoldaşa olan ihtiyacı duyarım, ben ay ışığı altında yürürken kolumda vücudunu bana yükleyerek giden birisini istiyorum. Ve ay beni yalnız gördükçe: "Nerde arkadaşın?" diye soruyor zannediyorum. İlk zamanlarda daha çocuk sayılırdım ve aya, "Daha dur bakalım!.." diyebiliyordum, fakat zaman durmuyor ki... Nitekim bu cevabı veremeyeceğim demler geldi... Fakat başka bir cevap, onun istediği cevabı vermek hiç mümkün değil... Ve galiba mümkün olmayacak da...


     Her insanın içinde sonsuz teller var, ve herkeste başka başka. Bazen iki kişide aynı sesi veren bazı teller bulunuyor, o zaman: "Birbirimizi bulduk" diyorlar. Fakat yalnız bu teller çalındığı müddetçe... Diğer tellere geçildiği zaman arada ne dehşetli bir ayrılık olduğu meydana çıkıyor. Yanımda götüreceğim kimsenin benden ayrı telleri olmasına tahammül edemem. Her teli bana uyan birisini bulamam, şu halde yalnız kalmakta kabahatli ben miyim?


     Ben tahammüllü adamımdır. Hele çaresi olmayan şeylere pek tahammül ederim. Yalnız sizin gibi pek beğendiğim birkaç kişi en lazım olan zamanda beni yalnız bırakmasalar... Ne yazayım, sen sorsan ben cevap verirdim, fakat şimdi kendiliğimden yazacağım şeylerin hepsi soğuk ve manasız olacak. Bilhassa benim içim bugünlerde sizlerin pek de aşina olmadığınız birtakım hislerle dolu... Günlerce ölüm düşüncesiyle başbaşa oturmak nedir bilir misin... Kader, tereddüt, imkansızlık karşısında gebermeyi nasıl istediğimi tasavvur edebilir misin? Düşün ki burada geçen 24 saatin hepsi uyku saatleri de dahil, envai türlü azap ve dargınlıkla, yaşama küskünlükle doludur.


     Hayatın bazen çok tatlı olduğunu itiraf ederim. Fakat herkes için değil. Mesela ben hayatımın bir bilançosunu yapsam, bütün ömrümdeki zevkli anlar ihtimal bir hafta bile tutmazlar.


     yar-ı garim: ayrılmaz yarim


     Öyle anlarım olur ki, bir saniyede bazen başkalarının bir ayda yapamayacakları düşünce aşamalarını katederim ve bu kadar çok ve çeşitli düşünmek beni mütemadiyen hakikatten uzaklaştırır.


     Ölerek beni sevenleri hayal kırıklığına düşürmek istemiyorum. İsteyerek ölmek bir hayli hodbince (bencilce) bir şeydir.


     Yani kimisinin yazgı, kimisinin talih dediği o garip kuvvet bundan sonra belki döner ve benimle böyle fasılasız uğraşmaktan vazgeçer...


     Benim şikayetim bugünkü felaketlerim değildir, ben ileride bu felaketleri zevkle anımsayacak mesut günlere erişemeyeceğimi bildiğim için bu kadar müteesirim.

     Uzun müddet diş ağrısı çekmek, insanın buna alışarak kayıtsız kalmasını icap ettirmez...


     Bir gün kendi isteğimle bu hayattan çekildiğimi duyarsanız sakın hakkımda yanlış düşünceler peyda etmeyiniz. Biliniz ki ben bunu yalnız başka çare kalmadığı için yapmışımdır. Avusturya İmparatorluğu bir zamanlar Karadağ isyanını bastırmaya gönderdiği zabitlere ufak birer şişe de kuvvetli zehir verirdi. Karadağlılar esir ettikleri zabitlerin, burunlarını, kulaklarını kestikleri için, zabitler bunların eline geçer geçmez zehri içer ve işkenceden kendilerini kurtarırlarmış. Bu hareketten daha tabii bir şey galiba yeryüzünde yoktur ve bu zabitlere kendilerini öldürdüler diye atıp tutmak kimsenin aklına gelmez... Hayat benim burnumu kulağımı kesmekte devam ederse benim de aynı şekilde makul bir çareye girişmem neden fena görülsün?


   



     Yalnız yaşamak, nasıl olursa olsun yaşamak istiyorum. Yalnız hayatta olmak bana diğer bütün felaketleri silip süpürecek bir bahtiyarlık gibi geliyor. İhtimal bir müddet evvel şiddetle tesiri altında bulunduğum düşüncelerin reaksiyonu...


     İyiler ancak fenalığa, imkan ve vesile bulamayanlar.


     "Saatte 60 dakika gibi dehşetli bir süratle ölüme doğru koşuyoruz." Bernard Shaw


     Çok çeşitli yaşamaktan bir şey çıkmaz, çok ve çeşitli düşünmeli...


                             


   
     Yazıların ve kitapların aleminin beni saran alemden daha hakiki buluyorum...


                             


     Hiçbir şey yapmak istemiyorum, yegane arzum kendi alemimde yaşamak, ve bana benzeyenleri benim alemimde olsun yaşatmaya vesile olacak şeyler yazmaktır. Hayatta daha bir çok arzum olabilir, fakat bu arzuya feda etmeyeceğim bir şey yoktur.



                             


     Bir frene muhtacım, sana vapurdan yazdığım mektupta yazdığım şekilde bir arkadaşa muhtacım. Yarım taraflarımı örtecek veya tamamlayacak birisine muhtacım. Doğal olarak böyle bir şey bulamayacağım... Her şey şimdiye kadar olduğu gibi devam edecek. Belki seneler bu arkadaşın vazifesini yapacaklar...



                          


     Değiştirilmesi artık elimizde olmayan şeylere yanıp yakılmakta, bunları sayıp dökmekte bir fayda yoktur...



                        


     Dikenlerimi ayıkladıktan, fazla uzun ve lüzumsuz taraflarımı kestikten sonra kuşa benzeyeceğime eminim.


                      


     Bence bir kızla ahbaplık eder etmez aklına evlenmek getirmek bir kuzuyu okşarken "kaç okka eti çıkar, pirzolası nasıl olur?" diye düşünmeye benziyor.


                     


     Ben de oturup düşündüm...
     Elinden bir şey gelmeyen budalalar işte benim gibi oturup düşünürler... Ve sonra mektup yazarlar...
     Şimdilik bu kadar iki gözümün bebeği...


     Suzan Bizimer - Koymaz mısın şu kalbime elini ah


     Bari yarın çıkınca tekrar kavuşacağım şeyler bana bugünlerin azabını tazmin edecek kadar zevk verebilse... Ne gezer, yarın bu özlediğim şeylere kavuşunca tamamen soğuk ve lakayıt kalacağım. Ancak benden uzak olan şeyler benim için şayanı arzudur.


                    


     Teşrin-i evvel: Ekim ayı


     Sen İstanbul'da olursan ne ala, başka bir yere gidersen muhakkak oraya da gelirim. Çünkü seni görmek elimde olduğu halde görememek benim yapamayacağım bir şeydir.

    Etrafımdaki insanlara ve hatta eşyaya fena halde sinirleniyorum. Okuduğum kitaplardaki kişilere ve bunların yazarlarına bile sinirleniyorum. Dedim ya, pek kötüledim.


     Bazen çok şiddetli bir yalnızlık hissiyle içimin ezildiği oluyor. Eskide yalnızlık bana bir nevi gurur verirdi, bir sürü insanın arasında yalnız olduğumu bilmek onlardan başka yaradılmış olduğumun kanıtı idi. Fakat şimdi yalnız adamın ne kadar zavallı ve aciz olduğunu anlıyorum.  Bir sürü insanı lüzumu yok, fakat hayatta hakiki birkaç dostu olmaya adam pek bedbahttır.


     Ben bütün romantikler gibi daima içinde bulunduğum alemden başka bir aleme gitmeye hasret çeken, fakat bunu imkansız zanneden bir adamım. Şiddetli arzu ile özlediğim dünyalar o kadar çok, fakat bunlar benden o kadar uzak ve ben bu uzaklığa o kadar alışkınım ki, hakikatte benden pek de uzak olmayan dışarısını bu kafamda yaşayan diyarlardan biri olarak kabul ediyor ve ona bir ütopi imiş gibi bakıyorum.


     Yalnız benim harekatıma mana veremeyenler, nereye ve niçin koştuğumu tayin edemeyenler bunları manasız bulup küçümsemek ile gülecekleri yerde çenelerini kapasalar, yahut "herhalde bir şey arıyordu ki bu kadar koştu" deseler daha insanca bir şey yapmış olurlar.


     Ah çatacak, kavga edecek bir adam olsa... Sevdiğim bir adam... Yani naz edecek bir adam... Sevdiğim bir adamla karşı karşıya bir pencerede oturarak dışarıdaki yağmuru ve yağmur altındaki denizi seyretsem.


     Birçok hareketlerimin saiklerini anlamıyorlar, anlayamıyorlar, ve sırf anlamadıkları için, eşekçe bir bencillikle, beni haksız ve manasız buluyorlar. Bunu gözlerinden ve tavırlarından anlıyorum, çünkü bu hislerine bana karşı ifade edemeyecek kadar ayrılmışız.


     Burada yapayalnızım... Tabiatle baş başa kalındığı zaman yalnızlık insana bir huşu verir, insanlardan kaçıp bir yere kapanıldığı ve insanlarla her türlü rabıtalar kesildiği zaman yalnızlık insana bir gurur verir.


     Yine bir sürü dert, yine bir sürü ukalalık... Sen benden ne zaman kurtulacaksın bilmem ki?... Belki geberdiğim zaman... Mamafih ben senden hiçbir zaman kurtulmak istemiyorum. Hele bugünlerde... Seni bu kadar aradığım günler nadirdir.


     O zaman etrafıma avazım çıktığı kadar bağırarak diyebileceğim ki: "İşte size benzemeyen bir insan. Siz böyle bir insan olacağına artık inanamıyorsunuz, fakat işte bana benzeyen bir insan..." 

     Eskiden sahiden güler, neşeli olur ve buna kendim de inanırdım? Bugün belki yine eskisi gibi olduğum günler var, fakat hepsi mekanik ve asıl mühim nokta: Kendi neşeme ve gülüşüme kendim de inanmıyorum, ve inandığım anda suni olduğumu da sezinliyorum. Zannediyorum ki başkaları da yavaş yavaş bunun farkında oluyorlar... Cehennemin dibine...


     Rüzgar şiiri - Sabahattin Ali


     Sabahattin Ali - Kırlangıçlar öyküsü


     Her zaman akıllıyımdır zaten ve hiçbir şeyi delice yapıvermem, yalnız kötü bir talih beni yapıyor, hareketlerimi delice yapıyor.


     Sabahattin Ali - Son Mektup şiiri


     Zaten kafam trenlerin bekleme salonlarındaki kanepelere döndü bu gelip gidenlerle.


     İnsan bu sonsuz manasızlıklar arasında, insanlığını unutmamak için okumaktan, etrafından bu şekilde bir müddet ayrılmaktan başka ne yapabilir?...


     İnsan yanında kafa dengi bir kişi bile olmadan kafasının istediği istikameti bulup yürüyebilir. Ve bu kafanın istediği doğruluğa gitmek bir hayli mühim zevktir. Tabii duyabilene...


     "Böyle çaresiz, boynu eğik, gözlerimiz kapalı ölüme koşmak için mi geldik dünyaya? Ne yaparsak yapalım, bu zaafımızla pek ağlanacak haldeyiz."  Ayşe Sıtkı


     "Üç yol var; ya deli olacağım, ya intihar edeceğim yahut da bu dert geçecek..." Ayşe Sıtkı


     Göğsümüzü açıp baksalar bastırılmış hisleri görerek gümrük antreposu zannederler.

     Sana son nasihatim: Senin için güzel, derin ve zevk verici bir şey olduğu, sana bir şeyler ilave ettiği müddetçe alabildiğine aşık ol! Hiç kimseyi dinleme, hiçbir akıllıca fikre kulak asma, kendini aşka tamamen ver. Fakat aşıklık sana üzüntü vermeye, seni şevkli çalışmaktan uzaklaştırmaya, hayatı sana manasız göstermeye başlarsa derhal vazgeç.


     Ne olacak, yalnız olduktan ve beş on kitaba sarıldıktan sonra...


     Sabahattin Ali - Şaka isimli hikayesi


     Evlenen delikanlıların bu halini görünce bekar kaldığıma şükrediyorum. İhtimal bu şükrün sebeplerinden biri de, nasıl olsa evlenemeyeceğimi bilmekten doğan bir hüznü örtmek ihtiyacıdır.


     Seni hep eskisi gibi, hatta eskisinden daha çok sevdiğim halde yavaş yavaş kafamda reel tarafların azalıyor. Adeta çok sevdiğim bir romanın çok sevdiğim bir şahsı gibi düşünüyorum seni... Ve bunun için muhakkak görme arzusu duyuyorum. Seni yakından gördüğüm elini sıktığım zaman, yan yana oturup konuştuğumuz zaman mevcudiyetinin hakikatini tam olarak anlayabileceğim.


     Senden cevap alıncaya kadar yazmamak niyetinde idim. Fakat dayanamadım. Mühim bir havadisim var: Evleniyorum. Hatta nişanlandım bile. Sen benim gibi kelepiri kaçırdığınla kal.


     Seninle kafalarımızın her şeye rağmen birbirinden ayrılmaz bir tarafı var...


     Bilirsin ki; ne olursa olsun; kafam kendisine senin kafandan daha yakın olanını bulamayacaktır.


     Herhalde vaktini boş geçirme, boş zamanlarında tek başına deniz kenarına, hatta şehir dışına bir yere git, arkası üstü yat, gökyüzüne baka baka düşün... Dünyada bu kadar enfes şey yoktur. İnsan uyusa bile bir başka türlü uyuyor ve uykusunda bile kafası şuurlu işliyor...


   


   
   


     

26 Eylül 2013 Perşembe

İle * Oruç Aruoba

     Uzun zaman sonra yeniden post yazmanın heyecanı içindeyim. Yaz tatili sonrasında anca vakit bulabildim. Bu kitabı çok önceden okumuştum ama yazmak kısmet olmadı, bu aralar baktım ki sürekli bu kitabın içine göz gezdiriyorum, hal böyleyken post yazayım dedim. İyi okumalar.


     gelerek Getiren'lere / giderek Götüren'lere adanmıştır...


     Canım ---
     işte yalnızca bunu yazdım; ne yazacağımı bilmiyorum, düşünmedim de --- öylesine, bu sözcüğü yazdım:-
     Canım.


     Akşam
Bütün bu yazdıklarım belirli bir anlamda, anlamsız --- sen geleceksin, kararını vermiş olacaksın : en azından, umuyorum öyle olur.
     B e n i m   k a r a r ı m d a   b i r   d e ğ i ş i k l i k   y o k.


     O haftayı nasıl geçirdin --- en çok merak ettiğim bu: "Arar mı?" , "Arayacak mı?" , "Niye aramıyor?" , "Hiç aramayacak mı?" ... --- Böyle mi?!...
     "Tahmin edemeyeceğim kadar"...
     Tahmin ede b i l i y o r u m oysa ---


     "Derin ve ağır bir acı çekiyorum."



     "Eski çektirdiğim acılar için üzülmedim, üzülmüyorum --- şimdi acı çektirirsem, üzülürüm."


     Çok yavaş gelişir bende yaşam yönelmeleri --- dinazorlar gibi : gövdesinin ucundan gelen bir sinir uyarısının beynine ulaşması birkaç saniye süren... Benimkiler daha da uzun --- yıllar sürüyor!


     O ta önceki yerleşik acı artık katılaştı, kalıcı bir ur haline geldi : onunla da birlikte yaşamayı, ona da katlanmayı öğrenirim herhalde --- olmazsa da, olmaz, zaten!...


     - Elden çıkarmak istemediğin gerçekler vardı, herhalde : bir yarım - yamalak felsefecinin hayali olmak ise, istemedin. Oysa, onun, yaşamında bir kez olsun gerçekleştirdiği, gerçek hale getirebildiği tek hayali olabilirdin --- hatta, sanıyorum, b u n u  istiyordun da... 


     işte, ben hala v a r ı m; bütün acıları ölçüp biçip tartarak --- sense, kayan bir yıldız gibi hızla uzaklaşıyor; son anda da dönüp bir göz kırpıyorsun, yalnızca...


     seni, s e n  olarak, özlüyorum...


     "Her insan bir uçurumdur. Başını döndürür kişinin, gidip aşağı bakınca." GEORG BÜCHNER- Woyzeck


     " Elele yürümek --- bunu yapabilecek miyiz? diye sormak istemiştim sana:-
     Herhalde --- galiba Kemal Demirel'den yıllar önce işittiğim belki onun kendi sözü olan --- o sözü anımsamıştım: Sevgi, iki insanın birbirlerinin yüzlerine bakmaları değil, birlikte aynı yöne bakmalarıdır.

     Ve tabii, 'yürümek' --- bu konuda kafamı nasıl bozmuş olduğumu biliyorsun : y ü r ü m e --- b i r l i k t e yürüme... --- Daha ulu birşey bilmiyorum. --- Sevişmek bile, bütün yakınlığıyla, yüceliğiyle, güzelliğiyle; ama, patlayan ve sönen tutkusuyla, heyecanıyla, doyumuyla, birlikte yürümekten daha üstün değil --- hele, bir de, birlikte gidilecek bir yer (bir amaç, bir erek) varsa...
Yürüyüş ---
Ne kavram ama!...


     "Beni alıp huzuru bilen güneşin en güzel batışını seyretmeye götür buralardan... --- Beni alıp güneşe götür ki son bir kez daha yanayım..."

     Ben, yalnızca, seni; sen, yalnızca, beni
     --- herşeyinle herşeyi yapabileceğin tek bir --- bir, tek, o --- kişi...




     "Birbirinden en ayrı gemilerde bile bizim için yol aynı olurdu, nehirden yukarı --- çünkü bizi aynı kaynak bekliyor." R.M.Rilke Lou von A-Salomé, Lebensrückblick


     Bak --- bir rastlantı değilsin sen : şu garip yaşamımın ulaşmak zorunda olduğu bir noktasın ( ---artık 'noktaydın', mı, demeli?...)

     Biliyorum ki bütünüyle sana yönelmişti yaşamım; belki, gerçekleştirilebilirlik 'derecesi'nden hep kuşkulanarak, ama, bütünlüğünden ---bütün olması gerektiğinden --- emin olarak --- kendi bütünlüğümü ortaya koyarak; senden de kendi bütünlüğünü isteyerek...


     Senin, sahici, içten sesini, kulağıma birşeyler fısıldarken işitmek, ---


     Öyle konuşuyorduk sen ile ben, o dille --- öylesine yakın olurduk ki, bazen, garip bir duygu duyardım : akıllarımız öpüşüyormuş; zihinlerimiz sevişiyormuş gibi --- birbirlerinin içine girmiş, orada buldukları yollarda elele yürüyorlarmış gibi...
'İlişki' denilen şeyden başka ne bekleyebilirdik ki?...


     Korkma
     geçeceğiz yalın çirkinliğinden
     ölçülü mezarların, büyük bir yolun kestiği yerde
     ve bütün insanların ufak ufak ölü olduğu
     O zaman yavaşça öpeceksin beni
          Laleler ve Bacalar - E. E. CUMMİNGS


     " Bir tek senin varlığın, beni yaşatan" dedim --- bu nasıl olabilirdi ki---

     Senin dünyana hiç ulaşamayacaktım : senin dünyanı oluşuran bakış, benim bakışım olmamıştı hiç, senin yaşadıklarını ben hiç yaşamamıştım --- seyirciydim yalnızca senin dünyan karşısında.
     Bu acı verdi bana.
     Ancak bir kez çıkıp inmiştim o yokuşu senin ile birlikte --- onu ne çok kez birlikte çıkıp inmemiş olduğumuzu görmekten başka birşey de veremezdi artık bana: Senin yokuşun, benim yokuşum olmamıştı --- " Çok geç" düşüncesi belirdi kafamda ---


     En uç durumu düşün : sen ile ben, hiç 'birarada' olmadan da 'birlikte' olabiliriz --- ben, tek başıma bir şey yaparken seni düşünerek yapıyorsam, yaptığımı; sen de, tek başına bir şey yaparken beni düşünerek yapıyorsan, yaptığını, birlikteyizdir.
Bu bir avuntu mu?


     Ne
     demektir dokunmak
     ya da Ne yapar bir el
     senin saçınla
     benim hayalimde
           E. E. CUMMİNGS


     sen, bana, kendi ilkemi anımsattın (bazı şeyleri (belki, her bir şeyi) yaşayıp bitirmek gerekir; yoksa, yaşanıp durdukça, bayatlarlar.); bense, "S.çayım ilkemin içine --- ben seni seviyorum." dedim.


    Y O K K E N --- OYSA Kİ :
    V A R S I N...
     --- Bunun ne demek olduğunu da   h i ç   anlamış değilim ---
     ama biliyorum ki, h e p,
     öyle...



     --- Bugün, şimdi, yalnızca ben biliyorum; ben de öldüğümde de, artık, kimse bilmeyecek...

   
   

     

28 Temmuz 2013 Pazar

Ben Ruhi Bey, Nasılım? * Edip Cansever


     Edip Cansever'in şiirlerini fazlaca sevdiğimden bu şiir kitabını da hemen bitiriverdim. İçerisinde uzun şiirler yer aldığı için sadece beğendiğim kısımlarını yazıyorum. İyi okumalar. :)


Bekler mi beni?
Her yanı ama her yanı çocuklar gibi gülümseyen
Bir sürü yaz gününün içinde.



Böyle sığ hayallerle oyalanmak yerine
Kısacık bir zaman olmalıydı elimde.



Sıradan acılardır çünkü bütün ilgileri toplayan
Oysa sıkıntıyı buruşuk bir iç çamaşırı gibi saklayan
Bu kımıltısız gövde
Görülmemiştir ki hiç görülsün şimdi.



Acımayı unuttum
Sevinmeyi unuttum
Ben her şeyi artık unutuyorum.



İşte
Isınmış parke yolun kokusu
Demek ki ben mutsuzum
Tuhaf bir su içmişim de sanki içim görünüyor
Gözlerim buzdan
İçimde yaz kırıkları



Alıp başımı gitmek isterdim
İsterdim ama, kalırdım.



Sevimsiz bir lunaparkta
Kimsesiz bir atlıkarıncaydım.



-Unutmak! ben büyüdükçe o benim çocukluğum-

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Yaşamın Ucuna Yolculuk * Tezer Özlü


     Sen tüm kentten daha yalnızdın. Okyanus gibi bir yalnızlık.


     Yaşlandıkça insanlarla aramdaki uçurum büyüyor. Arabalardaki, uçaklardaki, resmi dairelerdeki, otobüslerdeki, dükkanlardaki, caddelerdeki insanlarla aramdaki uçurum. Eşyalarla da öyle. Bazı günler elime bir et parçası alamıyorum. Ya da o bütün bir cesedi andıran tavuklar. Kızartabiliyorum, ama yiyemiyorum.


     Ağaçların tepeleri görünüyor. Bugünlerde yavaş yavaş çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçların. Zaman zaman kendimi tüm insanlıktan daha güçlü duyuyorum, ama kendimi aynı anda çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçlar kadar da bırakılmış duyuyorum. Özellikle ben'in, ben'i bıraktığı anlarda. Ya da ikisi bütünleştiğinde. Ve birdenbire, şimdiye dek hiç algılamadığım bir duygu gelip beni buluyor: Bırakılmışlığın Tadı


     Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. Ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı. Ama sen. Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. Birisinin teniyle yanyana olmak, kendi var oluşumu unutmak mı. Ya da daha derin algılamak mı. Kendi varoluşum. Her varoluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu.
     Yaşamın, daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok.



     Bir bedenin üzerinde dolaşan her el, kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki beden üzerinde.


     Acımın derinliğinde, benim için artakalan hiçbir şey yok. Yalnızlığımı algılamamın gururu bile.


     Her zaman canlı, her zaman somut bir olguya yaklaşmak isteyen kadını gözetledim. Kimseyle değil, ama yalnız kendi kendiyle kadın olan, kadın kalabilen insanı gözetledim.






All is the same
Time has gone by

Some day you come
Some day you'll die.
Some one has died
long time ago.


     Şimdi ayışığı sonatı burada. Başka da bir şeyimiz yok.


     Şimdi burada Ay Işığı Sonatı var. Uykuyu bulmaya çalışacağım. Belki dışarı çıkarım. Belki.


     Öykü ve şiir yaratmak için doğmuş olanlar, aşık olmakla yetinmezler, çünkü aşkın sanatsal bir yapıtı oluşturacak entelektüel örgüsü yoktur.


     Her anı ölüdür.


     "İnsan sevgiye biri yanımızda olmadığından acı çekene dek dayanır; oysa gerçek yalnızlık dayanılmaz bir hücredir."


     
Gövdeler iç içe girdiğinde de sevginin gerçekleşmesi olanaksız mı. O sonsuz boşalma anında da sevgi doyumsuz, insan yalnız mı. Doğum anında. Ölüm anında.


     İnsan ne denli derin düşünebiliyorsa, sevgisi de o denli derindir. O denli doyumsuzdur. Ve acısı da o denli büyük. Yaşam acısı.


     Özlem duymuyorum. Bir beklediğim de yok. Acı da duymuyorum. Açlık da. Uyku da. Ama belki her şeyi bürüyen bir acı. Ah, derinliğinde duygular aradığım benliğimden de öte, benliğimden de büyük. O zaman uzun gecelerin o güzel teni ile karşılaşıyorum. Ya da arka avludaki çıplak ağacın.



     Ama her şey içimizde büyüdü. Büyüdü. İnsan sevgisi zaman zaman yalnızlığımızın boyutlarını aştı, daha derin, daha dayanılmaz boyutlara iteledi. O zaman kentin denizlerini izledik. Dalgaların köpüklerinin sonsuzluğu anımsattığı bir zaman ışığında Kuzey rüzgarının mavi-yeşile bürüdüğü suların yüzeyinde. O kentte kimse mutlu olmadı, ama kimse mutsuz da değildi. Çünkü kimse inanmaz mutluluğa. O kenttesin. Bana kış mevsiminin ve ölümlerin şarkılarını bırakıyorsun.


     
Çocukluğumda yeryüzünün sonsuzluğunu algılayabiliyordum, ama yaşlı kadınların yalnızlığını değil.


     Büyümenin yaşlanmak demek olduğunu bilmiyordum.


     Uğraştığı işle, çıktığı gezilerle, oturduğu insanlarla, arkadaşlarıyla ya da herhangi bir hareketliliğiyle yaşayan bir insan değilsin. Tersine, her davranışında gene kendini yaşıyorsun, bir yolculuğa çıkmak için de bu nedenle karar veremiyorsun. Nasılsa her gittiğin yerde kendinsin.


     Hayır, hayır. Artık o genç insanın korkutucu arayışı içinde değilim. Ne yaşantıları, ne de insan sıcaklığını arıyorum. Bugün, hem insan sıcaklığını, hem de sevgiyi yalnız kendi içimde taşıyorum. Yani sevgisizim. Ve soğuk. Kent resimlerini kendimle taşıyorum. Bütün yolculuklarımın, yolculuklardan oluşan yaşamımın bütün insan resimlerini. Ya da sürekli kalışımın. Ardımda, ne yaşayan, ne de ölen insan sevgisiyle. Tüm yaşantılarım genel bir insan sevgisine dönüştü. Ve ben orada duruyorum. Duyguların genelliğinde. Başka hiçbir şey. Soyut, genel, duygusal, yaz bulutları gibi bir sevgi. Birdenbire sağnakla da boşalabilir. Hafif bir esintiyle de yitebilir. Sağnak da benim. Esintiler de. Ve ardından güneş çıkınca, gökyüzü bulutsuz olunca, o zaman kentlerle, tren raylarıyla, toprak yollarla, bozkırla, denizlerle, gecelerle, sabahlarla, insan gövdeleriyle, yalnızlığımla bağlantılı anıların ne acı verici, ne de mutlu kılıcı duygularını taşıyacağım. Bomboş var olacağım. Kendi doluluğumun boşluğunda. Ve bir başıma. Ve bağımsız. Ovadaki yalnız ağaç gibi. Yaşlı ve büyük. Ve yalnız. O vadide. Bir yamaçta. Başıma buyrukluğuma hayranım. Sayısız görüntülerden sayısız uykusuz gecelerden, sayısız güneş ışınlarından, sayısız tren, otobüs, uçak ve gemi yolculuklarından, yürüyüşlerden artakalan tek olgum. Sayısız bedenlerden, kitaplardan, galeri duvarlarından, müze koridorlarındaki salonlardaki sayısız resimlerden, sayısız anılardan, sayısız saatlerden, günlerden, haftalardan, aylardan, onyıllardan, İstanbul Boğazının su yüzeyine baktığım, baktığım. Tanıdığım, tanımadığım sayısız insanla aramda geçen konuşmadan. Başladıkları an zaten bitmiş olan sayısız sevgiden. Kendimi sevdiğim başkalarının bedenlerinden. Ülkelerden, sistemlerden, bürokrasiden, demokrasiden, dünyanın tüm savaşlarından, tüm yönetimlerinden, tüm polislerinden ve futbol takımlarından artakalan yalnız kendi doluluğumun boşluğu. Kendi bağımsızlığım. Başıma buyrukluğum. Yeryüzü küresinin o herhangi bir ovasındaki ağaç gibi katı ve yalnız. Bir yıl bile geri dönmek istemem. Bir an bile. Bu eriştiğim sınırsızık içinde nasıl geçirebilirim yeniden o geçilmez sınırları. Dünyanın hiçbir yerinde artık insan hakları için çaba gösteremem. Hiçbir ülkesinde. Ülke derken, hem kendi ülkemi, hem üzerinde var olduğumuz bu kahredilmiş yeryüzünü anlıyorum.


     Artık gitmeyeceğim. Nereden geldiğim sorusunu yanıtlamak istemiyorum. Hiçbir yerden gelmiyorum. Kendimden başka.


     Uğraştığı işle, çıktığı gezilerle, oturduğu insanlarla, gittiği kahvelerle, aradığı arkadaşlarıyla ya da herhangi bir hareketliliğiyle yaşayan bir insan değilsin. Tersine, her davranışında gene kendini yaşıyorsun, bir yolculuğa çıkmak için de bu nedenle karar veremiyorsun. Nasılsa her gittiğin yerde kendinsin.


     Yaşanacak bir yaşam vardır
     Binilecek bisikletler vardır
     Yürünecek yaya kaldırımları ve tadına varılacak güneş batışları vardır.


     Sen düşüncelerle yaşıyorsun, diğerleri gerçeklerle.


     Ondan bana ulaşan bir duygu var. Durgunluk diyebileceğim rahatlatıcı bir sevinç. Bunu belki de ben yaratıyorum ve onun kişiliğinde birleştiriyorum. O susarken, sigara içerken, bakarken, uyurken, severken, solurken. Sanki bunalımı bile rahatlatıcı. O varken ya da yokken. İşte bu duygu nedeniyle onunla olmalıyım, onsuz bile olsam. Bu duygu beni hem yaşatıyor, hem de bana ölümü mümkün kılıyor.


     Tüm ince duyguları, tüm bağlılıkları, kendini verme isteğini, bir tutukevinde gibi, ağır bir yük gibi yüreğinde hapsetmek zorunda bırakılmıştı.


     Yaşamım boyunca uykuyu beklediğim kadar hiçbir şeyi beklemedim.


     Bir gezinti tüm günü ısıtabilir. Ama geceler öldürüyor beni.


     Hiçbir şeyin değişmeyeceği umutsuzluğuna kapıldığım kısa anlar kadar korkunç ve umutsuz anlar tanımıyorum.


     Oysa bugünkü yalnızlığım içinde ne denli güçlü ve mutluyum. Kendi sınırlarımın sonuna doğru çıktığım bu yolculuğun herhangi bir anında nasıl bağımsızım. Bir başımalığı nasıl derinden duyabiliyorum. Ne kadar mutluyum.


     Bu diş ağrıları garip bünyemin bir başkaldırışı. Diğer duyguları bana unutturmak için, dişim ağrıyor. Artık ağrımasın. Hiçbir şey anımsamıyorum. Özlemiyorum. İstemiyorum.


     Bir ülkenin zaferi, diğer ülkenin yenilgisi. Zaferler de, yenilgiler de insan ölüleri üzerinden geçiyor.


     Çünkü gene hiçbir yerdeyim. Üzgün değilim. Mutlu da değilim. Duygusal burukluklardan uzağım.


     Yalnız sağlıklı insan aklı ile yaşansaydı, değmezdi yaşamaya can sıkıcı olurdu. Tam aksine güzel olan dünyanın gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırması.


     Gençken de hem yaşlı, hem çocuk değil miydim.


     Aklın sınırları can sıkıcıydı, yaşam boyu yeterli olamazdı. Bir boyut daha kazanmak gerekirdi, herkesin erişemediği bir boyut daha kazanmak, diyorum. Akıldan öte giden, akıldan daha derinlere varan bir boyut olmalıydı.
     Ve küçük yaşlarımdan beri beni ilgilendiren deliliğin boyutlarına ne denli gerçek ve ne denli cesur atılımımı düşünüyorum. Yaşamımda elde edebildiğim bir tek başka boyut var. Kimsenin sahip olamadığı bir boyut. Cesaretleri yetmediği için sahip olamadıkları bir boyut. Kendi kendilerine kıyamadıkları için, yaşam boyunca sürüklenip çıkamadıkları aklın boyutları. Deliliğin derin boyutunu tanıyorum, diyorum. Akıl ve delilik arasındaki o ince çizgiyi. Önümde açılan puslu Akdeniz'in gökyüzüyle birleştiği ufuk çizgisi gibi. Denizin nerede bittiği, gökyüzünün nerede başladığının belirlenmediği sınır çizgisi gibi. Artık kimse karşıma çıkıp, bana bencil olduğumu söylemesin. Her "ben" bencildir, her "kır" kırsal olduğu gibi.
     Her olgu, her varlık nasıl olabilecekse, öyle. Güvercinler uçuyor.


                            


     "Hiçbir zaman sakin olamamak belki de benim yazgım." Italo Svevo


     Az sonra sokaklar, ardından da gökyüzü kararacak, gece inecek, yalnızları daha yalnız, hastaları daha hasta kılmak için.


     Derin, uzun bir uykuyu arzuluyorum. Başka hiçbir şey.


     İyi ki, daha önceden odaya girip, kapımı kitledim. Yanımda kimsenin bulunmaması da en büyük mutluluk.


                            


     Her gidiş, her yolculuk, kendi "benimin" bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniştir.


     Her duygusal kıpırdanışa ölene dek ihtiyacım var.


     Bütün yaşama cesaretimi ölülerden alıyorum. Anlatılarında yaşadığım ölülerden. Bu kahrolası dünyayı, yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden. Dünyanın ihtiyacı olan her olguyu vermiş, söylemiş, yazmış ölülerden.


                            


     "Verilmiş bir öpücük hiçbir zaman kaybolmamış demektir."

     Bugün artık belli bir erkeği mi, ya da erkekliği mi sevmek gerekiyor.


     Yüzüyorum. Denizin uzantısındaki sularda. Öylesine yorgunum ki, boğulabilirim. Ama denize duyduğum büyük özlemle uzun süre suda kalabiliyorum.


     Güneşin altında uzanıyorum. Günlük görüntülerin tümü yitik. Yalnız kendi iç sesimleyim. Ender günlere özgü, dayanılmaz baskıdan kopuşum.


     Radyoda şarkılar dinledim. Hiç bilmediğim için bana güzel gelen şarkılar. Hiçbir çağrışım uyandırmadığı için.


     Artık sözcüklerin beni rahat bırakmasını istiyorum.


     Yeşili, denizi görmek istiyorum. Kendimi unutmak istiyorum.


     İçine doğru yol aldığım gecenin yalnızlığından korkuyorum.


     Yazın kötümserlikten doğar.


     Her gece ölüyorum. Sonra ölümden kaçıp yeniden canlanıyorum. Her yirmi dört saat, hem yaşam, hem ölüm.


     Kendinize bakın. Bana gelince, kendimi buz parçası içindeki balık gibi duyuyorum.