17 Kasım 2014 Pazartesi

Dönüşüm * Franz Kafka

     - "Kafka ile yaşamak, acınacak güncelliğimizin en büyük umudu." Tezer Özlü


     - "Ölüm, bir hayata son veriyor; ama bir ilişkiyi bitiremiyor..." Şükran Güngör


     - "... o sesin yokluğuna sanırım hiç alışamayacağım. Çünkü Kafka'yı okumak gibi, o sesi duymak da benim için hayatımızın acınası sıradanlığı içerisine hep en büyük umutlardan biri olmuştur." Şükran Güngör


     - "Küçük öykümün kahramanına gelince, onun durumu bugün çok kötüydü, oysa söz konusu olan şey, şimdi artık kalıcıya dönüşen mutsuzluğunun yalnızca son aşaması." Kafka -  Felice'ye Mektuplar


    -"Sevgilim!
     Seni düşünerek dinlenmek için şimdi bir yana bıraktığım bu öykü, nasıl da eşi bulunmaz bir iğrençlikte! Şimdiden yarıyı biraz geçmiş durumda ve ben genelde de bu öyküden memnun değilim, ama iğrençliği hiç kuşkusuz sınırsız, ve gördüğün gibi, bu tür şeyler içinde seni de barındıran, senin içinde oturmaya katlandığın aynı yürekten geliyor. Buna üzülme, çünkü kim bilir, belki yazdıkça ve kendimi özgür kıldıkça, senin gözünde daha arınmış ve sana daha layık biri olacağım, ama şurası kesin ki, içimden atmam gereken daha çok şey var, ve geceler hiçbir zaman bir yanıyla da insanı şehvete sürükleyen bu işe yetecek kadar uzun değil."  Kafka - Felice'ye Mektuplar


     - "Ağla sevgilim, çünkü ağlamanın zamanıdır şimdi! Küçük öykümün kahramanı bir süre önce öldü. Eğer bir teselli olacaksa senin için, o zaman bil ki, yeterince huzurlu ve herkesle barışık öldü. Öykünün kendisi bitmedi henüz, artık içimde istem duymuyorum ve sonunu sabaha kadar bekleteceğim. Zaten saat yeterince geç ve dünkü aksamanın üstesinden gelebilmek için çok çalıştım. Yorgunluklarımla öteki aksamaların ve aslında bu öyküye ait olmayan üzüntülerin öykünün bazı yerlerine açıkça yansımış olması çok yazık, çok daha yalın işleyebilirdim...,İşte içimi sürekli oyan duygu da bu zaten; içimde duyduğum yaratıcı güçlerle ben, daha elverişli yaşam koşullarında şimdikinden daha yalın, etkili ve sistemli bir çalışma ortaya çıkarabilirdim. Bu, hiçbir akıl ve mantığın söküp atamayacağı bir duygu; oysa gerçek koşulların dışında koşulların bulunmadığını, olmasının da beklenemeyeceğini söyleyen mantık da haklı. Her neyse, yarın öykümü bitirebileceğimi, öbür gün de yeniden romana dönebileceğimi umuyorum." Kafka - Felice'ye Mektuplar


     - "(...) şimdi evde Dönüşüm'ü okuyorum ve kötü buluyorum. Belki gerçekten yitik biriyim, bu sabahki hüzün yeniden gelecek, karşısında uzun süre dayanamayacağım, çünkü beni umarsızlığa sürüklemekte. Bir günce tutma isteği bile gelmiyor içimden, belki içi eksiklerle dolu olduğu için, belki hep yarım kalmış ve görünüşe göre yarım kalması zorunlu eylemleri yazdığımdan ötürü, belki de yazmak bile hüzünlü olmama yol açtığından dolayı." Günce - Kafka'dan Kurt Wolff'a


     - "Herkes, beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor. Şimdi hayvanlarla ilgili bunca şey yazılmasının nedeni de bu. Özgür ve doğal bir yaşama duyulan özlemin ifadesi. Oysa insanlar için doğal yaşam, insanca yaşamdır. Ama bunu anlamıyorlar. Anlamak istemiyorlar. İnsan gibi yaşamak çok güç, o nedenle hiç olmazsa kurgusal düzeyde bundan kurtulma isteği var... Hayvana geri dönülüyor. Böylesi, insanca yaşamaktan çok daha kolay. Herkes sürüye katıldığından ötürü güven içerisinde, kentlerin yollarından geçip işe, yemliklerin başına ve eğlenceye gidiyor. Tıpkı büroda olduğu gibi, sınırları iyice çizilmiş bir yaşam. Böylesi bir yaşamda mucizeler değil, yalnızca kullanma talimatları, doldurulacak başvuru formları ve kurallar var. Özgürlükten ve sorumluluktan korkuluyor. O nedenle insanlar, kendi yaptıkları parmaklıkların ardında boğulmayı yeğliyorlar." Kafka - Gustav Janouch konuşmaları

8 Ekim 2014 Çarşamba

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği * Milan Kundera

     - Yüklerin en ağırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere yapıştırır bu ağırlık. Öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde, kadın erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler. O halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun da imgesidir. Yük ne kadar ağır olursa, yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne, daha gerçek, daha içten olur.


     
- Ne istediğini bilmemenin aslında son derece doğal olduğunu anlayıncaya kadar kızdı kendine.





     - Einmal ist keinmal: Sadece bir kere olan şey, hiç olmamış sayılır. (Alman özdeyişi)


     - Sadece bir tek hayat yaşadığımız için bu hayatı öncekilerle karşılaştıramaz ya da kusurlarımızı gelecekteki hayatlarımızda gideremeyiz; bu nedenle de ne istediğimizi bilemeyiz.... Karşılaştırma fırsatı olmadığı için hangi kararın daha iyi olduğunu sınamanın bir yolu yok. Olaylar nasıl gelişirse öyle yaşıyoruz, Önceden uyarılmaksızın, rolünü ezberlemeden sahneye çıkan bir tiyatro oyuncusu gibi. Yaşam öncesi ilk prova yaşamın ta kendisiyse, ne değeri olabilir yaşamanın?







     - Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur. (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu)


     -
Ama güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olunca, güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmak zorundaydılar.





     - İstediğin sonsuzluksa, kapatıver gözlerini!


     - Ona kadınların en bayağısı gibi, "Beni bırakma, bana sıkı sarıl, oyuncağın yap beni, kölen yap, güçlü ol!" demek için karşı konuşmaz bir arzu duydu. Ama bunlar söyleyemeyeceği sözlerdi. Erkeğin kollarından kurtulduğunda söyleyebildiği tek şey, "Seninle birlikte olmaktan ne kadar mutluyum bilemezsin." oldu. Kendini ele vermekten kaçınan kişiliği en çok bu kadarını dışavurmasına izin veriyordu.


     - Sabina kendi melankolik hayallerine dalmış gitmişti; kendisine buyruklar yağdıran bir erkek olsaydı yaşamında, ne olurdu acaba? Efendisi olmak isteyen bir erkek? Ona ne kadar katlanabilirdi Sabina? Beş dakika bile katlanamazdı! Bundan da şu çıkıyordu ki hiçbir erkek onun aradığı erkek değildi. İster güçlü olsun ister zayıf.


     -
Sabina için gerçek yaşamak, ne kendi kendimize ne de başkalarına yalan söylememek, ancak insanlardan uzak olunduğunda mümkündü; yaptığımız işlere başkasının gözü değdiği an, ister istemez o göze hoş görünmeye çalışırız ve yaptğımız hiçbir şey dürüstçe olmaz. Bizi seyreden birilerinin olması, bizi seyredenleri bir türlü aklımızdan çıkaramamak, yalanlar içinde yaşamak demektir.


     - Kişi özel yaşamında başka bir şeydi, başkalarıyla birlikteyken bambaşka bir şey.


     -
Ona ne olduğunu soracak olsalar, kendisi de cevap vermekte güçlük çekerdi.


     -
Vaat ile güvencesizlik arasındaki dengeyi bozmuştu. (gereği gibi sağlandığında, bu denge oynaşmadaki ustalığın göstergesidir); çok ateşli vaatlerde bulunuyor, ama kendi açısından vaatlerin güvencesi olmadığında açıkça belirtmiyordu. 'Gelin, ben hazırım,' diyormuş izlenimi uyandırmanın başka bir yoluydu bu. Ama erkekler kendilerine vaat edildiğini sandıkları şeyi istediklerinde, güçlü bir direnmeyle karşılaşıyorlardı. Bulabildikleri tek açıklama da onun kötü, hileci bir kadın olduğuydu.


     - Tomas gülümsemelere katlanamıyordu. Her yerde bir gülümseme gördüğünü sanıyordu, hatta sokaktaki yabancıların yüzlerinde bile. Uykuları kaçmaya başladı. Olabilir miydi? Bu insanlara gerçekten bu kadar çok mu değer veriyordu? Hayır. Onlar hakkında söyleyecek iyi bir sözü yoktu ve bakışlarının onu bu kadar rahatsız etmesine izin verdiği için de kendi kendine kızıyordu. Son derece mantıksızdı bu. İnsanlara bu kadar az saygısı olan bir kişi nasıl olur da onların kendisi hakkında ne düşündüklerine bu kadar çok önem verirdi?


     - Çok iyi biliyordum ki, bir ay daha geceler boyunca seni beklemekle geçecek ve sen geldiğinde ben daha da çirkin görüneceğim, sen de daha çok hayal kırıklığına uğrayacaksın.


     
- Evet, bir kocanın cenazesi karısının gerçek düğünüdür! Yaşam boyu süren didinip uğraşmalarının zirvesi! Bütün çektiklerinin ödülü!


     -
Köyde yaşamak onlara açık olan tek kaçış yoluydu çünkü; yalnızca köyde sürekli bir insan azlığı ve yaşanacak yer çokluğu vardı.

    



   


     

2 Eylül 2014 Salı

Kürtaj * Richard Brautigan

     - Bira rekorunun ve birkaç eski bakışın gücüne sığınarak harekete geçtim. Bira ve eski bakışlar iyi bir karışımdır; çalıştı.


     - Cümle boşlukta yetiştirilmiş bir çiçek gibi havada bir an asılı kalıp, içime bir yerlere doğru yöneldi.


     - Burasıyla işim bittiğinde kendime yapacak başka bir iş bulacağım. Geleceğin benim için sakladığı daha bir yığın şey var bence.


     - Vida'yla ilk karşılaştığımda yanlış bir bedenin içindeydi ve insanlara bakamadığı açıkça belli oluyordu, içinde olduğu şeyden sıyrılıp çıkmak ve ondan saklanmak ister gibi bir hali vardı.


     
- Neye baktığını bilmiyorum ama ısrarla bir şeye bakıyordu. Galiba baktığı şey onun içindeydi. Yalnızca onun görebileceği bir şeydi.


     - "Mutlu olmanız çok iyi," dedi. Mutlu sözcüğünü, sanki ona çok uzaklardan teleskopla bakıyormuş gibi söyledi.


     - Sanki bedeni bir şatoydu ve içinde bir prenses yaşıyordu.


     - Bütün hayatını, kendi öz bedeninden, sanki ikinci sınıf filmlerdeki canavarlardan biriymiş gibi saklanarak ve buna rağmen onu yemek, uyumak ve bir yerden bir yere gitmek için kullanmak zorunda kalarak geçirdiğini düşünebiliyor musun? "Ne zaman banyo yapsam kusacak gibi oluyorum. Yanlış kabuğun içindeyim ben."


   
 - 
Çok iyi kahve yaparım. Uzmanlık alanımdır benim. Bana Kafein Kraliçesi diyebilirsin.


     - 
Bu gece buraya bedenimi fil gibi ve ucubik olarak anlatan bir kitapla gelmiştim, ama şu anda, bu hantal makineyi kullanarak, bu tuhaf kütüphanede senin yanında yatmak istiyorum.


     - Çocukları severim ama henüz zamanı değil. Kendini maksimum düzeyde onlara veremiyorsan beklemek en iyisidir. Dünyada çok fazla çocuk var ama yeterince sevgi yok. Kürtaj tek çözüm.


     - Bedenen dışarıda olmak pencereden veya kapıdan bakmaya hiç benzemiyordu. Kendimi tuhaf hissederek kaldırım boyunca beceriksizce caddenin aşağısına doğru yürüdüm. Beton oldukça sert ve saldırgandı, ya da ben çok hafif ve etkisizdim.

     - Bizler giderek müşkülpesent olurken hayattaki bazı şeylerin hep basit kalması ne gariptir.


     - "Dünyada bir; sürü belki var ama yeterince insan yok."

     - "Mutlu insanların öyküsü yoktur."


   

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Alacakaranlık * Sadık Hidayet

     - Bu sakin, huzur verici, kalabalık ve büyüleyici manzara, sıcak gökyüzü ve boğucu hava altında Susen için tekdüze ve kasvet vericiydi. Atalarının ruhu, ona miras kalan ruh, bütün bu yapmacık şeylerin önünde isyan etti. Bütün bu insanlar, koşuşturmaları, eğlenceleri, çalışmaları Susen'de nefret hissi uyandırdı ve hassas yüreğini sıkıştırdı. Kaçmak, çöllere vurmak, bir arınanda gizlenmek geliyordu içinden.


     - Takındığı alımlı hali onu daha çok bir robota veya taşbebeğe benzetmişti. Düşlerde görülebilen, cinli perili masallarda tasavvur edilen insanlar şeklinde görünüyordu. Ya da mahir bir ressamın düşüncesiyle yarattığı ve tuvalinde canlanıp çıkan biri gibiydi. Gençti yüzü. İçine kapanık olduğu için ne neşeli görünüyordu ne üzgün. Bakışları isteksiz, amaçsız ve donuk, hareketleri şeytani nefsin veya tanrısal bir gücün ruh verdiği güzel bir bebek gibiydi. Dış görünüşünden iç dünyasını, donuk, hareketleri şeytani nefsin veya tanrısal bir gücün ruh verdiği güzel bir bebek gibiydi. Dış görünüşünden iç dünyasını, huyunu ve duygularını anlamak mümkün değildi. Yatağa uzanmış haliyle uzaktan zarif ve kırılgan bir heykel gibi görünüyordu. Kirlenir ya da salar düşüncesiyle insan dokunmaya kıyamazdı.


     - Ama düşüncedeki bu gelişme ve insanın gözünün açılması mutsuz etmiş onu. Bunca gelişmeye rağmen insan eskisinden çok mutsuz, çok acı çekiyor. Bu felsefi derde, Hayyam'ın üç bin yıl önce anladığı ve 'Bir bilseler neler çekiyoruz felekten; Gelmeyenler gelmez, gelmez asla!'' dediği bu derde bir çare bulmak lazım.


     - "Kadınların peşinden mi gidiyorsun? Unutma kırbacı; Zerdüşt böyle dediydi." F. Nietzsche


     - Onlar mutlu; özgür; peki biz neyiz? Düşünceleri karışık, birbiriyle vıcık vıcık bir avuç avare gölge!

   
     -Düşünüyorum da, bu kadar sevgi dolu, iyi huylu biri olmana rağmen nasıl oluyor da hiçbir şeye inanmıyorsun?

     - Bak, başa döndük yine işte. Bu konulara girmek istemiyorum. İnsanların iyi ve kötü olmalarının dinle, inançla yok bir ilgisi. Bütün karışıklıklar din adamlarının başının altından çıkmış. Hep din savaşları. Haçlı Savaşları da keşişlerin başının altından çıkmış.


     - "Yeryüzünde hiçbir şey kalıcı değil. Yaşam, iki tahtanın birbirine sürtünmesiyle oluşan, bir an parlayıp tekrar sönen kıvılcıma benzer. Ama biz nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilmeyiz." Buda


     - 
Öylesine kendi düşünce alemine dalmıştı ki varlık ile yokluk arasındaki bir geçitte duruyor ve o anı yaşıyordu, geçmişi, geleceği, zamanı, mekanı bilmeden.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Aşkın Metafiziği * Arthur Schopenhauer

     Siz bilgeler, yüksek ve derin bilgili
     Sizler ki derin düşünür ve bilir misiniz
     Nasıl, nerede ve ne zaman, çiftleştiğini her şeyin
     Niçin sevişildiğini, öpüşüldüğünü?
     Siz ulu bilgeler, yüzüme söyleyin!
     Kafa patlatın bakalım, bana ne olduğuna
     Nerede, nasıl ve ne zaman,
     Niçin başıma geldiğine bunların, hadi kafa patlatın!


     - Çünkü bütün aşklar, istedikleri kadar uçarı, tensellikten, dünyevilikten uzak, ayakları yerden kesik görünsünler, sadece cinsel dürtüde temellenirler: evet, hatta bu âşıklık hali, sadece daha yakından belirlenmiş, daha özelleşmiş, hatta sözcüğün en dar anlamıyla bireyselleşmiş cinsel dürtüdür. Bu görüşe sımsıkı sarılıp cinsel sevginin bütün o kademeleriyle ve ayrıntılarıyla, sadece tiyatrolarda ve romanlarda değil, aynı zamanda hayatta da; yani, yaşam sevgisinin yanı sıra, bütün itici güçlerin en güçlüsü ve faali olduğunu ispatlamış olduğu, insanlığın genç kesiminin enerji ve gücüyle birlikte düşüncelerinin yarısını sürekli olarak meşgul ettiği, hemen her insan çabasının nihai amacı olduğu, en önemli meselelerde belirleyici etkiler yaptığı, en ciddi meşguliyetleri ve işleri her saat aksattığı, ara sıra en büyük kafaları bile bir sü­re için karıştırdığı, devlet adamlarının görüşmelerinin ve bilginlerin araştırmalarının arasına, bunları bozucu şekilde, ıvır zıvırını sokmayı aşk mektuplarını ve saç buklelerini ta bakanlık evrakının ve felsefi elyazmalarının arasına yerleştirmeyi arsızca becerdiği, aynı şekilde her gün en karmaşık ve en feci kavga dövüşleri körüklediği, en değerli ilişkileri bozduğu, en sağlam bağları koparttığı, kimileyin hayatı ya da sağlığı kimileyin de zenginliği, statü ve rütbeyi ve de mutluluğu kendine kurban seçtiği, hatta aslında merhametli ve dürüst olanları vicdansızlara o zamana kadar sadık olanları birer haine dönüştürdüğü; kı­sacası, bir bütün olarak, her şeyi tersine çevirmeye, karmakarışık etmeye ve yıkmaya çalışan kötü niyetli, düşmanca bir iblis olarak ortaya çıktığı bu gerçek dünyada da oynadığı önemli rolü incelersek, insan şöyle haykırmadan edemez: Bunca gürültü patırtı niye? Niye (bunca) itiş kakış, tepinme, korku, endişe ve dert? Sonuçta amaç, sadece her bir Mecnun’un kendi Leylası’nı bulması değil midir? Böyle önemsiz bir ayrıntı niçin böylesine önemli bir rol oynasın ve iyi düzenlenmiş insan hayatının içine bitimsiz aksaklık ve kargaşa getirsin?


     - Her şeyden önce, erkeğin doğası gereği aşkta vefasızlığa, kadının ise sürekli sadakata eğilimli olduğu gerçeği bu incelemeye girer. Erkeğin aşkı, doyum bulduğu andan itibaren belirgin bir biçimde azalır: Hemen hemen bütün öteki kadınlar onu, sahip olmuş olduğu kadından daha fazla çekerler: Erkek değişiklik özler. Kadının aşkı ise, özellikle o andan sonra artmaya başlar.


     - Bildiğimiz gibi erkek, kendisine yeterince kadın sunulduğu takdirde, kolayca yılda yüz çocuk meydana getirebilir: kadın ise, istediği kadar çok erkeğe sahip olsun, ikiz ihtimalini hesaba katmazsak, yılda sadece bir çocuk dünyaya getirebilir. Bu nedenle erkeğin gözü hep başka kadınlardadır; kadın ise buna karşılık tek bir erkeğe sımsıkı sarı­lır. Bundan ötürü erkeğin eşine sadakati yapaydır, kadınınki doğaldır; dolayısıyla da, kadının ihaneti, nesnel olarak, sonuçları bakımından olduğu kadar, öznel olarak doğaya aykırılığı bakımından da erkeğinkinden çok daha az bağışlanabilir bir ihanettir.


     - Kadınlar otuz otuz beş yaş arasındaki erkekleri, aslında en muhte­şem insan güzelliğini temsil eden gençlere bile özellikle tercih ederler.


     - Âşıklığın en üst derecelerinde bu hayal öylesine ışıldar yaymaya başlar ki, sevgilinin elde edilememesi durumunda hayat bütün cazibesini kaybeder ve öylesine üzüntü dolu, bomboş, tat vermez bir görünüme bürünür ki, ya­şamaya duyulan tiksinti, ölümün korkularına bile baskın gelebilir, bu yüzden de bayat, kimileyin insanın kendi isteğiyle kısaltılabilir.


     - Sormuyorum, aldırmıyorum buna,
     Yüreğinde suçlu musun diye;
     Biliyorum, seni sevdiğimi
     Ne olursan ol. (Shakespeare, Cymb., III, 5)


     - Petrarka’nın tutkusu tatmin edilseydi; o andan itibaren, tıpkı yumurta bıraktıktan sonraki kuş gibi, şarkısı susacaktı.


     - Quien se casa por amores, ha de vivir con dolores (Aşk nedeniyle evlenen, acılar çekerek yaşamak zorundadır.) der bir İspanyol atasö­zü.

7 Ağustos 2014 Perşembe

Kör Baykuş * Sadık Hidayet

                         


     - Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakarlar. Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin. Tek ilaç şarap yardımıyla unutmaktır; afyonun ve uyuşturucu maddelerin sağladığı sahte uykudur. Ama ne yazık ki bu tür devaların da etkileri geçicidir, acıyı kesecekleri yerde çok geçmeden daha da şiddetlendirirler.


     - Lakin tek korkum: yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan.


     - Hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki, başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım.


     - Uzun zamandır başkalarıyla bütün bağlarımı koparmışım, kendimi daha iyi tanımak istiyorum.


     - Ruhlarımız önceki bir hayatta, cisimsiz maddesiz bir alemde karşılaşmış da tek asıldan, tek maddeden oluşmuş, böylece bizim yeniden birleşmemiz adeta kaçınılmaz olmuştu. Ben bu hayatta da onun yanında olmalıydım. Hiçbir zaman el sürmek değildi istediğim; gövdemin görünmez ışınlarının ona değmesi bana yetiyordu. Korkunç macera! İçimde ilk görüşten kalma, aşina bir duygu: Ben onu tanıyorum. İki sevdalı hep aynı hisse kapılmazlar mı, birbirlerine önceden rastladıkları, aralarında esrarlı bağlar olduğu duygusuna kapılmazlar mı? Bu aşağılık dünyada ya onun aşkını isterim, ya da hiç kimsenin! Hem mümkün mü bir başkasının beni etkilemesi?


     - Latif ve el sürülemez varlığı, bende bir tapınma duygusu yaratmıştı.


     - Bense onun gözlerine muhtaçtım, bir bakışı yeterdi; felsefenin bütün müşküllerini, teolojinin bütün muammalarını çözmeme yeterdi. Bir bakışı, diğer rumuz ve sırları alırdı benden, açardı.


     - Ah ne yazık ki çer çöpten, kızgın kumdan, ölü beygir kemiklerinden ve süprüntüleri koklayan bir köpekten başka, yoktu bir şey.


     - Fakat o pencere kapatılmıştı ve o, benim için bir demet taze çiçekti adeta, çöplüğe atılmıştı.


     - Oydu bütün hayatımı zehirlere bulayan. Hayır, hayatım ta baştan zehirlere bulanmıştı benim. Ben başka türlüsünü değil, ancak zehirlenmiş bir hayatı yaşayabilirdim.


     - Kendimi bütün ruhumla unutmanın uykusuna bırakmak istiyordum. Unutımam mümkün olsaydı, unutmak sürekli olsaydı, gözlerim kapansaydı da azar azar uykunun ötesine, mutlak hiçliğe gömülebilseydim, varlığını artık hissedemez olacağım noktaya varsaydım, bir mürekkep damlasında, bir musiki ahenginde ya da renkli bir ışında erir giderdim ve sonunda dalgalar ve şekiller öyle büyürlerdi ki, hissedilemezin içinde silinir, yok olurlardı. O zaman dileğime kavuşurdum.


     - Git gide bir kesiklik, bir uyuşukluk sardı beni. Gövdemden sanki hoş bir yorgunluk ya da latif dalgalar yayılıyordu etrafa. Çocukluğumun geçmiş, unutulmuş, arınmış olaylarını görüyordum. Görmekle de kalmıyor, yeniden yaşıyor, duyuyordum onları. Her dakika daha küçük, daha çocuk oluyordum. Ansızın dağıldı, karardı hayallerim. Bütün varlığım derin, karanlık bir kuyuda, ta aşağıda, ince bir çengele asılı kaldı sanki. Derken çengelden kurtuldum, aşağı yuvarlanıyor, hiçbir engelle karşılaşmaksızın uzaklaşıyordum. Sonsuz gecenin bağrında dipsiz bir uçurumdu bu. Sonra gözlerimin önüne ard arda o yok olmuş, kaldırılmış perdeler indirildi. Bir an her şeyi tamamen unuttum. Birdenbire kendime geldiğimde gene küçük odadaydım, garip bir durumda, bana hem garip, hem de tabii: görünen bir hal içinde.


     - Bütün hayatımı bir salkım üzüm gibi avucumda sıkmak istiyorum, suyunu, hayır, şarabını damla damla, gölgemin kurumuş boğazına akıtmak istiyorum, kutsal su gibi. Ama önce beni bu oda köşesinde tümörler gibi, kanserler gibi azar azar yemiş bitirmiş dertlerimi kağıda geçirmek istiyorum, çünkü düşüncelerimi daha bir düzene koyarım böylece. Yoksa maksadım bir vasiyetname yazmak mı? Hayır! Çünkü ne malım var kadıya yedirecek, ne dinim var şeytana verecek. Hem sonra daha nesine takılıp kalacağım bu dünyanın? Hayat denen şeyden el çektim, bıraktım, pekala, gitsin elimden!


     - Birbirine ters düşen öyle çok şey gördüm, birbiriyle çelişen öyle çok şey duydum ki! O görmeler yüzünden gözlerim, eşyanın yüzeyinde, ruhu özü örten o ince ve sert kabukta aşındı. Artık hiçbir şeye inanmıyorum, hatta şimdi eşyaların ağırlığından, sabitliğinden, açık seçik gerçeklerden şüphe ediyorum. Avludaki taş havana parmağımla vursam ve sorsam: sabit misin, muhkem misin? - Evet! diye cevap verse bilmem inanır mıyım!


     - Geçmiş, gelecek, saat, gün, ay ve yıl hepsi aynı şey. Değişik dönemler, çocukluk, gençlik, ihtiyarlık, benim için boş sözlerden başka bir şey değil bunlar. Bunlar sıradan insanlar için, ayak takımı için, evet işte aradığım kelime, ayak takımı için, ki onların hayatları senenin mevsimleri gibi belirli mevsimlere, dönemlere bölünmüştür ve onlar, hayatın ılımlı kesimlerinde güvence altındadırlar. Hayat bana tek ve değişmez bir mevsim oldu hep. Bu hayat bir soğuk bölgede ve sonsuz bir karanlıkta geçti adeta, öyle ki bağrımda hep aynı alev vardı ve o beni bir mum gibi eritti.


     - Odamı sınırlayan dört duvar arasında, varlığımı ve düşüncelerimi kuşatan hisarın içinde ömrüm azar azar eriyor bir mum gibi, hayır, yanlışım var, ömrüm bir oduna benziyor, ocaktan düşen bir oduna: öteki odunların ateşinde kavrulmuş, kömürleşmiş, ama ne yanmış, ne olduğu gibi kalmış bir oduna benziyor. Fakat diğerlerinin dumanından, soluğundan boğulmuş.


     - Yalnız cismim değil, ruhum da, aralarında bir uyuşma olmaksızın, kalbimle sürekli zıt gidiyorlardı. Garip bir dağılma ve bölünmeden geçiyordum sürekli. Bazen bir şey düşünüyor, buna kendim de inanmıyordum. Bazen içimde kendime karşı bir acıma duygusu beliriyor, ama aklım ayıplıyordu beni. Birisiyle konuşsam, bir şey yapsam, türlü konularda söze karışsam gönlüm başka yerde oluyordu, aklım başka yerde, ve ayıplıyordum kendimi. Dağılan, çözülen bir kitleydim ben. Sanki ben hep böyleydim, böyle de kalacağım: acayip biçimsiz bir karışım...


     - Onun zaten bir kimseye yakınlık duyması, bağlanması mümkün müydü? Hırslı bir kadın, ki bir erkek şehvet için, bir erkek gönül eğlendirmek için, bir erkek de işkence etmek için gerekli ona. Hatta sanmam ki bu üçlemeyle de yetinsin!


     - Aşağılık adamların arasında, bilinmeyen bir soydandım ben, eskiden benim de kendi dünyalarından olduğumu unutmuşlardı. Korkunç bir şeydi bu: ne tam diri, ne tam ölü olduğumu hissetmek. Bir canlı cenazeydim artık; ne beni diriler dünyasına bağlayan bir şey vardı, ne de ölümdeki unutmadan, huzurdan yararlandığım.


     - Düşündüm: "Gökte herkesin bir yıldızı olduğu doğruysa, benimki çok uzakta, karanlık ve pek önemsiz bir şey olmalıdır. Belki de benim hiç yıldızım yok!"


     - Benim odam da bir tabut değil miydi, yatağım mezardan daha soğuk, daha karanlık değil miydi? O yatak ki hep hazırdı ve beni uykuya çağırıyordu! Bir tabutta olduğum duygusunu sık sık yaşamışımdır. Geceleri odam küçülüyor, bunaltıyordu beni. Mezarda hissedilen de bu değil miydi? Kim bilir ölümden sonra ne hissedileceğini?


     - Ah, keşke ölümün eşiğinde olanların hepsi, bu benim gördüklerimi görselerdi! Bazen bunu da düşündüm. Istırap, korku, dehşet ve yaşama arzusu, hepsi bitmişti bende. Bana telkin ettikleri dini inançlardan kurtulmuş, huzura ermiştim. Tek tesellim, ölümden sonra hiçlik ümidiydi; orada tekrar yaşamak düşüncesi içime korku salıyor, beni hasta ediyordu. Ben ki henüz yaşadığım dünyaya bile alışamamışım, bir başka dünya neyime yarardı benim? Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya. Yeryüzünün, gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar, yaltaklanmasını bilenler için. Kasap dükkanı önünde bir sinir parçası için kuyruk sallayan aç köpek gibiydi onlar. Evet, ikinci bir hayat düşüncesi korkutuyor, hasta ediyordu beni. Hayır, bütün bu öğürtü veren dünyaları, bütün bu iğrenç yüzleri görmeye ihtiyacım yoktu benim.



     - Tanrı bir sonradan görme miydi ki dünyalarını ille de göstermek istesin bana? Ama ben, ne yalan söyleyeyim, yeni bir dünya gerekiyorsa, duygularım düşüncelerim uyuşsun körelsin isterdim.


     - Sıkıcı bir şey: Cinsel ilişki anında, iki kişi yalnızlıklarından kurtulmak için birbirine yapışır, herkeste aynı delice kıpırdanışlara bir kapıdır bu, ve yavaş yavaş ölümün derinliklerine yönelmiş bir pişmanlıkla karışıktır...


     - Bilmiyorum, odamın duvarlarında nasıl bir zehirli etki var ki, düşüncelerimi zehirliyor. Besbelli benden önce burada bir cani, bir zırdeli oturmuş. Hayır, yalnız odamın duvarları değil, belki dışarıdaki manzara, o kasap, yaşlı hurdacı, dadım, o kahpe ve gördüğüm herkes; hatta arpa aşımı yediğim kase, sırtımdaki giysiler, hepsi birlik oldular, bende bu düşünceleri onlar uyandırdılar.


     - Hasta gözlerim yorgun, kederli ve çocuksuydular. Yeryüzüne ve insana ilişkin bütün ağırlıklar, içimde erimişlerdi sanki. Yüzüm hoşuma gidiyordu, bakarken bir şehvet keyfi hissediyordum, ayna karşısında konuştum kendimle: "Derdin öyle derin ki, gözlerinin ta derinlerinde. Ağlayınca gözyaşın gözlerinin derinlerinden geliyor, yoksa akmazdı gözyaşların!.."


     - Bunalım, her seferinde belli ediyordu gelmekte olduğunu, ve bende apayrı bir ıstırap yaratıyordu. Gönlümde düğümlenen bir şeydi bu ıstırap, bu kederli hal; kasırgadan az önceki havayı andırıyordu. O zaman gerçek dünya benden uzaklaşıyordu, pırıl pırıl bir dünyada yaşamaya başlıyordum, yeryüzü dünyasından ölçülemez uzaklıkta, başka bir alemdi bu.


     - "Hayat hikayemde önemli bir şey yok, başımdan ilginç olaylar geçmedi. Ne yüksek bir mevki sahibiyim, ne de sağlam bir diplomam var. Okulda hiçbir zaman örnek bir öğrenci olamadım, başarısızlıklar her yerde buldu beni. Nerede çalışırsam çalışayım silik, unutulmuş bir memurdum; şefleri memnun edemedim. istifa ettim mi seviniyorlardı ... Bırak gitsin, yaramaz! Çevrem böyle görüyordu beni, haklıydılar belki de." Bozorg Alevi

25 Temmuz 2014 Cuma

Suda Yan Ateşte Boğul * Charles Bukowski






     - ...düşünüyorum da bir kadın açmamışsa bacaklarını
     35 yıl
     iş işten geçmiştir
     aşk için de
     şiir için de.

 

                                           


     - ... sen de bir gün boşuna ölmelisin
     benim
     boşuna yaşadığım gibi. (sineklikteki manzara şiiri)

                                           


     
     Makineli tüfekler kuleler ve mesai kartı saatleri
     Mankafalar tarafından dolandırılmış hissediyorum kendimi
     sanki gerçeklik şanslı ve avantajlı başlayan
     ufak adamların malıymış gibi,
     ve soğukta oturup
     bir çit kenarındaki mor çiçekleri
     merak ediyorum
     diğerleri
     altın ve Cadillac'larına
     ve hanım arkadaşlarına yenilerini katarken,
     ben palmiye yapraklarını
     mezar taşlarını
     ve koza misali bir uyku çekmenin
     değerini merak ediyorum;
     bir kertenkele olmak
     yeterince kötü olurdu
     güneşte kızarıyor olmak
     yeterince kötü olurdu
     ancak İnsan-boyutuna ve İnsan-yaşamına
     uygun yaratılmak kadar
     kötü olmazdı
     ve oyunu oynamayı istememek
     kadar, makineli tüfekleri ve kuleleri
     ve mesai kartı saatlerini istememek,
     arabayı yıkatmayı istememek
     diş çektirmeyi
     bileğe takılacak bir saati,
     kol manşetlerini
     bir cep radyosunu
     cımbızı ve pamukluyu
     iyot şişesi dolu bir dolabı,
     kokteyl partilerini
     bir önbahçeyi
     birlikte söylenen şarkıları
     yeni ayakkabıları, yılbaşı hediyelerini istememek kadar,
     hayat sigortasını ve Newsweek dergisini
     162 adet beyzbol maçını
     Bermuda'da bir tatili istememek kadar.
     İstemeye istemeye,
     bence mor çiçekler benden
     daha iyi durumda
     kertenkele daha iyi durumda
     koyu yeşil hortum
     her dem canlı otlar
     ağaçlar kuşlar,
     kaymak-güneşin altında hayal kuran
     kediler
     daha iyi durumda benden,
     şimdi bu eski ceketi giyip
     sigaralarımı
     anahtarlarımı
     ve dönüş haritasını el yordamıyla bulup,
     çıkıyorum dışarıya
     kaldırımda yürüyorum
     idamına giden bir adam gibi
     kendinden emin,
     üstüne gidiyorum
     korumalar olmadan yanımda
     sürüyorum arabamı
     saatte 70 mille üstüne,
     manevra yapıp
     küfrederek
     küller saçarak
     yanan, ölümcül her şeyin
     ölümcül küllerini saçarak,
     tırtıl bu kadar dehşeti
     bilmez
     karınca orduları
     daha cesurdur
     yılanın öpücüğü bu kadar aç gözlü
     değildir,
     ben sadece gökyüzünün beni
     daha fazla daha fazla yakmasını istiyorum
     yakıp tüketsin ki güneş
     sabah altıda doğup
     gece yarısını geçerken batsın
     daima açık, sarhoş bir kapı misali,
     üstüne sürüyorum arabamı
     istemiyorum onu
     yetişiyorum ona yetişiyorum
     bu arada kedi
     geriniyor
     esniyor
     ve başka bir rüyaya dalıyor.


                                   


     Evime gelme ama eğer gelirsen...
     evet tabii, dışarda değilsem evdeyimdir
     ışık yanmıyorsa
     ya da sesler duyarsan
     kapımı çalma;
     Proust okuyor olabilirim
     biri kapımın altından Proust bırakmışsa
     ya da güvercin için kemiklerinden birini,
     borç para veremem,
     telefonumu
     veya arabamdan geriye kalanı kullanamazsın
     ama dünkü gazeteyi
     eski bir gömleğimi ya da sosisli bir sandviçimi
     alabilirsin
     ya da gece çığlık atma huyun yoksa
     kanepede uyuyabilirsin
     ve kendini anlatabilirsin
     gayet normal bu;
     hepimiz sıkıntı çekiyoruz
     ancak ben
     Harvard'da okutacağım bir aileye bakmaya
     ya da av arazisi almaya çalışmıyorum,
     gözüm yükseklerde değil
     birazcık daha
     hayatta kalmaya uğraşıyorum,
     onun için bazen kapımı çalarsan da
     açmazsam
     ve içeride bir kadın yoksa
     belki çenemi kırmış
     bağlayacak tel arıyorumdur
     ya da duvar kağıdımdaki kelebekleri
     kovalıyorumdur,
     yani kapıyı açmazsam
     açmam, ve nedeni
     henüz seni öldürmeye,
     sevmeye, ya da kabullenmeye hazır olmamamdır,
     demek ki konuşmak istemiyorum
     meşgulüm, çıldırmışım, keyifliyim
     veya belki bir ip hazırlıyorum;
     onun için ışık açıksa bile
     ve eğer nefes alıp verildiğini, dua veya şarkı söylendiğini
     radyonun ya da atılan zarların
     veya daktilonun sesini duyarsan-
     uzaklaş, sebep gün değil
     gece değil, saat değil;
     kabalıktan gelen cehalet değil,
     hiçbir şeyi incitmek istemem, böcekleri bile
     ama bazen ayırt etmesi zor
     birtakım duyumlar sezinliyorum,
     ve mavi gözlerin, maviyseler eğer
     ve varsa eğer saçların,
     ve kafan - içeri giremezler
     ta ki ip kesilene ya da düğümlenene dek
     ya da ben yeni aynalarda
     traş olana dek, ta ki dünya
     durana ya da ebediyen
     açılana dek.



                                      


     Mektuplar

     yere oturmuş
     kanon bir kutuyu karıştırıyor
     ve ona şimdiye dek yazdığım aşk mektuplarını okuyor bana
     bu arada 4 yaşındaki kızı yerde
     pembe bir battaniyeye sarılmış
     uyudu uyuyacak
     bir kez ayrıldıktan sonra yine bir araya geldik bir
     Pazar gecesi evinde oturuyorum
     dışarda arabalar bir aşağı bir yukarı tırmanıyor yokuşu bu gece bilikte yattığımızda cırcır böceklerini dinleyeceğiz
     nerede benim kadar iyi yaşayamayan salaklar?
     bu kadının duvarlarını seviyorum
     bu kadının çocuklarını
     bu kadının köpeğini seviyorum
     cırcır böceklerini dinleyeceğiz kolum kalçasından
     dolanmış parmaklarım göbeğinin üzerinde
     böyle bir gece yaşamı yenmeye yeter, fazlası da ölümü halleder
     aşk mektuplarımı seviyorum, gerçeği anlatıyorlar
     ah, ne göt var bu kadında be! ah, ne güzel ruh var bu kadında!


                               

     

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Ben Senin Bildiğin Kızlardanım * Hakan Urgancı

     - Yatağındaki saçları topladın. Onunla yaptığı son maçları topladın. Sarkıttın onları kulenden, tek bir prenses girsin diye hayalindeki resme!


     - İnsan kaç bedenden sonra kendisine alışıyor? Kaç yenilgiden sonra direndiği hayatın akışına karışıyor?


     - Erkeklere onları çok arzuluyormuş gibi görünmeyi becerse de, adli tıp uzmanı taze ölüye karşı ne hissederse sadece o kadar heyecan duyuyordu erkeklere karşı.


     
- Kedileri insanların yerine koydu. Onlar güçlüydü, kimseye ihtiyaçları yoktu. Yalaka değildiler ve en önemlisi, arkadan konuşmuyorlardı.


     - "Birçok erkek, kadınların memeleri büyüdükçe zekalarının kıtlaştığını düşünür. Bense bunun tersini düşünüyorum. Kadınların memeleri büyüdükçe erkeklerin zekası kıtlaşıyor." Anita WISE


     - "
 Eğer bir kadın size kalbini verirse, (vücudunun) geri kalanından asla kurtulamazsınız." John VANBURG


     - Nihayetinde aşk, sonlu, bitimli bir heyecan dalgasıdır. Tüm dalgalar gibi gelir, sahile/size vurur, çalkalar, değiştirir, sizden koparabildiğini koparır (ki bu şarttır) ve geldiği yere döner. Sizden koptuğunu sandığınız şey, aslında asla sizin olmamış olan şeydir. Sizden alınanlar, heykeltraşın kayadan aldıklarıdır. Dünyaya bırakacağınız en büyük eser, aşk çekildikten sonra kalanların toplamıdır.


     - Henüz bir prensle karşılaşmadıysanız, bu sadece yeteri kadar kurbağa öpmediğiniz içindir. Yok, yaşam kurbağalar arasında geçip de son buluyorsa, gölün yüzeyindeki aksinize bir bakın ve itiraf edin: karşınızdaki görüntü bir prensese mi ait, yoksa bir kurbağaya mı?


     
- Murathan Mungan'ın da dediği gibi; "Doğada tüm canlılar dişine göre av seçer. Bir tek insan neslinin kadın cinsidir ki avına göre diş geliştirmeye çalışır. Doğa buna izin vermediği için dünya, yanlış avı ısırmaya çalışmış, hayal kırıklığına uğramış, dişleri eksik, yaralı kadınlarla doludur."


     - "Evlilik dediğin, kadına dırdır etme yetkisi, erkeğe de somurtma imtiyazı veren kutsal bağdır." Murat MENTEŞ


     
- Mevlana, kadın ve erkek ilişkileri arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamıştır: "Erkek suya benzer, kadın ateşe! Gerçi ilk bakışta su, ateşten güçlüdür. Onu bir çırpıda boğar. Ancak eğer ateş araya bir aracı (kap) yerleştirebilirse o suyu fokur fokur kaynatıverir. İşte aynen bu örnekteki gibi sen de (erkeğe söylüyor) kadından güçlüsün. Ancak yine de ona mağlup olmaya mahkumsun. Zira onu istemektesin." (Cinsel istek aradaki ilk kap oluyor.)


     - Aşırı sorgulamak, kazmaktır. Hem de derin kazmaktır. Derin kazılan yerlerden - eğer şanslıysanız- cevher de çıkabilir, petrol de... ama umumiyetle ya kemik çıkar, ya pislik! Bu oranlarda bir riske hazırsanız, kazın durun!
   
      Şöyle hafifçe kazmak, tohum ekmek için, fide dikmek içindir. İlişki dediğin şey de nedir ki? Birlikte büyüteceğin bir tohum, bir fide değil midir? Birazcık sorgulayıp tatmin olur olmaz bırakırsan, sağlam bir ağacın temelini atarsın.

     Eğer çok kazarsan, amacın ölüyü defnetmektir. Bu ilişkiyi yaşatıp büyütelim mi, yoksa toprağa mı verelim? Çoğu kadının kendine asıl sorması gereken beş yüz milyonluk(!) final sorusu budur.

Bir Gün Tek Başına * Vedat Türkali


                               Ölümün zaferi - Pieter Bruegel. Bruegel! Nasıl alaylı bakar böyle acılı dünyaya? Şu iskeletlere bak!... -Merhaba canım...


     - Bu sıcak, beriki soğuk... Öteki sert, beriki yumuşak... Ömrünce sınırda kalacaksın.


     - Ben böyleyim... Bitti... Artık savunma bile boşuna. Değil mi ki değişmez... O vakit bırakırsın yaşamayı kendi yoluna, yürür gider. Sonra yine kımıldamaya başlar birikenler.


     
- Bunlar para mı ulan?... Ben bunun beş katını at yarışlarına verdim geçende. Tut ki sana oynadım bu kez de, hangi yarışı kazanırsın sen, kanı bozuk beygir...


     - Nedir bu yaşamak dediğimiz be! Avara kasnak, dön dur, yirmi dört saatler bitti mi sen bitersin. Herkesin derdi aman bitmesin! Bir bok oluyor sanki de, aman bitmesin!... Bugün de bitti işte...


     - Kendisiyleydi bütün uğraşı. Çevreyi mi görüyordu, içindekileri mi? Öyle tatlıydı ki karıştırmak, boşuna yorgunluktu ayırma çabası, mutsuzluktu.


     - Nerden nasıl geleceğini bilmeden gelecek dehşetli güzel günlere inanıyordu.


     - Kibritle oynayan çocuk bu kız; yangın çıkarır! Kibriti nerden geçirmiş eline?...


     - Bütün güzel şeyler yasak, dedi. Bu pis dünya...


     - Umursamıyor demek. Niye umursasın, budala?... Nesisin sen?...


     - Türkiye'de çok kedi var, ne kimse öldürüyor, ne kimse yemek veriyor!


     - Kimi insanlar için birikim diye bir şey yok sanki... Her biriken şey bu kişileri biraz daha çürütüyor. Umduğumuzdan uzak yönlere düşmesini sağlıyor.


     - Hayır, demişti. Evlenmeden yok böyle şeyler. Nikahta imzayı koruz, alırsın hakkın olanı! Burası Türkiye!...


     - Kolay değildi bir kızın evli, çocuklu bir adamla ilişki kurması. Ne suçu var bu adamın?... Herkes yanılabilir...


     - Bütün güzel şeyler burjuvaların mı?
     - Daha bir süre öyle!
     - Peki, sen kiminsin?
     
Günsel durdu bir an, başka şeyler söyleyecekti, yapamadı...
     - Senin, yalnız senin...


     
- Düşündükçe utanır gibi oluyordu. Yarım kalmış ilişkilerin, sürekli duyumsuzluğun yarattığı sinirlilik de doğaldı. Tam bir çıkmazdayım aslında. Söylemekten değil, düşünmekten bile kaçıyorum. Ama gerçek bu. Peki neye varacak bu iş? Ne bileyim ben. Uff... Yine takılmaya başladım bozuk plak gibi...


     - Çocuk gibi adam. Ah, canım benim...

     - Çıkmasınlar karşımıza artık, hangi savaş kazanılmaz ki bu güçle! Hiç bitmeyecek mutluluğumuza!

     - En değerli yerini istiyorlar eşek herif, dedi... Kafanı istiyorlar. Nereden bileceksin bunu sen?... Kafan yok ki...

     - Bu denklem bu bilinenlerle çözülmez, dedi. Bekleyeceğiz...


     - En büyük dert bizim başımızda değil ya!... Yapılacak o kadar çok iş var ki... Direncimize bağlı bu da... Dayatan kazanacak... Kötü mü, bir sınavdan geçiyoruz işte! Başarıyla atlattık mı daha güvenli oluruz. Neyleydim! Ortaya çıkmaktan kaçacağız bir süre... Yeraltı çalışacağız.     Acılıkla gülümsedi:
     - Türkiye bu! Bütün güzel şeyler yeraltında!


     
- İnsan içinde bulunduğu ortama göre insandır. Koşullar bu!... Ne yapalım... Seviyorum seni...


     - Bütün duygularına kafa tutuyor bu kız. Belki de duygusu yok.


     - Karşılıklı doyamamak, kanamamak bir türlü. Hem de tam bir doygunluğa erişmek olanağı da varken!


     
- Artık tanımaya başlamıştı bu adamı. Yine saplantılara kaptırıyor kendini. Kocaman bir çocuk bu.


     - Kenan toparlamaya çalıştı; öylesine dağınıktı ki kafasının içi, dışı; her yanını kaplayan acıydı tek var olan. Bütün düşüncelerin üstüne çıkabiliyordu demek acı. Çok güçlü bir çaba gerektiriyor acıyı aşmak için.


     
- Girmesinler, girmesinler; üşüyüveririm sonra. Kımıldamasın durgun su. Balıklar da dolaşmasın. Yok balık filan. Kırmızı balık, yosun, bitkiler filan yok. Köpekbalıkları da yok; ne istiridye, ne canavar balıklar... Su durgun... Durgun, karanlık. Kımıldamasın. Ne güzel; boğulup gitmişim. Sessizce... Ayaklarım da yüzüp duruyor derinlerde. Bu başım ne güzel kurtulmuş, suların altında, boğuk, batık.


     - Kötü, iyi karışık. Sensiz ayıramıyorum.


     - Yoksa oynuyor mu yine bu kadın? Amma kuşkulusun. Ne kuşkusu? Her an oynuyor o. İyi kadını, seven kadını oynuyor budala. Sevgiyi de, iyiliği de göremeyecek kadar göz gözleriyle. Çok kötü bir oyuncu hem de. Budala. Allah kahretsin.


     - O ki girdin bir savaşa, kan dökeceksin. Kural bu. Bugün bitmeli belki de her şey.


     - Sorsam mı? Ne soracağım? Her soru bir ilişki!


     - Kimseyi sevemeyecek kadar bencil olduğunu biliyorum, dedi. Hangi zavallıysa onun bunu anlayacağı güne kadar beklemesini de bilirim...


     - Yenemediğim sürece yenik olacağım hep. Nasıl yenerim? Yenildiğini bilmeyen kişiyi yenemezsin.


     
- Acı çektiğinin bile bilincinde değil kimileri! Acı çektiğini belli etmeden yaşamasını bilmek gerek?


     
- Dergisi, radyosu, sineması... Şeytana dayanmak zor bu çağda! Tanrı gençlerin yardımcısı olsun! Poligam yaratıklarız aslında. Monogamlık zorlama. İnanç işi... Kimileri aldırmıyor. Kimileri de çok önemsiyor aldatılmayı.


     - Neyse ki bizden geçti artık. Dünyada bir dahaki gelişimizde düşünürüz! O zaman da at mı, it mi, kertenkele mi, ne olacağız kim bilir?... Belki de cansız taş! En iyisi doğaya karışmak, bir kaya olmak açık deniz kıyısında!


     - Seviyorum bu adamı... Gerçekten seviyor muyum? Sorulacak şey mi? Niye başkası değil de bu? Ne bileyim. Rastlantı belki de. Belkisi filan yok, düpedüz rastlantı.


     - İçten, yürekten her şeyiyle bu adam. Seviyorum bu adamı. Bu çocuğu!

     - Omuzlarından çekip döndürmek, gözyaşlarıyla yıkanmış yüzünü öpmek gerek.


     
- Belki de hiç sevmeyeceksin beni artık. Anlamadın ki beni. Benimki deli sevgisi sana karşı. Erişemiyorum... Hep yitiriyorum seni... Kirliyim de şimdi, iğrencim... Kendime güvenim de kalmadı... Kuşkular içinde...


     - Kuşkulanıyormuş. Kuşkulansın. Acı çeksin. Beni başkasının kollarında düşünüp delirsin isterse! Ne aşşağılık karısın sen! Aşşağılığım, ne yapalım?

     - Bunca acı birikir de bir yere varılmadan olur mu?




     
- Seni bulduğum için varım ben, dedi.
   
     Bir şey bulup demek, demin yarattığı olumsuz durumu anlatmak için gerekliymiş gibi alayı sürdürmeye çalıştı Günsel.

     - Cogito Ergosum!...

     - Ne sandın? dedi kenan. Cogitomsun benim.

     Günsel içten bir kahkaha attı birden. Kenan şaşkın baktı. Öyle tatlı gülmüştü ki o da güldü.

     - Ne oldu, dedi.

     Günsel gülücükle dolu ışıl ışıl gözleriyle;

     - Hiç, dedi. Cogitom, deyince kovboy filmlerinde Meksikalı sürtükler vardır, onlara benzedi. İspanyolca kanları.

     Sonra o filmlerdeki söylenişlere benzeterek seslendi:

     - Heeey, kogiyytooo!...

     Kenan da gülüyordu. Yine sımsıcak sarıldı Kenan'ın koluna.




     - İyice tanımıştı artık Günsel de ara sıra bunalımlara düşen bu koca adamı. Özü iyi, kafası, yüreği iyi, içinde bulunduğu ortam kötü. O ortama da bir süre katlanılacak. O bunlara katlandığı süre de, düşeceği bunalımları göze almak, geçiştirmeye çalışmak Günsel'e düşen sevgi  borcu. Peki o sürenin uzunluğu?.. Hiç bırakmazsa bu adamın yakasını o karı?


     -
Biz mutluyuz ya! Mutluluk da yorar insanı. Pırıl pırıl bir ırmakta yüzüyorsun, mutluluk dediğin bu. Bir kıyıda, bir dönemeçte arada bir ortaya çıkıveren pis bulanık akıntılardan uzaklaşacaksın, güçlü kulaçlar atman gerek. Sık sık oldu mu da yoruluyor insan. Timsahlar, suaygırları, ağulu yılanlar da var ırmakta. Ne çok düşmanı var mutluluğun...


     - Nasıl iyi şu kız; olduğu gibi pırıl pırıl... Kadınlığı ile ayrı, insanlığıyla ayrı. Ah bir kurtulsak şu belalardan da evimiz olsa; korkusuz, birlikte yaşamanın mutluluğu başlasa. O zaman da başka korkular çıkacak. Biter mi korkular bu toplumda?..

     - Off nereden çıktı bu piç kurusu? Gülümsedi. Bayılırdı "piç kurusu" sözüne. Piç kurusu... Piç kurusu... Piç kurusu... Başladı işte anlamını, tatlılığını yitirmeye. Küçükken en çok oynadığı oyundu. Bir sözcüğü sürekli yineledi mi tanımaz olurdu. Saçma, anlamsız bir ses dizisine dönüşürdü sözcük. Bıraktı yinelemeyi.


     - Çok düşündüm. Taa içimden kırgınım sana. Söyleyip söylememek arası duraladı bir, sonra daha sönük bir sesle ekledi. "Taa içimden de seviyorum seni. Bırakamam. Senin de beni bırakabileceğine inanmadım hiçbir gün. Kötü düştü olanlar.

     - Şofbeni yaktı, girdi suyun altına, dakikalarca akıtıp kaldı öylece. Ara sıra denediği unutma, kurtulma, arınma çabasıydı. Boşuna! Hiçbir su arıtmaz beni.

     - Öylesine bir bezginliğe düşmüştü ki... Çekip gitmek uzaklara, ne bileyim, Edirne'ye Van'a gitmek. Bok var sanki oralarda. Kendini götürdükten sonra nereye kaçacaksın?


    - Akıllı iş değil bu benim sevgim. Kötüye işliyor kafam, sağlıksız işliyor. Yanlış sevgi bu. Bundan doğru neyin var budala?


     
- Bir şey arıyor, bir şey bekliyor, bir şey soruyordu herkes. Arananı, bekleneni, sorulanı bilen hiç kimse de yoktu sanki!..


     
- Bitti, diyordum. Demek yeniden başlıyor her şey. "Her şey değişip akmada, bu hal beni hayran bırakmada..." Ne güzel demiş Nazım.


     - Şimdi ne yapmalı?.. Okumalı en iyisi. Okuyacağım da ne olacak?.. O ne demek?.. Cehennemin dibi demek. Yorgunum işte. Bezginlik bu; bezginim, ne yapalım?.. Düzenin bozuldu değil mi?.. Düzenim mi? Yok ki bir düzenim. Karışık her şey karmakarışık. Neye varır, nasıl düzelir?.. Ne oluruz sonunda belli mi?..


     - Öyle bulanıktı ki içi, ne yapacağını bilmeden sırtüstü yattı kanepeye, gözlerini kapadı. Yum gözlerini, kapat içindeki ışıkları da, görülmeye değer bir şey yok; dışarda da, içerde de yok.


     
- Ya hiç gelmezse? Hiç mi gelmezse? Neden peki? Neden? Neden? Neden? Ağzına sıçtığımın. Sallanıyor duvar işte... Niye uyuyamıyorum ben? Karar gecem bu gece. Bitti.


     - Beni böyle yıkıntı içinde yalnız bırakan biri, kesin yok demektir benim için. Kesin...


     
- Bugün de mi yirmi dört saat? Neler oldu oysa. Tek bir günün sırası gelsin diye yaşam boyu bekliyoruz.


     - Çıraydım, tutuşturdun beni, ağulu bir solukta üfleyip söndürdün şimdi de; kara kara tütüyorum.

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Film - Offret * Andrei Tarkovsky


     - "Tanrı sana neşe versin." diyor. Söylesene, Tanrıyla ilişkin nasıl?
      - Maalesef bir ilişkim yok.


     - Ama yüzün öyle karanlık ki!
     - Karanlık demekle ne demek istiyorsun?
     
- Böyle acı çekmen hiç doğru değil. Hiçbir şeyi o kadar çok isteme. Hiçbir şeyi beklemeyeceksin. Bu çok önemli. Kişi hiçbir şeyi beklememeli.
     - "Bir şey beklememeli" mi dedin? Bir şey beklediğimi kim söyledi?
     
- Hepimiz bekleriz. Bir şey bekleriz! Mesela ben. Ben hayatım boyunca sanki tren istasyonunda bekler gibiydim. Bütün bu zaman boyunca sanki yaşadığım hayat gerçek değil de bir tür bekleyişti. Peki sana da öyle gelmez mi?
     - Bunu demek istiyorsan evet. Ama ben senin bu tür sorunlarla ilgilendiğini hiç düşünmemiştim.
  
   - İlgileniyorum. Kesinlikle ilgileniyorum. Maalesef! Bazen kafamdan en olmadık düşünceler geçiyor. Evet demek istediğim mesela şu cüce. Şu lanet cüce! Nietzsche'nin söz ettiği cüce. Zerdüşt'ü bayıltan cüce.


     - Hayat standardına gelince bir zamanlar bilge bir kişi "gerekli olmayan şey günahtır." demişti. Ve eğer bu doğruysa uygarlığımız baştan aşağıya günah üzerine kurulmuş demektir.



     - İyi de neden konuşup duruyorum? Konuşmayı bırakıp bir şey yapmayı göze alacak hiç olmazsa bir kişi çıksaydı. Ya da deneyecek biri.




      Oh, sevgili Tanrım!
      Neden her şeyin tam tersini yapıyoruz?
      Her zaman!
      Bir erkeği sevmiştim başkasıyla evlendim.
     Sanırım şimdi anlıyorum.
     Hiç kimseye bağımlı olmak istemiyoruz.
     İki insan birbirini sevince eşit sevmiyorlar.
     Biri daha güçlü diğeri zayıf oluyor.
     Ve zayıf olanı düşünmeden seviyor.
     Hesapsızca.
     Bir rüyadan uyanmış gibiyim.
     Sanki başka bir hayatı artık geride bıraktım.
     Nedendir bilmem her zaman direndim.
     Bir şeylerle savaştım.
     Kendimi savundum.
     Sanki içimde başka bir ben vardı.
     Bana "kendini bırakma" diyordu.
     Kendini hiçbir şeye teslim etme.
     Yoksa ölürsün.
     Yüce Tanrım ne kadar da aptalız.

5 Nisan 2014 Cumartesi

Leylim Leylim * Ahmed Arif'ten Leyla Erbil'e Mektuplar




     - "Bin yıl, bahar içre ömrünü sürsün,
     Seni doğuran ana."


     - Benim ve senin ne varsa, ikiz ruhumuzda ne varsa her biri hafif parıltılı taşla, kompozisyona giriyor. Kahrın, bulunmaz ve yaratılamaz güzelliğin, dost ve kahraman ve çırılçıplak samimiliğin, büyüklüğün, namluların yivlerinde fışkıran güller, birer nilüfer dizisi olmuş prangalar. Spartaküs'ün bukağısı, kol bağları. Kısır kadının anne oluşu ve çok uzaki kimselersiz bir yıldızda inleyen bir stradivarius. Dünya çarşılarının en küçük meyhanesi. Ve biz, milyarlarca, aşkın, yalanın, alçaklığın, kahramanlığın; kapıları, kapakları, kuş uçurmaz uzaklıkları ve ayrılıklarıyla, kahrolası yasaklarıyla, bu acayip kaos karanlığında, biz ikimiz! İki müthiş hasret, iki parça can...


     - Kimselere mecbur olmadım, olmam da. Yiğitliğim ve rivayet olunan erkekliğim, bundandır... Ama senin mecburun olmak, beni hiç mi hiç küçültmüyor. Aksine yüceltiyorsun, İNSAN ediyorsun, yaşatıyorsun...


     - Ya sen olmasan, ben ne bok yerim, neye yararım? Manasız bir otomatisme'in, manasız bir fiziğin, kahrolası boşluğunda, ben garip, ben duyan, ben yirmi dört saatte, yirmi dört bin parça olan, ne yapardım?


     - Bir daha hiçbir ana doğurmaz seni. Bir daha hiçbir cihan bulamaz seni.


     - Beyninde mi yüreğinde mi, başka bir yerinde mi, nerendeyse o İNAT yönünü yaratan dokuları öpmek isterim. Evrende seni özler, seni isterim. Başkaca hiç. Ne taktığım, ne de vurulacağım bir nen yok. Seni. Sade seni.


     - Kulluğum, divaneliğimle ellerini, gözlerini öperim. Öpüyorum ama doyamıyorum. Mutluluk ya da cehennem bu galiba. Sana doymak, korkunç ahmaklık olur. Hadi gel...


     - ömrüm.


     - yarı parçan.


     
- Suskun, uzanmış, seni yaşıyorum.


     - Bu korkunç kaos içinde sen, yeşil ve derin huzur, kafamdasın. Kurtuluşumu, her şeyimi, dünyayı sevmemi sana bağladım, sana borçluyum.


     - Al beni yarı canım, al... Uçakla mı gelirsin, rüzgarla mı, bak bak da gör, asıl ölmek isteyen benim. Niye mi? Ah nasıl anlatayım... Bir de şairim ha! Hiçbir bok değilim... Sensizlik, ayrılık, ölümden çok daha rezil, çok daha ıssız, manasız ve boş... acı...


     - İnsan'dan mahrum bir cehennem karanlığında, nasıl da bulduk birbirimizi...


     - Otur yaz, her gün, her gece bana yaz. Kavuşuncaya kadar. Sonra yazdıklarımızı okur, güler yahut ürperir, birbirimize geçmiş olsun deriz. Yahut da, ah asıl bu, gel beni kendin al, götür. Bugünler yalnız başıma gelecek kudrette değilim. Hem madden hem de manen bu böyle. Allah kahretsin bu aczimi. Güvendiğin biri de yok ki onu gönderesin. Söyle ne bok yiyeyim? Bu, senin halin, böyle devam ederse, benim de günlerim sayılı demektir.


     - Şimdi akşam. Daha bir şey yemedim. Sözde cigarayı bırakmaya niyetliydim. Bugünkü, inan bana unutttum kaçıncı paket. Evde bir ölüm sukutu var. Sual sormaya korkuyorlar. Ah bir sorsalar da seni anlatsam... Ah bu rezil dünya seni tanısa, seni öğrense, seni anlasa...


     -
 Yarı canım, al beni. Çok bekleme. Hemen yaz ya da hemen gel. 
                                                                                   Senin, ancak senin...
                                                                                   Senin, yalnız senin...


     - Bilirsin, ölüm benim için çok önemsiz bir şey değilse de bu hususta sabıkalıyım da! Ölürüm ha! Ne güzel yaşıyorduk be! Nasıl da yaşatırsın. Kaç bin kere söyleyeyim, öyle yaşatan, öyle sevdirensin ki... Seni tanımak, seni bir kerecik bile görmek, milyarla yıl yaşamaktan daha dolu, daha hazlı ve daha değerlidir. Ama kime bu sözler, anlayana tabii. Seni anlamak, seni sevmek mühim ve aziz bir iştir. Zor da değil halbuki, ama İNSAN olmak lazım.


     - Niye yazmıyorsun hayatım? Canevim, en aziz, en sevgili ve en bir tanem? Bu "sen" değilsin. Kendini topla, yine "sen" ol. Hemen geleyim mi? Sana ah, bir şeyler yapabilsem, bütün derdim bu şimdi. Şahsi dertlerimi, hastalığımı hep unuttum, bir kenara attım.


     - Oturup ağlayayım mı yani? Senden ayrı, ağlanamaz da! Hemi vallah, hemi billah bu böyle. Sensiz, "To be or not to be" bile olamaz, düşünülemez! Nefes alınır sanılır ama nefes değildir. Sensiz içilemez, yalnız kalınamaz, dövüşülemez. Sensiz ancak bu kafa, taşa çarpılır. Müstahaktır... Yoksa Kenyalarda, İsveçlerde misin? Aman Allahım! Geberdiğim, bittiğim gündür...


     - Gözlerinden, burnunun, üst dudağına düşen fark edilmez incecik gölgesinden öperim canım. Öperim ömrüm. Yaşşa!
                                                                                                            Senin, yine senin.


     - Daima düşünmekle ve daima da aynı şeyi düşünmekle insan aşkın bir fikri-işgal olduğunu kabul ediyor.


     
- Düşün ki hayatta tek başımayım ve sen istersen hayatıma senden başka hiçbir kimse giremez.


     - Münasebetlerimizde ikimizi yapayalnız düşün, başkalarını karıştırma.


     - Gözlerini öpemeyeceğim birine yazmak, mektup atmaktan tiksinirim. Bunu da böylece kabul edeceksin.


     - Mistik değil, dehşetli bir azaptayım. Bir sonu gelecek elbet. İki azabımdan biri ve ağır basanı olman, benim için hiç de iyi bir şey değil.


     - Nedense aklıma hep ölüm geliyor. Böyle ne kırık ne de anlaşılamamış gitmek istemiyorum.


      - Bir dellensem gerisi önemsiz belki. Ama bunun sanısı korkunç. Böyle şey olabilir mi? Bir canda iki can yaşamak. Mutlak bir çözüm yolu var bunun. Anlat bana. Senden bir şeyler ummak... Umutların en olmazı da bu belki. Saçmaladım gene.


     - Kim bilir yalnızlıktan ne haldesin. Yahut yalnızlığı da özledin. Bu ikincisi -nedense- daha bir aklıma yatıyor. Belki canım istiyor da ondan.

     - Tanrıların beni kandırabilmelerini isterdim yahut ölümün anlamlı bir nen olmasını. Oldum olası idealist değilim. Materyalist felsefe çok şeyler verdi ama doyurmuş, kandırmış değil beni. Ya sen olmasaydın! Büsbütün iğrenç bulacaktım evreni. Saçmalamıyorum ya? Seninle, yüzyılların hayvan ötesi tutukluğuna ve donan insan düşüncesine bir can, bir haysiyet verebiliriz gibime geliyor. Yalansız, riyasız, çıkarsız bir haysiyet. Belki ömrümüz yetmez başarmaya, hiç değilse en zekilere ve teşnelere duyurabiliriz. Şimdi birileri olsa "Boş ver bu iri lafları, yaşayalım." derdi. Yaşamak, burnunu, kulaklarını, gözlerini ve oralarını unutarak yaşaması mümkün mü bizim gibilerin? Ben bütün bu -belki de manasız- iç sıkıntılarından senin var olduğunu hatırlayarak sıyrılıyorum. Bir pınar, bir dağ suyu gibi dinlendiriyor, kandırıyorsun.


     - Nasıl kıvanıyor, gizliden gizli seviniyorum bilsen... Kimseler yaşayamadı bunu diyorum. Kırılmış, balta yemiş ve sesi kuyularda boğulmuş biriyim, doğru. Ama seni tanıyorum.

     - Bildiğim ve cesaretle söyleyebileceğim tek şey, abstrait olarak DÜŞÜNCE'yi bile sensiz ele alamadığımdır. Düşünceyi ve evreni. Hiç de dar bir görüş değil bu. Aksine ufkum, dehşetli genişliyor. Bilmem bu halime ne dersin dostum?


     - Sahiden bazı çok eşekçe ihtimaller geçirmişim aklımdan. Affet canım. Senden daha mert ve daha erkek kim geldi ki bu dünyaya. Uzaklıktan, ayrılıktan ve kötü günlerimin çokluğundan, anlaşılan. Affet e mi? İçimde tutamam, senin hakkında acı bir düşüncem olursa. Söylemesem sana zehirlenirim. İyi ve güzel düşünleri de. Zaten, senden gayrı güzel düşün olur mu ki.

     - Ben senin mecburunum -  başkaca yokum.

     - Çok öskedim seni. Öskedim, bizim doğu dialektinde özledim demektir. Neyini, nereni, hangi halini desem ki? Sesini öskedim örneğin. Yüzünü, şeytan çocuk gülüşünü, öfkeni, yeryüzünü ve kaskatı canımı ısıtan varlığını. Şükür varsın. Oturup "nasılsın" diye açabilir insan. Sevinebilir, övünebilir, ağlayabilir insan. Ne tuzsuz şeydi şu dünya be. Geldin, buldun, şenlendirdin, insan ettin beni. Yemeyip - içmeyip, yatmayıp-uyumayıp, seni anlatmalı bu yürek.

     - Gözlerimi öptüğün bir gerçek mi? Onların dudaklarına layık olması için, ne yapayım bilmem ki, korkunç azaptayım. Öylesine, hülya, kutsal ve uzaksın ki...Allah kahretsin beni.

     - Ne güzel şey senden gayrısını tanımamak, takmamak!


     - Sevgide "vermek" vardır Leyla. Vermek. Ve bunu anlamak... Yoksa senin sorduğun gibi ne yalnızlık, ne merhamet, ne iki acısının itisi...

     - Herhangi bir kadından şu veya bu yolla alabileceğim şeyler için senin ne merhametini ne de nefretini tahrik etmek eşşekliğine yahut zavallılığına düşmem.


     - kendi kendine yetinmek, dünyanın öbür adıdır.

     - İlk karşılaştığımızda ne haldeydim biliyorsun. Hançer üstüne hançer yemiş, ihanetin ve satılmanın zehriyle insanlıktan umudumu kesmiştim. Beni kendime sen getirdin. Daha da ötelere alıp götürdün. O zamana kadar kimselere değilse bile geceleri yalnızca düşünürken - hayatımdan gurur duyarak -  kendimce övündüğüm olurdu. Seninle bu övünme yitti. Tabii bir şey oldu. Asıl senin övülmeğe, yaşanmağa değer olduğunu anladım. Sen de öyle diyorsun ya, - hani şu kravat alırkenki psikoloji - "değmeli" deriz diyorsun. Doğru canım değmeli.

     - Belki de şarkı söylerim! Bu sefer çok kuvvetliyim. Sade kuvvetli değil, kafaca ve yürekçe korkunç zenginim de. Seni tanımak, ne yalçın bir kadermiş! Hiç değilse bu sefer hayatımı manasız bulmayacağım.


     - Şu anda yapyalnız bir dalganın üstünde boş bir konserve kutusundan farksızsam da, senden kopmanın imkansızlığını daha bir aşkla duyuyorum. Üzerime Toroslar yıkılmış sanki. Öyle duyuyorum işte. Öyle kesin ve kudretli.

     - "Gözlerinden, gözlerinden öperim - Bir umudum sende- Anlıyor musun?"


     - Senin olmak, böyle korkunç - güzel ve kendi kendine yeter bir iştir. Budala mıyım, de bana. Yüzünü, sesini bir özledim ki sorma. En çok da burnunu. Şaka değil. Nezleysen bir kağıda silin de gönder ben de olayım. Hasretim soğuklara, belalarına...


     - Ne olucaksam seninle ya da senden sonra olucam, anlatabildim mi ki?


     - Kaderimiz bir tuhafsa, ömrümüzü dolu bir kadeh gibi sindire sindire içemediysek, günahı boynumuza değil. Bu kara günlerin de bir sonu var. Ne sonu, dibini bulduk be!

     - Dişine zar, boynuna ter olasım geliyor. Gün yirmi dört saat seni düşünmek. Ne yüce, ne sonsuz bir duygu bu, bilir misin ki?


     -
Senden kıyamete dek sürecek bir öpücük alayım, dur. Dayanır mısın?


     - Kanun! Bu da bi maskaralık bi dümen. Kanun yalnız biz fukaralar için var. O da cezalandırırken sade!


     
- Ben de sıkılmağa, sıkıntıdan patlamağa mecburum. Öyle bok işler var başımda çünkü. Seni sevmek, çekip alıyor, kurtarıyor beni. Bağıra bağıra dağlara taşlara vurup, seni sevmenin korkunç yeterliğini anlatmalıyım bu aptallara.


     - Başkaları bana ulaşamaz ki aşağılatsınlar ya da yüceltsinler.

     - "Seni seviyorsam, senin yerini herkeslerden başkaca ayırmışsam" diye başlayan bir bölüm var mektubunda. Gereksiz bunlar canım benim, gereksiz  ve doyumsuz. Beni sevmediğini söylemek ne diye üzer seni? Bu da bir gerçek. Sevgiyi yaratmak gerek. Bunda da bazan tek yönlü uğraşma, verme, ölümü göze alma, sonuç vermiyor. İster istemez işi bir "talih" meselesi olarak ben çoktan kabullendim. Üzme, zorlama kendini. Beni hiç sevmedin. Gene de benim yanımda ve ben yokken benim hayalimle kaldığında olduğun gibi kal. Örtünmelere, göstermeliklere başvurmadan, çırılçıplak kalabilmek arzunu gene ve sadece ben mümkün kılarım.


     "Tam boş yanı bu diyorum celladın / Tam bıçağım cehennem gibi güzelken./ Aklıma düşüyorsun. Ellerim arık."










2 Şubat 2014 Pazar

Küçük Prens * Antoine de Saint-Exupéry

     - Büyükler sayılara bayılırlar. Yeni arkadaşınızdan onlara söz edecek olsanız, özelliklerini sormazlar. Ama "Kaç yaşında?", "Kaç kardeşi var?", "Kaç kilo?", "Babası kaç para kazanıyor?" gibi gereksiz sorular sorarlar. Böylece onu tanıdıklarını sanırlar.


     - Büyüklere deseniz ki "Kırmızı kiremitli bir ev gördüm. Pencerelerinde saksılar, çatısında kumrular vardı." Bunu bir türlü gözlerinin önüne getiremezler. Ama "Yüz bin liralık bir ev gördüm." deseniz, hemen; "Aman ne güzel bir ev!" diye haykırırlar.


     - Acaba yıldızlar niçin parlıyor? Bir gün hepimiz kendi yıldızımızı bulalım diye mi?


     - Ama ancak evcilleştirdiğin canlıları tanıyabilirsin... İnsanları kolayca tanıyamazsın. Onların tanımaya ayıracak zamanları yoktur. Yediklerini, içtiklerini bile dükkanlardan hazır olarak alıyorlar. Ama dost satan dükkanları olmadığı için dostları da yoktur.

1 Şubat 2014 Cumartesi

Toza Sor * John Fante

     - Kaygılısın Arturo, çok kaygılısın ve kaygı beyaz saç demektir.


     - Değerlerin değişiminden yanayım ben. Kiliseden kurtulmalıyız, kilise aptalların, ahmakların, cibiliyetsizlerin ve şarlatanların sığınağıdır.


     - Bir dua. Neden olmasın, tek bir dua: duygusal nedenlerden ötürü. Tanrım, artık bir ateist olduğum için beni bağışla, ama Nietzsche'yi okudun mu? Ne kitap! Ulu Tanrım, sana karşı dürüst olacağım. Bir teklifte bulunacağım sana. Benden büyük bir yazar yarat kiliseye döneyim. Ve lütfen Tanrım, bir ricam daha olacak: annemi mutlu kıl, ihtiyar o kadar önemli değil, onun şarabı var ve sıhhati yerinde, ama annem her şeye kaygılanır. Amin.


     - Bir süre kent merkezinde aylak aylak dolaştıktan sonra öğleye doğru kendime acımaya başladım, önünü alamadığım bir hüzün kapladı içimi. Odama döndüğümde kendimi yatağa bırakıp hıçkıra hıçkıra ağladım. Uzun süre ağladıktan sonra kendimi iyi hissettim tekrar. Samimi ve arınmış.


     - Burada tek başıma oturup bu ender duyulan heyecana alışmalıyım; zihnim eşsiz zerafetinin sonsuz yalnızlığında gezinirken yalnız bırak beni; bir süre için açık gözlerle seni düşleyip açlığını çekmek istiyorum.


     
- Çok şeyi unuttum, Camilla! Rüzgar aldı götürdü. Fırlatılmış güller, gürültü ile üşüşen güller, dans ediyorum, solgun, yitik zambaklarını aklımdan silmek için. Ama perişandım, ve eski bir tutku ile esrik, evet sürekli, çünkü uzundu dans; sadıktım sana, Camilla, kendi tarzımda.


     - Sinsice sokuluyordu; huzursuzluk, yalnızlık duygusu. Derdim neydi? Nabzımı saydım. Normaldi. Kahveyi üfleyip bir yudum aldım: iyi kahve. Aradım, zihnimin parmakları ile beni rahatsız eden düşünceye uzanıp tam da dokunamadığımı hissettim.


     - Buruk ve tatlı trajedi, mahvıma neden olan göz kamaştırıcı orospu! Birkaç günlüğüne sigarayı bıraktım. Yeni bir dua tespihi aldım. Sadaka kutusuna para attım. Acıyordum dünyaya.


     - Beni rahat bırakın, uçuyorum zevkten, çok seviyorum seni Tanrım ve seni Camilla ve seni ve seni. Ne güzel bir duygu, ne kadar tatlı, sıcak, yumuşak, leziz, sanrılı. Nehir boyunca ve deniz aşırı, bu sensin bu da ben, büyük dolgun sözcükler, küçük zarif sözcükler, hey hey hey.


     - Bazen öyle bir mutluluk dalgası kaplıyordu ki içimi ışıklarımı söndürüp ağlıyordum ve içimi tuhaf bir ölüm arzusu kaplıyordu.


     - " Uzun parmaklarını aç ve yorgun ruhumu geri ver. Ağzınla öp beni çünkü açım Meksika ekmeğine. Burun deliklerime yitik kentlerin kokusunu üfle ve ellerim unutulmuş bir güney sahilini andıran beyaz gerdanında ölmeme izin ver. Şu uykusuz gözlerimdeki özlemi al ve bir güz tarlasında uçuşan kırlangıçları besle onunla çünkü seni seviyorum, Camilla, ve adın dönmeyen sevgilisi için son nefesini verirken gülümseyen cesur prensesin adı kadar kutsal."


     - Tepeler saklasın onu! Tepelerin mahrem yalnızlığına dönsün! Taşlarla ve gökle yaşasın, rüzgar uçursun saçlarını sonsuza dek. Bırak o yolda gitsin.

28 Ocak 2014 Salı

Yalnız Gezerin Düşlemleri * Jean Jacques Rousseau

     - Yalnızlığımda onlarla birlikte yaşamakta bulamayacağım bir mutluluk buluyorum; insanlar, toplum yaşamının bütün zevkini yüreğimden kopardılar. Artık bu yaşta o zevki duyamam; iş işten geçti. Bundan böyle iyilik de kötülük de etseler, onlardan gelen her şeye karşı ilgisizim.


     - Avuntuyu umudu ve sessizliği ancak kendimde bulduğum için, ölene dek yalnızım, kendimden başka hiç kimseyle uğraşmayacağım ve uğraşmamayı istiyorum.


     - Ruhum henüz canlı duygularla dolu, beynim de artık, sıkıntılarla üzüntülerin doldurduğu birkaç çiçekle süslü olduğu halde, kendimi masum ve talihsiz bir ömrün sonunda görüyordum. Yalnız ve yalnız bırakılmış olduğum için yaşlılığın soğuk havasını duymaya başladığım gibi sönmeye yüz tutan imgelemim yalnızlık evrenini gönlüme göre tasarlanmış imgelerle şenlendirmez olmuştu. İçimi çekerek kendi kendime, "Bu dünyada ne suç işledim?" diyordum. Yaşamak için doğmuştum, yaşamadan ölüyorum.


     - Duyumsadığım kaba bir yüzegülücülüktü; bu da içtenlikle hiç uyuşamazdı; bu bakımdan yüreğim hiç aldanmaz.


     - Bırakalım talih ve insanlar istediklerini yapsınlar, ses çıkarmaksızın çekmeyi öğrenelim; her şey sonunda dünyanın düzeni içinde eriyip gidecek: benim sıram da er geç gelecektir.


     - Mutsuzluk, kuşkusuz en büyük öğretmendir.


     
- Karmaşık isteklerimin kararsızlığı içinde az umdum ve daha az kazandım; ama, umutla yaşadığım günlerde bile, aradığımı sandıklarımın hepsine kavuşsam da yüreğimin ne olduğunu bilmeksizin susadığı mutluluğu bulamayacağımı duyumsadım.


     - Bu aldanışlardan ve boş umutlardan kurtulunca kendimi artık asıl zevkim ve eğilimim olan ilgisizliğe ve kafa dinçliğine bıraktım. Süslenmekten de vazgeçtim; ne kılıç taşıyacaktım ne saat, ne beyaz çorap, ne de yaldız ve takma saç. Başımda sıradan bir peruk, üzerimde basit ve kaba bir çuha olacaktı; üstelik, veda ettiğim şeylere değer veren tutkularla istekleri yüreğimden koparıp atmıştım.


     - İnsan için özgürlüğün, istediğini yapmaktan çok istemediğini yapmamak olduğuna her zaman inanmışımdır.


     - Mutlu olmak için ne eksiğim vardı sanki? Bilemem. Ama, olmadığımı biliyorum. Bugün de insanların en talihsizi sayılmak için neyim eksik? İnsanların bunu sağlamak için yaptıklarından hiçbiri. İşte bu üzücü durumda bile, kimliğimi ve talihimi en mutlu insanlarınkiyle değişmem ve onların talihini tatmaktansa, kendi düşkünlüğüm içinde kalmayı yeğlerim. Evet, kendi kendime bırakıldım ve kendi özümle besleniyorum; ama tükenmiyor ve bana yetiyor.


     
- Kendimi sevgiye ve beğenilmeye layık, sevildiğimi ve sayıldığımı sanan ben, birdenbire, yeryüzünde eşi görülmemiş bir canavara dönüştürüldüğümü gördüm. 


     - Binbir yere bağlanmaya çalışırken hepsi elimden kaçıp da kendi kendime kalınca, dengemi yeniden buldum. Her yandan sıkıştırılmama karşın o dengeyi koruyorsam, artık hiçbir şeye bağlanmadığımdan, yalnızca kendime dayandığımdandır.


     - İnsanların ortasında yalnızım; bunu gidermenin yolunu ancak kendimde bulabileceğim; oysa bu yaşımda, bu durumumda bulacağım çözüm yolları pek zayıf. Dert büyük, büyük ama öfkelenmeksizin direnme yolunu bulduğumdan beri bana işlemez oldu.


     - Yaşama ve ölüme, hastalığa ve sağlığa, servete ve yoksulluğa, şana ve kara çalmaya aynı ilgisizlikle bakmış olmak, hele benim yaşımda, az iş midir?


     - Ömrümün tek acısı, duygularımın yüreğime bu türlü etkisidir. Kimseye rastlamadığım yerlerde yazgımı düşünüyor, onu duymuyor, çekemez oluyorum. Engelsiz ve değişiklik olmaksızın mutluyum, hoşnutum.


     - Talihin cilveleriyle insanların düzenleri, böyle yaratılmış bir adama pek etki edemez; tutkuların beni sürekli olarak etkilemesi için, her an yenilenmeleri gerekir. Çünkü en kısa bir ara verme, beni kendime getirir.


     
- Ancak her şeyin yerine bir başkası konabilir; zevklerim az ve kısa sürer, ama daha bol olsalar bu denli hoşlanmam; onları anılarla beslerim. Az ama öz olsalar, yani yabancı öğelerle karışmasalar, hiç olmadığım denli mutlu olurdum belki.


     - Yalnızlıktan hoşlanmama nasıl şaşılır? İnsanların yüzünde düşmanlıktan başka bir şey görmüyorum oysa doğa bana hep gülüyor.


     -
Kimseye bağlı olmaya katlanamazdım; işte özgürdüm; özgür olmaktan da daha çok bir şeydim: Çünkü yalnızca kendi sevgilerime bağlı olduğum için istediğimi yapıyordum.


21 Ocak 2014 Salı

Yalnızlar Mektebi - 1. sayı

Issızlaştım
bir
o
kadar
yalnız,
bir
o
kadar
iplerini
yeni
fark
etmiş
bir
kuklanın
şaşkınlığı
ile
bir
fincan
kahvenin
karasında
boğulmak
üzereyim.



     - 'Bu dünyada artık beni hayrete düşürecek hiçbir şey kalmadı' dediğimde, bir istihza gibi seni gönderdi bana. Hala "Aşka ne diye hayret ediyorsun?" demektesin bana... Aşka değil, senin aşk ettiğine hayret etmekteyim... Avni Çakar

Sevmezse çabuk ölürmüş insan
Hem ölmeye merağımız yaşayamamaktan
Yani ölmek istemez kimse
Yaşayamadığı için merak eder sadece
Öpsene beni
Bak birazdan ölebiliriz hiç belli olmaz
Emin Ünlü

     - Üstelik daha otuzlu yaşlarımda bile değildim. İnsan bunca yenilgiyi genç yaşta yaşayınca, kazandığı en ufak galibiyet bile onun için bir kupa değerinde oluyor. Bir kupa, bir madalya istiyor. Yahut en azından bir teşvik istiyor, aferin istiyor. Ama istediğini alamıyor insan.

     - Kıpırdamak istemiyorum. Hatta yok olmak istiyorum. Hayır, hayır yaşamak istiyorum, ama bu işi var olmadan yapabilsem. Hayalet gibi yaşayabilsem insanların arasında, kimselere görünmeden. "Çay koyayım mı oğlum?" - Koyma anne - Düşüncelerim bölünüyor, bedenim dağılıyor, olduğum yerde yavaş yavaş çürüyorum. "Biraz uzansan oğlum." - İyiyim böyle anne. - İyi değilim ben anne, hiç, iyi değilim ben. Anlatmadan anlayabilsen keşke. Kafam çok karışık anne, nasıl susturacağım bu sesleri? Anne hayaletleri kimse aldatamaz değil mi? Hem delirmezler de onlar... Soyut bir şey olmak istiyorum anne ben. Şeffaf bir varlık. Bana bakınca duvarı görebilsin herkes mesela. Varken yokmuşum gibi... Ali Lidar
 

Saatleri Ayarlama Enstitüsü * Ahmet Hamdi Tanpınar



     - Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden, davul zurna, sokaklara fırladık. Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, "Buyurunuz efendim, bendeniz artık hevesimi aldım. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!" diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birdenbire parlayan fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birden bire kömür veya toprak yığını haline giren o büyülü hazinelere mi benzer? Bir türlü anlayamadım.


     - Bazen düşünürüm, ne kadar garip mahluklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız?


     - Kalbim işlemiyor artık. Beyinde arıza var.


     
- O büyük bir ruh ve idealistti. Hayatta "hep"i elde etmek için "hiç"in kısır çölünde yaşamayı tercih etmişti.


     - Ne ondan kurtulabiliyorum, ne de tamamiyle onun emrinde olabiliyorum.


     - Şimdi kendimi ortada hissediyorum. Mektep, gençlik için daima ehemmiyetlidir. Her şeyden sarfınazar o yaşlarda ömrün en azaplı meselesi olan "Ne olacağım?" sualini geciktirir.


     - Bu daima böyledir. Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlilerini affettiren daime öbür hadiselerdir.


     - Artık talihe karşı hiçbir mücadelede bulunmak hevesi kalmamıştı. Herkes hayatının bir devrinde şu veya bu şekilde talihinin şuuruna erer.


     -
 İnsanların saadet anlayışı da gariptir. Kitaplara bakarsanız, kendilerini dinlerseniz, insanoğlunun esas vasfı akıldır. Onun sayesinde diğer hayvanlardan ayrılır. Beylik sözüyle, hayata hükmeder. Fakat kendi hayatlarına teker teker bakarsanız bu yapıcı unsurun zerre kadar müdahalesini göremezsiniz.





     - Ah kelimeler, isimler ve onlara inanmanın saadeti...


     
- Hulasa onda kaybolmalıydınız ve yine ondan doğmalıydınız. O zaman her şey hallolurdu. Masallarda dikkat etmediniz mi? Hep kaybolurlar... Kaybolmak, yani ölmek, sonra tekrar dirilmek... Bir kompleksten kurtulmak için bundan daha emin çare yoktur. Fakat yapamadınız... Yapamadınız. Bu fırsatı kaçırdınız!


     - Hayır, burada her şey biraz afyon biraz uyku ilacıydı.


     - Sanki çok tüylü, yumuşak bir yığın kol ve kanatlı, insanı adeta bitmez tükenmez gıdıklamalar, kısık gülüşler ve haz baygınlıkları içinde sömürüp tüketen bir hayvanın eline düşmüşüm gibi bu manasız aleme gömüldüm. Hiçbir şeyin birbirini tutmadığı ve her şeyin en şaşırtıcı şekilde birbirine bağlı olduğu bir dünyada, bilmediğimiz bir yerde kopan bir fırtınanın getirdiği enkazdan yapılmış bir panayırda imişim gibi yaşamaya başladım.


     - Artık Emine bir daha ölemezdi, hatta hastalanamazdı da. Orada zihnimin bir köşesinde olduğu gibi kalacaktı. Hayatımda birçok şeyler daha beni korkutabilir, başıma türlü felaketler gelebilirdi. Fakat en müthişi, onu kaybetmek ihtimali ve bunun korkusu artık yoktu. Her an onun hastalığının arasından etrafa bakmayacak, o azapla yaşamayacaktım.


     -
Kararlar, yeminler, ahitler, karanlıkta dökülen gözyaşları birbirini kovalıyordu. Fakat ne faydası vardı? Ne yaşadığım hayatı beğeniyor, ne yenisine gidebilecek kudreti kendimde buluyordum. Her şeyden düpedüz kopmuştum.


     - İnsanoğlu insanoğlunun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz.


     - Kordonsuz saat, yularsız hayvan, nikahsız kadın gibidir. Saatini seven evvela bir kordonla kendisine bağlar.


     
- Oda sıcak, fakat siz yine örtünün, kollarınızı, boynunuzu, göğsünüzü örtün. Yatakta örtüler altında şekliniz kaybolsun. Vücudunuzu gizleyin ki bu köpek sadakati bende devam etsin.


     - Hayatı güçleştiren şeylerden hoşlanacak yaşta değilim.


     - İnsan talihi bu idi. Hiç kimse yıldız olarak kalamıyordu. Muhakkak hayalimizdeki yerinden inecek, herkese benzeyecekti.


     -
O benim hayatımın bir tarafıydı. Gizli, her an tepmesi beklenen bir hastalık gibi bende yaşıyordu.


     -
Sevgi dediği şey hakikatte musallat bir fikirdi. O ancak elde etmekten hoşlanan bir insandı. Bir de kaybedeceğini anladığı zaman sevebilirdi.


     - Ben aşktan daima kaçtım. Hiç sevmedim. Belki bir eksiğim oldu. Fakat rahatım. Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde... Fakat daima ödersiniz... Hiçbir şey olmasa, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz...


     - Bu masada biri de, bini de kazanan hep aynı şeylerin üzerinde ve sonuna kadar kaybetmek üzere oynar! Kazanç belki tesadüf olabilir, fakat kaybettiğimiz şey tam ve katidir. Oyuna girdiğiniz anda onu kaybettiniz demektir.


     - Sizi çok seviyorum ve aynı zamanda size düşmanım. Bana kendimi çok hatırlatıyorsunuz.


     - O kendisi olmak için beni unutmaya belki muhtaç! Fakat ben ancak onun sayesinde biraz kendim olabiliyorum. Bu, belki de onun hiç anlamayacağı bir şey. O benim kaderimi bitmiş biliyor ve bunda haklı! Fakat ben onun kaderi üstüne acz içinde titriyorum.