3 Aralık 2011 Cumartesi

Tutunamayanlar * Oğuz Atay

     - Ne demiş Cenap Şehabettin: "Güzel bir kıyafet iyi bir tavsiye mektubu..." fecri ati fecaati...

     - "Büyük ve güzel şeyler de var." demişti bir gün. O sırada ben ne yapıyordum? Hiçbir güzelliğin içime girmesine izin vermiyordum. Öyle miydim? Hatırlamıyorum.


     - Beni kötü yetiştirdiler dostum! Güzeli ifade gücünden yoksun bıraktılar beni, tıpkı filmlerdeki gibi diyebiliyorum ancak. Ne acıklı değil mi?



     - "Bir dostun varlığı güzel bir şeydir; fakat bir dosta ihtiyaç duymadan yaşayabilmektir önemli olan."


     - İnanmıyorlar ki, elle tutulur deliller istiyorlar. Yok canım, o kadar da değil, diyorlar her zaman. Ölmezsin, diyorlar. Bu da geçer. Olaylar haklı çıkarıyor onları çoğu zaman. Milyonda bir de olsa yanılma, ağır ve elim yanılma sessizce belirince. Milyonda bir için hayatı zehir etmeye değer mi? diyorlar onlar. Onlar, biz, hepimiz...


     - Birden bire yüklenmezler üstüne. Önce bırakırlar istediği gibi düşünsün herşeyi. Dünyayı dilediği gibi anlamasına, yaşamasına, hissetmesine izin verirler. Hatta alkışlarlar, överler onu. Büsbütün çileden çıksın da geri dönemesin diye. Sonrasını biliyorsun işte.


     - "Hiçbir korku aklını gölgelemesin" "Sonunda pişman olursun ama dayanamazsın" dedi. "Boş yere yorulursun, usanırsın benden."



- Kelime ve yalnızlık hayatın tadı tuzu

  Kucaklamak isterdi ölümü ve sonsuzu.


- Felsefeyi seviniz, fakat koparmayınız,

  Demekle özetliyor: bu dünyada yalnızız.
  Özür dilerim senden bu sütunda açıkca,
  Çocukluk günlerine kapılmışım çocukça.


- Bağlı hece vezniyle, taş kesildi sağ elim.

  Hecenin çarmıhına çivilenmiş ellerim.
  Kafiye Tanrısına kurban oldum. Efendim?
  "Bir şarkının sonuna kadar sabredemedin."
  Bundan kaybediyorum, böyle olduğum için.


- Büyümek, yalnız tutunanlara gerekli.

  İkinci gelişinde çırıl çıplak dolaşacak.
  Kelimenin bütün anlamıyla çırıl çıplak.


- Siz de benim gibi,

  Günleri
  Sevgiyle isteyerek
  Değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek
  Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin de
  Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata'nın izinde
  Gitmekten başka kavramı olmayan
  Cumhuriyet çocuğu olarak yayan,
  Pis pis gezdinizde (o sıralardan adı Opera Meydanı olan)
  Hergele Meydanı'nda, bu sarı ve tozlu alan
  İğrendirmediyse sizi,
  Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi,
  Kaybettiniz (benim gibi).


- Eller boşta kalıyor, tutunamıyorlar toprağa

  Anlatamıyorlar anlatılamayanı.
  Anlatmak gerek: Düşman sarmış her yanı
  Oysa, mesela Selim Işık
  Anlatmadan anlaşılmaya aşık.
  Böyle adama
  (Darılma ama)
  Yaklaşmaz hiçbir güzellik,
  Doğduğu günden beri kalbinde bir delik,
  Almak için bütün sızıları içine.


- Mükemmel bir daire çizilemeyeceği gibi,

  Aklın ve tecrübenin de insanı idaresi kolay değil.
  Tanrı çizmiyor her zaman kaderimizi;
  Madde ve ruh arasına çizilen sınırdaki kesinlik yok.
  Büyük ihanetler pençesinde tutuyor insanı,
  Büyük karışıklıklardan kaçtığı yerlerde bile.


     - "Önce Kelime vardı." diye başlıyor Yohanna'ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık...Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.



     - "Ah Roxane, Roxane! İç çekmelerimi hecelerin sayısına uyduramıyorum."



     - Beni rahatsız eden ve adlandıramadığım duygularımın, yalnız libidoya bağlanmasına gönlüm razı olmuyor.


     - Allah'ım ben ne yaptım! Bu güne kadar söylediğim her sözü geri alıyorum. Konuşmayı da bir unutabilsem. Yeni bir dünya var, anlıyor musun Olric? Her şeyi geride bırakmak gerekiyor. Bir sabah kalkacaksın, arkana bakmadan... Hürriyet kötü bir kavram Olric. Öyle, anlattıkları gibi özlenecek bir ortam değil. Bu hürriyet, kulağıma kötü şeyler fısıldıyor Olric. Duymak istemiyorum. Hayır, çalışacağım önce araştıracağım. Bütün gücümü bu araştırmaya vereceğim. Bitkinlikten, hürriyeti düşünemeyecek duruma gelinceye kadar çalışacağım. Yeter bu miskinlik! Demek aylardır ölüyormuşum ben. Peki bu nasıl iş Olric?

   

     - İçimden geçenleri bilselerdi beni dünyanın bir numaralı vatandaşı sayarlardı. İnsanları dinlerken sıkıntılı bir görünüşüm vardı: sanki, her zaman onların sözlerini bitirmeleri-ni ve konuşma sırasının bana gelmesini sabırsızlıkla beklerdim. Bana kalırsa, bu görünüş çok aldatıcıydı. Bana kalırsa, bana kalırsa... ne yazık hiç kalmadı bana.



     - Bütün otların adları ezberlenirdi, ay doğarken iç çekilirdi, duvarın üstündeki kedi okşanırdı (bu sırada yüze en canım bir ifade verilirdi); benim değişme gücüme kimse inanmadı. Sonunda ben de inanmadım. İşte böyle can sıkıcı biri oldum sonunda gerçekten. Ne yazık: siz beni gerçekten bir adam, ne bileyim, sizler gibi kişilik sahibi biri sandınız.  Alışkanlıkları olan, çatalı şu şekilde tutup, filan yemeği falan yemekten önce yemesini seven, yatakta belirli bir yatış  biçimi alan, itiraz eden, bazı anlarda kimseyi görmeye tahammülü olmayan ve daha bir sürü özellik... Ben de kaçtım, ihanet ettim. Bütün bu olamamak, yapamamak ve da-ha bilmem neler, başka türlü bir kişilik, başka türlü bir kalıplaşma... Ne haliniz varsa görün.


     - Neron da anlaşılmadan ölmüş. Başkalarına karşı insafsızmışım: ya kendime? Başkalarına da en az kendime gösterdiğim saygıyı duymak... bunun için mi suçluyorsunuz beni?  Hiç olmazsa, bütün bunların bana da çok zararı dokunduğunu kabul etseniz. Kendimi de ihmal ettiğime inansanız.  Hayır, öyle yapmıyorlar: karşıma geçip aptalca sırıtıyorlar.  Özür dilerim: gülümsüyorlar. Kendimi boşuna da olsa, onlar için harcadığımı söyleseler; bu çırpınışların, kendimi korumak için olduğunu insafsızca ileri sürmeseler. Küçümseyici gülümsemelerinin beni gece yarısı uykumdan uyandırdığını, sabaha kadar yatakta kıvrandırdığını bilseler.


     - Herkesin istediği gibi yaşadığı o uzak ülkenin özlemini duyuyorum. Belki de bu ülke çok yakın. Uzak olduğunu nereden çıkardım? Belediye otobüsüyle filan gidilebilir oraya. Gene kapılarını çalıyorum. Soruyorum: burada da eskiden nasıl tanınmışsam öyle davranmak zorunda mıyım?  Çok iyi bildiğim şeylerde bile şaşırma hakkı verilecek mi bana? Hangi gün doğduğumu bir an için unutsam, yüzüme garip garip bakılmayacak mı? Bakılmasa da, bir gün olur hatırlar, bir gün olur düzelir, bir gün olur eskisi gibi normal duruma gelir gibi yorumlar yapılacak mı arkamdan? Eline tabancayı alıp da ateş eden adam orada da var mı? Hamam böcekleri de var mı? “O” da var mı? Sorularımın karşılıkları gittikçe duyulmaz oluyor. Bana öyle geliyor ki, kimse beni dinlemiyor. Durup dinlenmesini bilmediğim için, bu ülkede de iyi bir karşılama göreceğimden kuşkuluyum. Bugün öğleden sonra saat ikiden itibaren eşyayı suçlamaya başladım. Önce üzerinden kalkmadığım divan yatak suçlandı. Sonra tavan ve en sonunda banyo tuvalet. Bütün düşüncelerimi emip bitirmekle suçluyorum sizleri. Bütün hayallerimi sömürdünüz, gene de doymadınız. Büyük ve güzel şeyler yaratmama yardımcı olmadınız. Büyük bir sağırlıkla, kahredici bir dilsizlikle sustunuz güzelliklere. Geri istiyorum hapsettiğiniz duygularımı, düşüncelerimi. Hepinizi mahkemeye veriyorum: tahliye davası açıyorum. Ne diyorsunuz? Bize bir şey vermedin mi diyorsunuz? Ne yapmışım? Duyulmuyor, hızlı söyleyin. Gülerim saçmalarınıza. Hiçbir güzellik vermemişim onlara. Tavan diyor ki gözler ile benim köşelerimi birleştirdin sadece. Köşegenlerimin kesim noktasının elektrik kordonuna uzaklığını hesapladın. Banyodaki fayansları da, saymışım sadece. Yarım fayansları çıkarmışım, ikiye bölmüşüm... hepiniz yalan söylüyorsunuz. Ben... ben Kant gibi düşünmek istiyordum. Kelimelerle uğraşıyordum ayrıca. Evet, diyorlar hep bir olup: kelimelerle uğraştın. Kelimeleri bölüp durdun: eisen-stein, demir-taş; ein-stein, tek-taş; victor-mature, muzaffer-kâmil.  Bunlarla geçirdin vaktini. Önsözler okudun hayalinde: bize yeni bir şey öğretmedin. Kaybettin. Mahkemeyi de mi kaybettim? Mahkemeyi de kaybettin. Mahkeme masrafları, ücreti vekâlet filan da bana mı yıkıldı? Hepsi sana yıkıldı. Ben mahkemede sevimli görüneceğimi sanıyordum, benim bu kadar kayıp içinde olmamdan utanırlar da beni daha çok severler sanıyordum. Aldanıyorsun. Burası mahkeme: düşkünler yurdu değil. Sakın kıyameti koparmaya kalkma: mahkemenin manevi şahsiyetine hakaretten de mahkum olursun. Bir insan eşyayı da suçlayamazsa, divana istediği gibi bir tekme atamazsa insanlığı nerede kalır? Eşya da isyan eder mi insana? İnsan mahkemelerinde eşyalar davayı kazanır mı?

     - Öyle bir kapı olmalı ki çalınca, insana hiçbir şey sormadan açsalar: kapının ortasındaki küçük pencereden bakıp da kim o demeseler. Sonra hemen içeri alsalar beni. Ben anlatmak istesem bile, hemen sustursalar: biz her şeyi biliyoruz. Her şeyi biliyor musunuz gerçekten? Evet. Neden sormuyorsunuz ayrıntıları? İstediğin zaman anlatırsın. Sana dinlenme fırsatı verdiğimizi de sanma. Hiç anlatmasan da olur. İstediğin zaman gidebilirsin. İstediğin zaman geri dönebilirsin. Anlayış da göstermiyoruz sana. Özellikle buna çok sevindim. Anlayış göstermenin sende bir gerginlik yaratacağını, ne zaman isteyecekler endişesini doğuracağını biliyoruz. Sen sormasaydın bunları bile anlatmazdık. Hiçbir sözü sonuna getirmeyi düşünmüyoruz. Yaşama şartlarını açıklar mısınız? Burada yemek ve uyuma saatleri belirli değildir. Kimsenin kimseyi dinleme zorunluluğu da yoktur. Birini dinlerken bile sonuna kadar beklemeyebilirsin: sözün yarısında dışarı çıkarsın canın isterse. İstemezsen hiç karşılık vermezsin konuşmalara. Yemeğe, isteyen tatlıdan başlar, isteyen de yemekten önce kahvaltı eder. İsteyen bütün gün gecelikle dolaşır, isteyen de elbiseyle yatağa girer. Biraz korkutuyor bu hürriyet beni. Akıl dışı bir hürriyete benziyor. Yemeği üstüne dökme hürriyeti de var mı? Sonuna kadar var. İstersen saatlerce de yıkanabilirsin. Ayrıca kimse beklemez banyonun kapısında yıkanman bitsin diye.Çok sevindim: anladığıma göre babam yok aranızda. Dinlenme saatlerine de karışılmıyor değil mi? Böyle işlerle uğraşan yoktur. Hürriyet tarifiniz nasıl? Sizin de hürriyetiniz, başkalarının hürriyetinin başladığı yerde mi bitiyor? Hayır, yok böyle bir şey. Herkes, başkalarını rahatsız etmekte de hürdür.  Bana başka türlü bir hürriyet öğretmişlerdi. Hürriyetin öğretilebileceğini sanmıyoruz. Bana demişlerdi ki: ya başkaları da seni rahatsız etmeye kalkarsa? Haklı değiller miydi?  Onları bırakıp gidersin hemen; başına böyle bir iş gelirse.  Kabul edersiniz ki bu hürriyet, bu yaşayış akla uygun görünmüyor. Akla uygun olduğunu ileri sürmüyoruz. Acaba bu anlattığınız yer... Soru sorulmamasını istiyorsunuz; siz de sormayın. Henüz eski alışkanlıklarınızdan kurtulamadığınız görülüyor. Ya bir gün geriye, eski yaşayışıma dönmek istersem? Buna bir engel olmadığını belirtmiştik. Biliyorum; ya ben dönmek istemezsem demek istemiştim. Böyle bir durum korkunç olmaz mıydı dersiniz? Böyle bir anlayışla burada ıstırap çekersiniz. Geriye dönüş hiçbir zaman düşünülmez burada. Henüz hazırlıklı değilsiniz. Biliyorum. Her zaman olduğu gibi dışında kalıyorum düzenin. Bu benim kaderim.  Biliyorsunuz, aramızda ıstırap çekenler, sizin gibi, düşünmeyi henüz unutmayanlardır. Düşünce, onlar için yalnız ıstırap kaynağıdır. Bu duruma gelen zavallı düşünce, artık onlara hayatlarını düzenlemekte yararı olmayan bir yük ve bizim verdiğimiz hürriyeti kabul etmelerine engel olan bozuk bir makinedir. Bu makine, son titreyişlerini yapmaktadır ve durmasını bilmediği için parçalanacaktır.


     - Mizah, benim durumumdaki biri için tehlikeli bir çare. Gülünç durumlarda düşünüyorum önce kendimi; acıklı maceramı bir an için unutuyorum ve sonra buhran bütün ağırlığıyla üstüme çöküyor. Hazırlıksız yakalanıyorum. Fakat gizli emellerim var bu konuda: kendimle alay ederken, kafatasımı iki usta parmağın açacağına ve içinde yapacağı küçük bir iki değişiklikle beni tekrar aydınlığa kavuşturacağına inanıyorum. Bir süre sonra, bu aptalca inancımla alay etmeye başlıyorum. Sonra... sonra korku her şeyi siliyor.


     - Beni kötü sonuçların beklediğini kuruyordum kafamda. Daha doğrusu ben kurmuyordum; kafamda kurulu  bir makine vardı ve bu makine, durmadan, ara vermeden düşünceler, izlenimler sıralıyordu. Bu makinenin idaresi benim elimde olsaydı, yalnız istediğim şeyleri, istediğim sırada düşünebilseydim neler başarmış olacaktım. Kafamda bir sürü süprüntü düşüne olmasaydı, bazen benim bile beğendiğim düşüncelerle dolu olsaydı beynim...Kaybediyordum; düzensizlik ve duruma hakim olamamak yüzünden kaybediyorum.



     - Sözlerini gereğinden fazla ciddiye aldığımdan yakınıyor. Ne de olsa müdür; söylenmek istiyor arada. Işık ailesini tanımıyor. Benim gibi bir oyun bozanla, müdürlüğünün tadını doğru dürüst çıkaramayacağını bilemiyor. Aslında iyi bir adam ve beni seviyor.  Bununla birlikte, benden kurtulursa sevinir. Belki de sevinmez: hemen unutur gider. Cenazeme gelir mi acaba?



     - Şimdi, matematik cüretle

       hiç duyulmamış köprülerin kemerlerini inşa edeceksin.
       Mucize, yalnız tehlikenin
       anlatılmaz sürekliliğinde değildir.


     - Ah! Ben de ölüp gidiyorum işte ve yerime kimseyi bırakmıyorum. Bütün öfkelerimi toprağa götüreceğim. Yaşarken de anlatamadım kimseye.



     - Az gelişmiş öfkeme de burun kıvırıyorlar, dudak büküyorlar. Daha beter olun! Daha beter olun! İnşallah yakında ölüme de çare bulursunuz ve ben de binlerce yıl kulağınızın dibinde sızlanır dururum. Ya beni anlarlarsa sonunda? Daha kötü, daha kötü.



     - “Kötülüğe karşı direnmeyeceksin” sözünden büyük bir ferahlık duyuyorum. İnsana gerçek hürriyeti bu “direnmemek” kazandıracak gibi geliyor bana. Yalnız, insan bir saniye bile aklından çıkarmamalı İsa’nın bu sözünü. Yoksa bütün çabalar boşa gider. İnsan, bir an için olsun, duygularına kapılıp karşı koymaya başlarsa, benim gibi olur sonunda.  Nereye döneceğini, kime saldıracağını bilemez. İsa bu gerçeği çok iyi biliyordu: hiç yanılmadı bu konuda. Sorguya çekildiği sırada bir muhafızın attığı tokada biraz sinirlenir gibi oldu; fakat gene kendini tuttu. Bense, sarhoşlar gibi küfrediyorum içimden (ve dışımdan). Haksızlığa uğradığımı sandığım zamanlarda göğsüme doğru bir yumruğun beni sıkıştırdığını hissediyorum. Oysa insan, yalnız davranışıyla değil, içinden de kötülüğe karşı direnmemeli; hayatında kötülüğe direnmekten başka yüksek ve güzel şeyler olmalı ki bütün ilgisini bu konuya toplamasın benim gibi.  Bütün vaktini bununla kaybetmesin ve sonunda yorulmasın benim gibi. Her nefes alışında bu cümleyi alıp vermeli insan: kötülüğe karşı direnmeyeceksin.



     - Ölmeden ölmek zormuş: öyle söylüyor şair. O kadar zor değil. Ölümü beklemek zor. Ölümü bekliyorum ve ölüm gelmek bilmiyor.  Ben de bu arada vaktimi boş geçirmemek için ölümcül düşüncelerimi geliştiriyorum. Aynı zamanda kişiliğimi de aşağılık bir duruma getirmeye çalışıyorum. Belki ölüm geldiği zaman beni ölmeye değer bir yaratık bulmayacak. Ölümden kaçmak için sonsuz sayıda aşağılık düzen peşinde koştum; sonunda, yaşamama izin verilirse, ne yapacağımı bilemeyeceğim. Karanlık günlerimde beni hor görenlerin anıları yüzünden rahat edemeyeceğim.



     - Burhan beni bir biçime sokmak istiyordu ve ben yattığım yerden onu ilgisiz gözlerle seyrediyordum. Aslında alçaklık bendeydi. Ona demeliydim ki: bırak beni içimde öyle sert ve bükülmez bir çekirdek var ki beni değiştiremezsin. Beni didik didik edebilirsin, canıma okuyabilirsin, fakat düzeltemezsin beni.  Evet alçaklık bendeydi: öyle yumuşak görünüyordum ki.  Siz beni parçalamaya çalışırken, ben gizli gizli onarırım kendimi. Sonunda bilmediğiniz bir şey olur çıkarım ve sizi suçlarım: beni mahvettiniz diye. Sizlerle birlikte başarısız gibi görünürüm: fakat sonunda ihanet ederim sizlere. Hep bir yerde takılmamı beklersiniz; ben de aynı şeyi beklerim heyecanla. Sonunda, yarım yamalak bir başarıyla sıyrılırım işin içinden. Başarısızlığın sevimliliğine kapılırım ve sonunda gerçek başarısızlara ihanet ederim. Kusura bakmayın derim: hiçbir işi sonuna kadar götüremiyorum, başarısızlığı bile. Oysa kendimi onlara, olduğumdan başarısız göstermek için ne kadar çırpınmışımdır.



     -  Yenilginin bile tadına varamıyor insan. Bütünüyle teslim olmanın keyfini süremiyor.


     - Evden çıktım, yavaş yavaş yürüyerek caddeye ulaştım. Kalabalık, birden şaşırttı beni: başım döndü. İnsanlar, bana çarparak yanımdan geçiyorlardı. Kuvvetli güneş gözlerimi kamaştırdı, sersemledim. Bu telaşı ve bu güneşi... ve insanların, bütün bunlara aldırmadan çaba göstermesini anlamıyordum. Bu gücü nereden buluyorlardı?  Dış etkilere duyarlıkları kalmamıştı. Sağlam kayalar gibi yuvarlanıp gidiyorlar, önlerine çıkan zayıf cisimleri ezip geçiyorlardı. Kaldırımın kenarına çekildim: azalıp bitmelerini bekledim. Güneş, üstlerinde kesin gölgeler bırakarak yalıyordu onları. Hiç aldırmadan geçiyorlardı. Beklemenin faydasız olduğunu görünce, geri dönmek, yatağıma ve ilaçlarıma dönmek istedim. Bu şiddete dayanamayacaktım. Bir elektrik direğine yaslandım.


     -  Eve dönmek beni, ne pahasına olursa olsun yaşamak isteyen bir solucan yapıyor. İnsanların, güneşin ve hareketin olduğu yerde ölüm kavramına daha kolay dayanabiliyorum. Eve dönünce, duvarlara, eşyaya sinmiş olan karanlık düşüncelerim üzerime saldırıyor: ölüme, evde katlanamıyorum. Oysa evde ölmek istiyordum. Ne istediğimi bilmiyorum artık sayın insanlar! Beni affedin!      


     - Derimin altındaki karışıklığı bilmeden yargılıyorsunuz beni.


     - Tek başıma beceremediğim bir yaşantıyı, birlikte nasıl sürdürürüz? Başkalarını taklit ederdik. Olmaz. Yaşamayı taklit ederek insan ancak yirmi beş yıl kadar yaşar senin gibi. Teklifini kabul edemeyeceğim oğlum. Fakat amca bey, yaşamayı nefes almak gibi rahat sürdürenler de var. Onlar daha fazla yaşasın. Yaşasınlar inşallah. Beter olsunlar!


     - Hiçbir şey bilmeseydim, belki yeni baştan öğrenebilirdim. O kadar da saf kalamadım. Artık çok geç.

 
     - Sade bir aile atmosferi içinde bir cehennem oyunu sahneye konuluyordu. Boyumdan büyük işlere kalkmıştım. Şimdi, boyumdan küçük işleri bile başaramıyordum. Böylesine rezil bir yenilgi görülmemişti. Gücümü tahminde yanılmıştım. Turgut evlendiği zaman ben de evlenecektim. Çatal-kaşık ve fasulye pilakisi karşısında böyle ağır bir yenilgiye uğramayacaktım. Oysa fasulyeyi ne kadar severdim. Her şeyle aramı bozdum artık. Her şey bana düşman kesildi. Tanrım, diye düşündüm ilk defa. İlk defa, Tanrım dedim; bıraksınlar beni artık...


     - Gülmek, onun için bir korunma aracıydı. Bunu geç anladığım için de cezamı çekmeliyim Olric.


     -  Hiçbir şeyi unutmadı ve her olaydan, hayatının sonuna kadar rahatsız oldu.


     - Dış etkenlerin karmaşıklığı bizi yolumuzdan çevirmesin: biz işimize bakalım.


     - Bu deftere anlamsız sözler yazmak istiyorum artık. Aklımı kullanmaktan ve anlaşılmaya çalışmaktan bıktım. Hiçbir zaman da anlamlı olmayı becerebildiğimi sanmıyorum. Rüyalarımda, birtakım insanlara, bunu yapamazsınız, diye bağırıyorum. Ne dediğimi anlamıyormuş gibi yüzüme bakıyorlar. Hayır yalnız rüyada değil, gerçek dedikleri hayatta da böyle olmuştur her zaman.

     - Sinekler de eskisi kadar rahatsız etmiyor beni. Onlar da fazla uğraşmıyor benimle. Bu hareketsiz ve çevreye ilgisiz adamın üstüne çok konmuyorlar; ya da hemen uçup gidiyorlar. Belki de onlara ilgimi yitirdiğim için gücendiler bana. Duvarda, tavanda öldürdüğüm sivrisineklerin kan lekelerini sayıyorum. Ne hırsla öldürmüşüm zamanında; yapışıp kalmışlar. Bazı lekelerde yanılıyorum. Kalkıp bakıyorum: yuvarlak, koyu lekeler. Kim bilir ne? Eskiden bir sivrisineğin vızıltısı uyandırırdı beni. Havalar ısındığı halde, geceleri hiç vızıltı duymuyorum şimdi. Karanlıkta, uyumadan, tetikte onu beklediğim halde sivrisinekleri duymuyorum. Duyularım zayıflamış olmalı. Oysa bir ay öncesine kadar ne keskindi... Böyle olurmuş. Önce birden kuvvetlenir, sonra insanı bırakırmış; bir külçe gibi kalırmış insan. Eşyalara çarpıyorum yürürken. Karanlıkta yönümü tayin edemiyorum. Birden kendimi bir duvarın karşısında buluyorum: soğuk ve sert bir duvarın. Başımı çarparak dağılacağım korkusuyla duruyorum. Annemin çok değer verdiği bir sigara tablasını kırdım: robdöşambrımın eteğiyle. Başka zaman olsa çok kızardı. O kadar aldırışsız olmuşum ki robdöşambr diyorum. Ne bileyim ne demeli? Uzun hırka deseydim... Oblomov’un hırkası gibi. Sizlerle uğraşacak halim yok. Kimsenin okumayacağı bir günlük için bu zahmete giremem. Oda giysisi diye yazarım dünyaya ikinci gelişimde. Ne aptalmışım bir zamanlar: var olmayan kişileri alırdım karşıma; onların beni eleştirmelerine karşılık vermeye çalışırdım. Bunu yapıyorum çünkü... derdim. Öyle diyorsunuz ama... derdim. Benim asıl niyetimin ne olduğunu biliyor musunuz bakalım? diye azarlardım onları. Şimdi, bu küçüklüklerin üstüne çıktım. Kimseyle alışverişim yok. Yalnız, size iyilik olsun diye robe-de-chambre yazacağım. Biraz “sense of humour” kaldığını anlayın diye bende.

     - Fakat o benim gibi değil ki: normal. Normal, anormal. Bu kelimeleri çocukluğumdan beri sevmem. Daha o zamanlar, bazı akrabalarım bana anormal derlerdi. Bu sözler insanın yüzüne söylenmez. Gene de duyar insan. Anormal. Bu çocuk anormal. Bu çocuk normal değil. Onlara göre, durmadan kitap okuduğum hatırladığıma göre çok okumazdım doğrusu ve misafirlerin yanına çıkmadığım bu “yanına çıkmak” deyimi beni ürpertirdi, içime bulantı verirdi ve gereken yerde gereken kelimeyi bulamadığım için bu nedenle bana ayrıca aptal da derlerdi anormaldim. Ben de büyüyünce çok normal olmak ve onları utandırmak için yanıp tutuşurdum. Galiba haklı çıktılar. Nasıl bildiler bunu? Onların akılsız, duygusuz ve bilgisiz olduklarını bildiğim için, haklı çıkmalarına bütün kalbimle ve aklımla ve öfkemle isyan ediyorum. Ben haklı çıkmalıydım. Olmadı. Sebep olanların gözü kör olsun! Bir zamanlar tutunamayanlar diye bir söz etmiştim. Şimdi bu sözü çok hafif buluyorum.


     - Ben ölüyorum: görmüyor musunuz? Yazık diye üzülecekler. Fakat, haklı çıkmanın sevinci içlerini ısıtacaktır. Beter olsunlar diyeceğim; oysa beter olan benim.


     - Bu kıskanç korku gelinceye kadar, yaptıklarım bakımından değilse de, aklımdan geçenler bakımından aşağılık bir hayat yaşadım. Büyük ve güzel şeyler yerine, aşağılık şeyler düşündüm. Şimdi de durum düzelmiş değil: hiçbir şey düşünemiyorum. Çok bayağı bir olay. Neresinden tutulsa insanın elinde kalıyor: dağınık ve çürük bir örgü. Evet, haklıydı akrabalar. Ben, normal olmadığım için anormal olan bir çocuktum. Allah beni kahretsin ve ediyor da. Montaigne, kötü davranışlardan, istemediğiniz için kaçının, diyor: beceremediğiniz için değil. Beni ne güzel açıklıyor. Ben de diyorum ki: Sayın Montaigne ve sizin gibiler! Canınız cehenneme! Sizin haklı olmanız bana hiçbir şey kazandırmıyor. Köşemde kıvrılıp ölüyorum işte. Siz de sevimli akrabalarım kadar yabancısınız bana. Adınız Marki bilmem ne de olsa... Tabii siz gurur duyuyorsunuz düşüncelerinizden.



      - Özür dileriz, bizi rahatsız etmeyin. Düşünecek meselelerimiz var. Her gün yüz binlerce insan ölüyor. Ancak ilginç olaylarla uğraşabiliriz. Next please!


     - İlgileniyor; demek ki ilgi bekliyor. Hiç olmazsa ilgilendiğinin fark edilmesini bekliyor. Annem öyle değildir. Kendini karıştırmadan benimle birlikte olmasını bilir. Hem de kitaplarda okumadan, bir yerden duymadan: içinden öyle geliyor. Bütün anneler böyle değildir. Gidip yatmasını söylüyorum: itiraz etmeden gidiyor. Karşımda oturduğu zaman düşüncelerimi hafifletiyor. İşim bitince gönderiyorum. Biraz iyileştiğimi görünce, bana yaptığı iyiliğin karşılığı olarak onunla ilgilenmemi bekleyebilir, değil mi? Hayır. Seviniyor sadece.



     - Arada hastalığıma izin veriyorum; yoruluyorum yatakta. Ya da ben hastalıktan izin alıyorum. Böylece sokağa çıkabiliyorum.


     - Bu sabah uyandığım zaman, gecenin sıkıntısı göğsümden kalkmamıştı. Demek ölüm bu, diye düşünüyordum. Sabahları uyandığıma sevinemiyorum. Gecenin sıkıntısı, öğleye kadar sürdüğü için, sabahın verdiği diriliği yaşayamıyorum. Öğleden sonra da akşamın hüznü çöküyor.


     - Belirsizlikten korkuyorum. Göğsümdeki sıkıntıyı anlattım aceleyle. Önemli bulmadı. İlaçlar yaparmış. Hepsini keseceğim. Peki o zaman ateşim nasıl düşecek? Ben mahvoldum. Sinir yüzünden ateş olur mu? Saç- malama, dedi bana. Bütün bu kuruntuları unut.


     - Dün gece sabaha kadar sis vardı limanda. Bir düdük durmadan öttü. Başımı yastıklara gömdüm, yorganın içine soktum. Fakat o boğuk ses, her şeyi deldi. Kulağımda çınladı sabaha kadar. Eskiden, buhranlı gecelerimin sabahında, güneşin doğuşu beni sakinleştirirdi. Şimdi sıkıntı veriyor: yeni bir güne başlamanın sıkıntısını. Basma perdenin arasından giren ışınlar, yaşanacak uzun bir günü gözüme sokuyor.


     - Bir silgi gibi tükendim ben. Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa. Ben, kurşun kalem silgisiydim. Azaldığımla kaldım.


     - Bütün günüm tedirgin bir beklemeyle geçiyor: gelecek mi, gelmeyecek mi? Ne gelecek? Bilmiyorum. Adını koyamadığım bir şeyden korkuyorum. Soyut bir korku içimi dolduruyor. Bu korkuyla uyanıyorum ve bekliyorum. Belki korkularım sayılamayacak kadar çok. Ateşimin düşmemesinden korkmam bunlardan biri.


     - Akıldan uzaklaşmak istiyorum. Aptalca duygulanmaktan korktuğum için çevremi akılla doldurmuşum. Aşktan, üzüntüden bahsedebileceğim aptal insanları arıyorum.


     - Sonumu kendim hazırladım. Her an ne yapacağımı söyleyemezlerdi bana. Beni aldattılar; gene de suçluyum. İnsanların en verimli olduğu çağda tükendim. Her anı, ne yapmam gerektiğini düşünerek geçirdiğim için çabuk yoruldum. Bana müsaade.


     - Ölüm pahasına da olsa güçsüzlüğü kabul etmek ağırıma gidiyor. Zarar yok, diyorum. Uğrunda ölmek bile güzel. İçinden gülüyor bana. Atıyorsun, diyor, bu korku, bu hayata sarılma, bu ilaçlar, gargaralar neden? Neden perdeleri kapıyorsun? Neden ölesiye tartışmalara giriyorsun? Neden Günseli’ye iyi olduğunu yazıyorsun? Onun insafsızlığına dayanamıyorum. Sen gene bana bırak kendini, diyor. Ben, seni yalancıktan öldürürüm: sonra gene yaşarsın. Atlatırız ölümü, gerçek ölümü. Pis pis gülüyor. Önümde uzun bir gece var. Bu meseleyi kapatmalıyım.


     - Bugün annem dayanamadı; ne yazdığımı sordu. Ona nasıl anlatsam? Bütün hayatımı birlikte geçirdiğim ve beni gerçekten seven bu insana hiçbir şey anlatamamak ne kötü. Ondan farklı gelişmeye ne zaman başladım? Bu ayrılık nasıl doğdu? Hiç anlamıyorum. Bir gün baktım, iki yabancı olarak yaşıyoruz aynı evde. Aslında kimseye bahsetmedim kendimden. İstemiyorum da. Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım.


     - Bana acımayın. Ben kötüyüm; sizlere karşı kötü duygular besledim içimden. Beceriksizliğimden uygulayamadım kötü düşüncelerimi. Sizleri kıskandım, küçük gördüm, bayağı buldum: bana yapılmasını istemediğim kötülükleri sizlere yapmak istedim. Fırsat bulunca da yaptım. Dün gece rüyamda biri beni öldürdü. İçimin boşaldığını hissettim. Ben de ne işkenceler düşünmüşümdür bana kötülük edenler için. Beni de öldürmelerini istiyorum artık. Çünkü, artık olduğum gibi kalmaya dayanamıyorum. Yalnız, beni öldürürseniz kötülüklerim gene gizli kalacak. Onları bir sır gibi mezara götüreceğim: gene aldatacağım sizleri.


     - Emekli ihtiyarlar gibi herkese ağrılarımdan yakınıyorum. Şakaya getirerek söylüyorum tabii. Herkesle birlikte gülüyorum durumuma. Daha doğrusu, güler gibi yapıyorum. Benimle birlikte oldukları zaman genellikle gülerler. Öyle alıştırmışım. Kimi görsem, seni andık geçen gün: bilsen ne kadar güldük, der. İki yıl önce, birlikte içerken ne demiştin, hatırlıyor musun? diyorlar. Hatırlamıyorum. Onlar hatırlıyor. Tekrar anlatıyorlar. Anlatırken bile dayanamayıp gülüyorlar. Ben gülecek bir şey göremiyorum ortada. Duruma uygun bir söz etmişim: eskimiş, geçmiş. Üstelik böyle aptalca bir söz söylemiş olduğum için utanıyorum. Aklı başında bir insan, beni bu arkadaşlarımdan öğrense kim bilir ne can sıkıcı bulur. Ben de öyle buluyorum. Bana böyle birinden bahsetseler, tanışmak bile istemem. Ciddi konularda karşıma yalçın dağlar gibi çıkan insanlar, gülmeye sıra gelince teslim oluyorlar hemen. Bu işi de bana bırakıyorlar. Sen de bununla teselli et kendini, diyorlar herhalde.


     - Artık yaşamak istemiyorum Olric. Onların istediği gibi yaşamak istemiyorum. Başım dönüyor Olric.


     - Sabahtan beri bir şey yemediniz efendimiz. Şimdi de içiyorsunuz. Onlar da içiyorlar Olric. Karşılarında oturan kızlara bir şeyler anlatıyorlar. Ben anlatmak falan filan demek istemiyorum. Sonum geldi Olric. Kendime yeni bir önsöz yazmak istiyorum. Yeni bir dil yaratmak istiyorum. Beni kendime anlatacak bir dil.


     - Çok denediler, efendimiz. Allah'tan, ne denediklerini bilmiyorum, Olric. Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Olmaz, diyorlar. İsyan ediyorum. Az gelişmiş bir ülkenin fakir bir kültür mirası olurmuş. Bu mirası reddediyorum Olric. Ben Karagöz filan değilim. Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz. Kapı kapı dolaşıp dilenmiyoruz. Son kapıya geldik. İnsaf sahiplerine sesleniyoruz. Ey insaf sahipleri! Ben ve Olric sizleri sarsmaya geldik. Dünya tarihnde eşi görülmemiş bir duygululukla ve kendini beğenmişcesine ve kendinibeğenmişcesinesankibizdenöncebirşeysöylenmemişçesinegillerden olmaktan korkmadan kapınızı yumrukluyoruz. Dilenciler krallığının en küstah soylusu olarak kişiliğimizi burnunuza dayıyoruz. Dinden imandan çıktık. Deli dervişler gibi saldırıyoruz. Açın kapıyı! Biz geldik! Korkudan dudağınız uçuklamasın. Öyle öfkesi yarıda geçen İngiliz kızgın genç adamları gibi müzikli güldürüler peşinde değiliz. Sizi ağlatmaya ve burnunuzdan getirmeye geldik. Size dünyanın dörtten fazla bucağı olduğunu göstermeye geldik. Bitmez tükenmez sızlanmalarımızla ananızı ağlatmaya niyetliyiz.


     - Beni bir gün unutacaksan bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma boş yere mağaramdan çıkarma beni alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna tedirgin etme beni bu sefer geride bir şey bırakmadım tasımı tarağımı topladım geldim neyim var neyim yoksa ortaya döktüm beni bırakırsan sudan çıkmış balığa dönerim bir kere çavuş olduktan sonra bir daha amelelik yapamayan zavallı köylüye dönerim beni uyandırma hep kuşkuluydu her zaman kötü bir şeylerin olmasını bekliyordu sonu gelmez benim gibiler için hiçbir şeyin sonu iyi gelmez.


     - İnsanların üstüne dünyanın bütün yıldırımlarını yağdırsam da sevilmek özlenmek istiyorum bütün gürültümün çocukça olduğunu aslında sevgiden ilgiden geldiğini anlamalarını öyle sanmalarını istiyorum peki diyorlar neden yapalım bütün bunları neden öyle sanalım kimsin sen diyorlar reisincumhurbaşkanı mısın evet reisincumhurbaşkanıyım...


     - Beni unutmanı istediğim halde bunu yapamayacaksan beni güzel bir durumda düşünmeni isterim onun için beni hiç görme ne demek istediğimi anlıyorsun herhalde senin için daima güzel ve bozulmamış bir bütünlük içinde kalmak istiyorum gereksiz ayrıntıların aklındaki resmi bozmasına razı değilim, kötü hatıralar insanın aklından kelime olarak çıksalar bile görüntü olarak kalırlar.


     - İçim o kadar karışmış ki sahtelikleri ayıklayıp temizleyemiyorum. Bütün suç savaş yıllarında yediğimiz kara ekmeğin. Bizi iyi beslemediler. Sonra da yağlı yemekler verdiler. Beynim yağ bağlamış olacak. Büyük ve güzel şeylerin dışarı çıkmasına izin vermiyor. Korkuyoruz. Düşünmekten ve sevmekten korkuyoruz. İnsan olmaktan korkuyoruz. İşin içine bir kere acıma girerse, ondan bir daha kurtulamamaktan korkuyoruz.


     - Sevmek zor geliyor. Alışmamışım yoruluyorum. Her an sevdiğimi düşünemiyorum. Bazen atlıyorum. Boşluklar oluyor. Bunları boş sözlerle doldurmaya çalışıyorum. Oysa ben her an sana bakmak, bir sözünü kaçırmamak; bir kıpırdanışını, yüzünün her an değişen bütün gölgelerini izlemek, her an yeni sözler bulup söylemek istiyorum. Her mevsimde, her gittiğimiz yerde, insanlarla ve insanlarsız, aşkın değişen yansımalarını görmek istiyorum. Bütün bunlar beni yoruyor. Sen orada duruyorsun ve beni seyrediyorsun sadece. Senin için sevmek, su içmek gibi rahat bir eylem. Ben, her an uyanık olmalıyım.


     - Bütün hayatımızı yersiz çekingenliklerle mi geçireceğiz Olric? Cesareti yalnız kafamızda mı yaşayacağız?


     - 'Anlamıyorsunuz Esat Ağabey' derdi. 'Onları öfkeme layık bulmuyorum. Öfkem bana ait birşey. Yakın hissetmediğim birine nasıl gösteririm onu. Onlara da size davrandığım gibi davranmış olurum. Asıl o zaman kötülük etmiş olurum size'


     - İçimdeki Kont Draculaları gün ışığına çıkarayım da toz olsunlar. Sayın Kont; yarın gece gene beklerim.


     - 'Beni ya şımartın ya da kapı dışarı edin!' diye bağırdı. 'Yarı içtenliğe dayanmam zor benim. Bir kişi mi kalacak? Tamam bir kişi kalsın.'


     - Başkalarından ayrı hissettiğimi nasıl belirtsem? Kimse bilmeyecek... Hiç olmazsa mezar taşıma yazın: burada insanlara başka türlü hayran olan biri yatıyor. Ne türlü? Bir bilsem, ahh bir bilsem...


     - Beni bulamayacaklar. Ne kadar uğraşsalar çözemeyecekler sırrımı. Sonunda pişman olacaklar. İnsan müzesinde bir manken eksik kalacak. Bir biçim veremeyecekler bana. Vicdan azabından kahrolacaklar. Bir türlü biçime sokamayacaklar beni. Böylece intikamımız alınacak.


     - Ben iç dünyama dönüyorum. Orada hayal kırıklığına yer yok.


     - Aşk bir zayıflıktı ve insanın başka güzellikleri görmesine engel oluyordu.


     - Yaşamamaktan yoruldum.


     - Yaşamak diye bir problem yoktu bizim için. Böyle bir problem çözmedi asistanlar tatbikatlarda. Sonunda hepimizi kurtlar kaptı tabii. İnsan taklidi yaptığımız için, kurtlar bizi adam sandı. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir rezalet görülmemiştir. Az gelişmiş aşklar ülkesi olarak dünya milletleri arasında ön sıraları işgal ediyoruz.


    - Benim için bütün oyunlar, romanlar, hikayeler herkesin anladığından başka bir anlam taşıyor. Bütün hayat, bütün insanlık bu kitaplarda anlatıldı, bitirildi. Yeni bir şey yaşamak yeni bir kitap tanımak oluyor benim için. Kitaplarla ve onların yazarlarıyla birlikte yaşıyorum. Önsözlerle yaşıyorum. Hiçbir yazar şaşırtmıyor beni: çünkü hayatlarını sonuna kadar biliyorum. Gerçek dediğiniz dünyadaysa kimin ne yağacağı belli değil. Her gün şaşırtıyorlar beni. Yazarlarımla yaşamak daha kolay. 1886'da N. kasabasında doğdu. Babası, annesi, kardeşleri, çevresi, yaşarken kimsenin bilmediği ıstırapları, kuruntuları, arkadaşlarıyla kavgasının gerçek nedeni, hepsi hepsi satırların arasında. Tanımadığım yönlerini merak ediyorum ilk sayfalarda; fakat biliyorum hemen her şeyi öğreneceğimi. Bana kitap kurdu, boş hayaller kumkuması, hayatın cılız gölgesi gibi sıfatlar yakıştırılabilir. Şövalye romanları okuya okuya kendini şövalye sanan Don Kişot'a benzetebilirsiniz beni. Yalnız onunla bir fark var aramda: ben kendimi Don Kişot sanıyorum. Kitaplardan, yaşantılarım için yararlanamadığımı ve kendimi bir biçime sokamadığımı da yüzüme vurabilirsiniz. Ne yapabilirim? Kitap okumakla, manavın beni aldatmasına engel olamıyorum bir türlü. Manava inanmadığım halde aldatıyor namussuz. Ya inandığım dostlarımın beni aldatmasını önlemek: büsbütün imkansız bu. Dostlarım alay ediyor benimle. Bu çocuğun sonu ne olacak diyorlar. Hiç olmazsa kitaplardan kitaplar çıkarmalıymışım. Bunu da yapamıyorum, yazamıyorum. Kitapları, işimde kullanılacak bir mal gibi göremiyorum: kapılıyorum onlara. Belki kitaplar da onlara karşı gösterdiğim aşırı ciddiyetimle alay ediyordur. Biliyorum, kitaplar da beni adamdan saymıyorlar. Fahişelerin, onlara barlarda para yediren tüccarları küçümsemesi gibi hor görüyorlar beni. Bütün bunları düşündükçe daha da tersleşiyorum, kendime daha çok zararım dokunuyor, benimle alay edenlerin gözünde daha da küçülüyorum. Duvarlar duvarlar var çevremde. Halsiz kalıncaya kadar başımı vuruyorum onlara.


     - Günahlarımın ağırlığına dayanamıyorum Olric. Neden beni uyarmadın?


     - Buna hakkım yoktu efendimiz. Öyle güzel gürlüyordunuz ki. Size kapılmamaya imkan yoktu. Çevrenizdeki bütün sahtelikleri öyle güzel aydınlatıyordunuz ki. Bir daha göremeyecekler sizin gibi bir devi efendimiz.


     - Onların küçük yaşantılarının içinde bende küçülmedim mi Olric? Ucuzluk bana da bulaşmadı mı?


     - Hayır, efendimiz. Öyle içten yaşadınız ki. Bu kısa süren aydınlıktan yararlanamayacaklar ne yazık ki. Acıtmayan karanlıklarına dönecekler. Onların, hissedemedikleri acılarını da siz içinizde taşıyacaksınız. Güzel bir rüyadan uyanmanın tatlı şaşkınlığını yaşayacaklar bir süre. Sonra unutacaklar. Unuttukları için de unutulacaklardır. Kendi güzelliklerini de -eğer güzellik varsa- unutacaklardır. Yalnız sizin içinizde yaşayacaklardır: bunu bilmedikleri için de, yaşadıklarını da bilmeyeceklerdir. Alışkanlıktan başka bir şey bilmedikleri için, sizin yokluğunuza alışacaklardır. - Anlıyorum Olric. Neden daha önce söylemedin bana? - O zaman yaşayamazdınız. Siz her şeyi yaşamalısınız efendimiz. Bütün güzellikleri görmelisiniz. İçinde en küçük güzellik olan bir şeyi bile tanımalısınız. Siz ne yaparsanız olur, efendimiz. - Beni şımartıyorsun Olric. - Zarar yok efendimiz: çünkü artık sizi kimse şımartmayacak. - Beni korkutuyorsun Olric. - Siz istemeyeceksiniz efendimiz. Güzellikleri kendiniz bulup çıkaracaksınız artık. ... - Her gün yeni baştan yaşamak mümkün olacak mı dersin? Bir gün öncesine korkak bir bezirganlıkla sarılmadan yaşayabilecek miyiz? Yoksa, yarından korktuğumuz için, düne köle gibi bağlanacak mıyız? Yaşarsak göreceğiz Olric. Yaşamaktan korkmazsak göreceğiz. Ve bu dünyaya göstereceğiz. Onlar görmese de göstereceğiz. Gösterdiğimizi bileceğiz. Gitmeliyim Olric, hemen işe girişmeliyim.


     - Esasında, sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu, sizin dünyanızda, o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepinize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk.



     - Tarih bir tahriftem ibarettir. Tarih, geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir, ama görülürken değil.


     - Bir yerde söz biter: iki kişi karşılıklı kendini tekrarlamaya başlar. Yeni başlayan ilişkiler ble eskir böylece. Hemen kaçacaksın ki aklın orada kalsın.


     - Ben, balon muyum çocukları sevindirecek? Kimseyi sevindirecek halim yok.


     - Sahte cennet, bu akşamki programını gururla sunar!


     - Bu adamı dışarı çıkarın; çürümüş et kokuyor.


     - Tevfik Fikret! Kış şiirleri söyle. Yüreğim kızdı. Kafam kızdı. Kar altında biçareler, soğuk düşünceler, ete değen çeliğin serinliği. Zavallı ruh! İşlediğin günahlar ne kadar büyük ki gecenin bu saatinde dolaşıyorsun. Nereden gelip nereye gidiyorsun?


     - Ey zavallı ruh. Nedir bu yaptığın rezalet? Nereye sığar? Görelim gel bu rezaletleri ve onları doğuran tembel arzuları ve karında yerleşen kafanın azdırdığı iştahları ve onunla birlikte teşebbüse geçen eli ve temizleyelim bu yaşamak için geldiğimiz dünyadan kalın arzuları. İnceleri kalsın yalnız.


     - Bunları düşünüp, karşılıklı oyunlar oynamakla harcadığımız enerjiyle kimbilir kaç tane elektrik santralı çalışırdı?


     - Ne anlamsız bir yaşantı. Dolabın kapağında bir yazı: yangında ilk kurtarılacak eşya. Onu değil beni kurtarın. Bat dünya bat! Talih! İki gözün kör olsun da piyango bileti sat! Midem yanıyor: içkiden ilk kurtarılacak mide. Yangından ilk kurtarılacak ilk mide. Benim midem. Benim kalbim.


     - Şimdi yanımda olsaydın, bütün bu meseleleri tartışsaydık. Birçok meseleyi askıda bırakıp gittin. Beni bıraktın bu makinenin çarkları arasında. Ben de dişlilere ceketimi kaptırdım. Eteğimin ucundan bağlandım bu düzene. Ceketi çıkarmadan olmaz. Ceket çıkarma talimatı da verilmedi daha. Çıkar üstündekileri, kurtul bu düzenden. Olmaz Selim: çırılçıplak kalırım sonra. Tutunacak yer bulamam sonra. Düşünceler göklere yükseliyor, fakat vücut toprağa bağlı. Tek tek koparılması kolay olan milyonlarca iplikle bağlı. Kör talih!


     - Yumuşakçalardan ve aynı zamanda kabuğu en sert olanlardan.


     - Dinlendim. Güçlüyüm. Bedenimi önemsiz bir yaşantıya kaptırmakla aklımı korudum. Boşuna geçen zaman yoktur.


     - Bir kitabı bırakır ötekine saldırırdı. Bu ümitsizce çırpınış, bütün kitapların yüzüstü bırakılmasıyla sona erer, büyük bir utanç ve hayata dönüş buhranları gelirdi arkasından.


     - Sen söylemez miydin utanmadan duygusuzluğumla övündüğümü?


     - Hayatım ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu.


     - Hayat düşünceleri tutan bir hapishanedir. İnsan can sıkıcı bir saç demetidir, ben de akılsız bir robotum.


     - Bizim için hüküm hep aynıdır. Kısa bir hükümdür: beklediğimiz ve inanmadığımız bir hüküm. Yalnız bizim için çıkarıldığını sandığımız, oysa sayısız kopyası olan ve ayrıntılara inmeyen bir hüküm. Biraz para verilince, biraz tatlı davranınca yumuşayan ve gene de aslında hiçbir biçiminin bizim için önemi olmadığını bildiğimiz bir hüküm.


     - Güzel bir gün ve ben yaşıyorum.


     - Tanıştığımıza, birbirimizi tanıdığımıza memnun oldum. Gözlerinizin rengine şafaklar kadar uygun bu çiçekler aşkımızın solmaz birer hatırası olsun, gözleriniz yaşlarla dolsun.


     - Önce biraz zor gelecek, ama alışacaksın.


     - İnsanların hoşuna gidecek biçimde davranmayı oldukça beceririm biliyorsun. Onun için, bana önem verilmesinde bu aldatıcı tavırlarımın payı vardır diye endişe ederim.


     - Kıskanç ve intikamcı bir duyguydu bu: biraz unutulmaya gelmiyordu. Gizlice büyüyor, eskisinden daha şiddetli bir biçimde ortaya çıkıyordu hiç beklemediği bir anda. Bir davranışta bulunmadan, onunla ilgili bir hareket yapmadan atlatılması imkansız gibi görünen bir duyguydu. Hüzünlü bir biçimde ele alınmayınca daha zalim oluyordu sanki. Kendisine saygı duyulmasını istiyordu.


     - Acaba sinüsü mü kosinüsü mü daha çok seviyorum diye öyle bir açmaza düştüm ki, sonunda ikisinin de karesini aldım; gene bir neticeye varamadım. Bir de "Hayatın Koordinatları" meselesi beni çok yoruyor.


     - Demek sen aşkı, sinüse kosinüse çok görüyorsun. Soyut aşk kavramı sende henüz gelişmemiş. Sen ve senin gibiler, ancak beş elmayla on elmayı toplayabilen basit insanlarsınız. Elle tutulan şeylerle düşünebilir, elle tutulan şeyleri sevebilirsiniz yalnız. Siz A ve B den değil, üç erkek beş kadından anlarsınız ancak.


     - Sinüsün de sevilebileceğini, ona da insan muamelesi yapılması gerektiğini yeteri kadar savunabileceğimi hissetmiyorum artık. Sinüsün entegralinin nasıl alınacağını birden unuttum; mahcup oldum sinüse gösterdiğim bu ihmalden. Fakat siz anlayamazsınız bu duyguları. Gene de "Hayatın Koordinatları" hakkında bir açıklama yapmamı beklersiniz herhalde.


     - Hayatın Koordinatları deyiminden kısaca şunu anlıyoruz: bir insanın, belirli bir zamanda, belirli bir yerde ve belirli şartlar altında ne yapmış olduğunu bilirsek bu bilinenlerle, yani hareket ve zaman boyutlarının önceden tesbitiyle, bu verilere dayanarak yazılan ve sabit katsayıları, o insanın tayin edilmiş özellikleriyle belirlenen denklemlerin, zaman değişkenine göre çizilen eğrileri, bize o insanın ilerde ne gibi şartlar altında ne yapacağını gösterir.


     - Kötülükten ancak kötülük çıkar. Bayağılık insan ruhunu öldürür.


     - Maruzatım bunden ibarettir; ekmek, suyla undan ibarettir.


     - Vaziyetin romantik bir dümende gelişmesi sebebiyle isteğini yapıyorum, hakikate tapıyorum, oturumu bu anda ve burada kapıyorum.


     - Her zaman birisi sizden önce davranır. Oysa gelip geçici biridir bu. Sinemada, sizden önce, son boş koltuğu alan kör bir yabancı.


     - Vazgeçiyorum; bütün insanlığın önünde eğilerek özür diliyorum: beni yanlışlıkla çıkardılar sahneye. Ben yoldan geçen...


     - Kendi sorunlarını çözemeyen bir kişinin, kusurlarının acısını başkalarına çektirmeye hakkı yoktur.


     - Değerini bilmeyen kişi, gereksiz yakınmalarla gün geçtikçe daha da bozulur ve çürüyüp gider.


     Bütün hayatınca konuştu.
     Sonunda TUTUNAMAYANLAR diye bir söz çıkarabildi ortaya: bir tek kelime.
     Çoğul bir kelime.
     Unutamadığı bazı insanları birleştiren bir kelime.
     Bu sefer, düşüncesini Süleyman Kargı’dan başkasına açıklamadı.
     Süleyman da kimseye söylemedi.
     Bütün hayatınca tutunamayanlardan kaçtığını sezer gibi oldu.
     Kendisine de bulaşmalarından korktuğunu anladı.
     Onlara yapmış olduğu bu haksızlığın ıstırabıyla kıvrandı.
     Onların gerçek temsilcisi olmak için eline çok fırsat geçmiş olduğunu ve bu fırsatları kaçırdığını anladı.
     Bu düşüncelerinden de kaçmaya çalıştı.

     Bütün hayatınca düşüncelerinden kaçmıştı.
     Son olarak odasına sığındı.
     Kapıyı kapattı.
     Sesleri duymaz, görüntüleri görmez oldu.
     Yemek yemez, içki içmez oldu.
     Dostundan kaçar, düşmanını bilmez oldu.
     Sığındığı son yerde de onu buldular.
     Yerini tespit ettiler.
     Bütün tanıklar dinlendi.
     Savunmalar alındı.
     Gereği düşünüldü.
     Hiçbir etki altında kalmadan bağımsız olarak karar verildi.
     Adam kapıyı açtı, içeri girdi ve tabancasını çıkararak ateş etti...

14 Eylül 2011 Çarşamba

Aylak Adam * Yusuf Atılgan

     -Çevresine bakındı. Yoktu. Oturma odasını da aradı. Orada da yoktu. Bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. Kadınlar da böyleydi. Dünya’da gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu.


     - İnsanlarda anlayamadığı bir şey de gazete okumalarıydı. Neden her sabah içlerini karartmak gereğini duyarlardı acaba? Futbol maçı hastalarınınkini anlıyordu. “Ya ötekiler?” Binlerce gazete satılıyor bu şehirde. Örneğin, şu yaşlı adam! Yoksa ‘FATİH’TE İKİ EV YANDI’ başlığını görüp “İyi ki benim orda evim yok” diye düşünebilmek rahatlığı için mi okur? ‘BİR ADAM KARISINI ÖLDÜRDÜ!’ “İyi etmiş. Kim bilir ne namussuzdu”. ‘ÇİN’DE İSYAN’ “Beter olsunlar, kırsınlar birbirlerini. Bize dokunmasınlar da!...” Bu “biz” dediği daha çok “ben” değil mi? “Ben, benim, bana, beni!” Herkes “Ben”.


     -Ama anlayamadığı bir şey yok mu, benim bile anlayamadığım? “Annem diyor ki…” gibi.”Bugün olmaz” gibi. Bugünün çok uzun olduğunu bilmiyor mu?


     - Bu çatının altında yaşayanlarda ortak ne var? Yalnız birlikte yaşama zorunluluğuna inanmaları. Kimi pilavı patlıcanlı ister, kimi patlıcansız; kimi tuzlu, kimi tuzsuz; kimi erken yatmak ister, kimi geç; biri şarkı dinlerken öteki caz müziği ister. Sabahları kalkışırlar… Biri gördüğü düşü anlatır. Dinleyen, düş dinlemeyi sevmez. Karı kocalar bile böyle değil mi? Ortak neleri var? Haftanın belli günleri et ete sürtünmekten başka? Gene de dayanıyorlar. Çünkü birlikte yaşama zorunluluğuna inanmışlar. İşte benim onlardan ayrıldığım buna inanmamam. Sıkıntımın da, sevincimin de kaynağı bu. Gücün dayanmaktansa yalnızlığıma kaçarım. Bana tek insan yeter. Sevişen iki kişinin kurduğu toplum. Toplumsal yaratıklar olduğumuza göre, insan toplumlarının en iyisi bu daracık, sorunsuz, iki kişilik toplumlar değil mi?


     -Şimdi ben ona yokum. Olsun. Uykudaki yokluk gibi bu, geçici. Uyanınca ona daha çok varım.

     -Bütün sıkıntım tez geçen bu sıcak kül yanığı, diye düşündü. Bu kadar rahatlık beni korkutuyor. Hiç olmazsa birkaç gün sürecek bir hastalığa tutulsam.



     -İnsanları yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. Olmak istedikleri, olamadıkları “kişi”yi anlatırlar.


     -“Gerçek olan içimdeki bu boşluk mu? Değil! Bir şey var, ama eksile eksile var.”

     -Temmuz 23’ün yanına yalnız iki kelime yazılmıştı. “Onu seviyorum.” Buna da inanmadı. “Yalan! Beni sevseydin o günün 23 Temmuz olduğunu bilmezdin.”


     - Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutanaklar gibi uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına, çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin "-Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur." demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum. Gerçek sevgiyi; bir kadın, birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!

     - Ku-ya-ra ile A-da-ko, dedi. - Ne o? Bir ilkçağ trajedisinin adı mı? Bütün çağların trajedisi bu, Ku-ya-ra; 'Kumda yatma rahatlığı.' A-da-ko: 'Ağaç dalı kompleksi. ' Şimdi kumda yattığım için ku-ya-ra diyorum. Ku-ya-ra alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya a-da-ko? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben 'ağaç dalı kompleksi' diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla ku-ya-ra dişidir. A-da-ko erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp, gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu a-da-ko'yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona...


     - Sonra köşeyi gördü. Bazen, görünür bir sebep olmadan, insana önünden geçtiği yapı, bir sokak köşesi, üstünde oturduğu sandalye hayatında önemli bir yer tutacakmış gibi gelir. İşte bu köşede bugün bir şeyler olacaktı. Artık hep oraya bakıyordu. Gelip geçenlere göre orası, şehirde binlercesi olan basbayağı bir yerdi. Yoksa o mu büyütüyordu? Orada geçebilecek her günlük bir olayı, içindeki önyargıyla değerlendirip olağanüstü bir şey mi sanacaktı?


     - Haydi uzat ellerini, somurttuğum zamanlar yaptığın gibi, yanaklarımı tutup ger de güleyim.


     - Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır. Doğar doğmaz, o bilmeden başkaları veriyor. Ama yapışıp kalıyor ona. Onsuz olamıyor. (Sustu. Bir sigara yaktı) Bakın, şimdi adımdan daha önemli bir şey biliyorsunuz: Sigara içtiğimi. İşte bir başkası: Bütün bu “siz”ler, “iz”ler, “uz”lardan sıkılırım ben. Yapmacık, fazlalık gibi gelirler bana. İkinci konuşmamda sen diyemeyeceğim biriyle bir daha konuşmam. Ne dersin(iz)? - Galiba sizi anlıyorum. - Yanılıyorsun. Siz anlanamaz, sen anlanır. Bazı kitaplarda “sizi seviyorum” u okuyunca gülerim. Sanki siz sevilirmiş! Sen sevilir, değil mi? - Seni anlıyorum.


     - Bir ara dizimi büküp, topuğumu ellemiştim.O zaman bana koşmuş. Görüyor musun, insanların geleceği nasıl ufacık, bilmeden yapılmış bir hareketle değişiyor?


     - Nasıl kolayca söyleyiveriyor bunu. Sevmek! Kelimelere herkes kendine göre bir anlam, bir değer veriyor galiba. Bu değerler aynı olmadıkça iki kişi iki ayrı dil konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu?


     - Benim ona tutunabilmem için onun benden başka bir dayanağı olmamalı.


     - Neden bu kadar kötümsersin?
- Sen neden değilsin? Çevrene bakmıyor musun? En mutlu görünenlere bile? Bütün bunlar üç oda, bir mutfak, iki çocuk düşü ile başlıyor.Sonra? Haydi bayanlar, baylar! Bu fırsatı kaçırmayın.Siz de girin, siz de görün.Üç perdelik dram birinci kısım: Dağlar dümdüz. İkinci kısım: Ne çok tepe! Üçüncü kısım: Ova batak. Bugünlük bu kadar baylar. İyi geceler yarın yine bekleriz.


     - Bir de bana deli sevgilim diyor. Nerem deli benim? Paçalarıma sıçramasın diye demirin oluklu yerine işemiyor muyum?


     - Beni anlasa, o da benimle aynı düşü görse!


     - Asfalta kusmak, işte 20. yüzyıl. Katı katı naylon, neonların yapma gündüzü.


     - Bu pis dünyada yaşadığı, ona bu yaptıklarını yaptırdıkları için kızgındı. Bir ağlasaydı! Ama ağlayamazdı. Kulağı yırtıldığı zaman bile ağlayamamıştı.


     - "Mufassal kıssa başlarsın garip efsane söylersin."


     - "Şu kutunun içinde bana piyano çalacak birini bulamıyordum. Yalnızdım. Kapadım, kalktım. Duvarda 'ikindi kahvaltısı' asılıydı. Yapma ışıkta bozluğu daha bir boz, kahredici. Masanın üstünde sigara küllüğü vardı. Biçimsiz. Kim koymuş onu kitapların önüne? Kaptığım gibi pencereden sokağa fırlattım. Kapalıymış, cam kırıldı. Karşı apartmanın yüzünde bir perde kalktı; bir kadın kımıldamadan sokağa baktı. Yoksa o mu? Perde indi. Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?"


     - "Başını çevirseydi onu görecekti; B'nin yüzü ondan yanaydı. Ama onun aklı fikri önündeki adamın kulağının ardındaki kirdeydi. Bu kirin birikimi onu müthiş ilgilendiriyordu. Sonunda Matisse'in bir desenine benzetti. İçi rahatladı."


     - "Dışarıda çiğnenmemiş kar, üstüne bastıkça gıcırdıyordu. Kitapçının köşesinden tenha caddeye dönerken içinde bir boşluk vardı. Saatine baktı: Ona geliyordu. ”Nereye gideceğim? Keşke polis kuşkulanıp karakola götürseydi beni. Değişik bir gece olurdu. Belki onu da bulup getirirlerdi. Birlikte çıkardık. Sonra, sıkıntı. O bitti. Haşet’te kitap arayacağım. Niye koşuyorsun? Davete geç mi kaldınız? Her zaman geç kalanlar bulunur. Hindi dolması daha bitmemiştir. Bu gece insanların hindi yemesi gerekir. Bulamayanlar üzülür. Yılbaşı hindisi Ooooo! Eğlenmek de zorunludur bu gece. Sinemalar, tiyatrolar, barlar doludur. Evlerde toplantılar vardır. Küçük bir toplantı demişti avukat. Göz kırpmıştı. ‘"Neydi o yılbaşı gecesi donattığımız masa. Şu Mehmet Bey ne şakacı adam. Kırdı geçirdi bizi. Ama karısı... Sorma kardeş.”" Küçük kumarlarınız vardır. On kuruşluk tombalalar. Şimdi kim bilir kaç evde, kim bilir kaç kadının "‘Aman ayol, bu ne kötü şans böyle"’ sözüne karşılık kim bilir kaç erkek “"Üzülmeyin; kumarda kaybeden aşkta kazanır" diyordur. Kim bilir kaç erkek de acele edip bu sözü ondan önce söyleyemediler diye onu kıskanıyordur. Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?"


     - "Yanından geçen kadına döndü-Merhaba! dedi Derdemez pişman oldu. Kadın durmuş ona bakıyordu. Sol elini cebinden çıkarıp kulağını kaşıdı. Kadın,-Sizi tanımıyorum, dedi. Buna verilecek cevap belliydi."Öyleyse tanışalım" deyip kadının koluna girmesi, "Ne soğuk, sıcak bir yere gidip bir şeyler içsek" demesi gerekiyordu. Kolaylıklardı bunlar. Kadın bunları bekliyordu ondan. Oysa; -Bende dedi. Yürüdü. Böyle kurtuluş istemiyordu. Çok denemişti. On dakika sonra insan kendini daha da yalnız bulurdu. Balık pazarına saptı..."


     - "Yoksa dünyada olmayanı mı arıyordu? İki yanına bakmıştı. Sağdaki kaldırımda duvara dayanmış büyük gözlü bir okul çocuğu ilgiyle ona bakıyordu. Gözlerini kırpmadan elindeki elmayı ısırdı. Ağzı sulandı. Yürüdü. Vardı işte. Çocuklar, elmalar vardı..."


     - "Çoğu geceler, o gün üstünde en uzun durduğu cümle gelip onu bulurdu. Alışmayı anlıyordu. İşte insan beyni bile alışıyor, hep aynı şeyleri tekrarlıyordu. Boyuna "karıncalar bilmeden severler" diyordu. Öte yanına dönüyor, kurtulamıyordu. "Uyumam gerek" diye düşündükçe kafası sanki "Olmaz!" diyordu. "Karıncalar bilmeden severler."


     - "Bildik gecelerden biriydi. Kulaklarında büyük şehrin uğultusu vardı. Belki arananın ayak sesleri de bu uğultunun içindeydi. Döndü. İnsanların, arabaların kaynaştığı büyük caddelerden yana yürüdü."


26 Ağustos 2011 Cuma

Neden * Sinan Ergin

          Dünya üzerindeki birçok din, tarikat, guru ve bilgeler kendi yollarının hakikate giden en doğru yol olduğunu söylemişlerdir. İnsanlar da binlerce yıldır bu yollarda ilerlemeye çalışmışlar; kafaları karıştıkça da gurularını değiştirip, kendilerini değiştirmeden hayatlarına devam etmişlerdir. Çünkü bizler değişimin hep dışarıda olacağını düşünürüz. Halbuki gerçek değişim içten dışa doğru olandır. Dışarıda hiçbirşey yok. Sen iç dünyanda motiveli olduğunda, istekli olursun ve bu hayattır. Kendimizde bulamadığımızı dışarıda arayarak, sadece hayata makyaj yaparız. Makyaj ilk yağmurda, yani ilk ağladığımızda akar ve bizi olduğumuzdan daha da çirkin yapar öyle değil mi? Ya ağlamayı bırakmalıyız ya da makyaj yapmayı.


          Hayat bütün beklentilerin tam tersi, bu anda kalan ve değişimleri yaşayandır. Hayat bir çocuğun oyun bahçesidir. Hangi çocuk bir gün benim de böyle güzel bir oyuncağım olsun diye oyununu erteler? O, yoklukta bile oyuncağını yaratır. Ağlayan gözlerini yaşlı bırakmaz, her zaman değiştirir. Senin için kibrit çöpü, onun için bir savaş uçağı haline gelir ve oyununa kaldığı yerden devam eder. Sen hiç oynamak için oyuncak bekleyen çocuk gördün mü? O zaman sen neden mutlu olmak için umudu bekliyorsun? Umut ölüm gibidir. Düşünceni değiştir, artık o bir kibrit çöpü değil bir savaş uçağı. Bu mutluluktur. Yaşam ve mutluluk aynı kelimedir. Yaşamını umutla değiştirdiysen, gün gelir ölüler diyarında senin anladığın umut bile sonun olur. "Umut en büyük kötülüktür çünkü işkenceyi uzatır."  * Friedrich Nietzsche
          Hayat ne kadar enterasan...Sen başkasına canım derken ve onun için herşeyin en güzelini yapmaya çalışırken, onun tek isteği kaçmak...Ya uykuya kaçmak ya da yasak aşka...Sen parçam dedikçe, canım dedikçe, onun senden ve sorumluluklarından kaçan bir köle halinde inlemesi...Kendi iç dünyasında problemler arayıp bulamadığında, seni bulan ve problem yapan parçan, canın. Ne yapmak gerek? İnsan kendi canının kendinden kaçtığını görünce ne yapar ki? Canın çıksın desen çıkar mı? Çıktıktan sonra sana ne kalır? Hiç bilmediğin bir yok oluşa seni de çeken canın mı? Yoksa seni senden çıkaran cananın mı? Sevgi ve ölüm iki karşıt mı yoksa aynı evin içindeki bir olguları yanlış yorumlamamız mı? Eğer burada can isen can gibi davran, yok eğer değilim diyorsan, sus kal da canlan...Yok, o da değilim diyorsan, nesin o zaman ey sevgili! Bilinmez bir alemden gelen mahşerin 4 atlısı mısın? Ee, o zaman ne bekliyorsun öttür borunu bitir bu alemi...Kurulurmuş yeni dünya 6 günde kalır sana yine dinlenmen için 1 gün, hepsi hepsi 7 gün. Ne dediğimden, ne yazdığımdan anlamadığına eminim, anlamaman senin yüzünden değil, bu yazının sana yazıldığını sanıp okumandan. Bu yazı dünyada bir kişi için yazıldı. Eğer o değilsen okuma...Canımı çıkaran değilsen yaklaşma. Ne hamdım, ne piştim, ne de yandım. Bunu söyleyen büyük eren Rumi gibi değilim, aşkı bilen ve anlayan hatta onun gibi yaşayan. O yüzden okuma, bırak bu yazı sana değil. Canımı alana.