23 Ocak 2017 Pazartesi

Sevme Sanatı * Erich Fromm



   
     - "Hiçbirşey bilmeyen hiçbir şeyi sevmez.
     Hiçbir şeyden anlamayan insan değersizdir.
     Oysa anlayan biri,
hem sever, hem fark eder, hem de görür.
     Bir şeyde ne kadar çok bilgi varsa,
o kadar büyük sevgi vardır...
     Bütün meyveların çileklerle
aynı zamanda olgunlaştığını zanneden biri,
üzümleri hiç tanımıyor demektir." Paracelsus

     - Dış dünyadan tümüyle izole olmanın yarattığı ürküntü, ancak dış dünyadan iyice uzaklaşarak aşılabilir; öyle ki, sonunda yalnızlık duygusu tümüyle yok olur -çünkü insanın kopmuş olduğu dış dünya da yok olmuştur.

     - Ortak yaşamın aksine, olgun sevgi insanın kendi bütünlüğünü ve bireyselliğini koruduğu bir birleşmedir. Sevgi insanda aktif bir güçtür; insanı çevresindeki insanlardan ayıran, duvarları yıkan bir güç, insanı diğer insanlarla birleştiren bir güçtür. Sevgi, insanın ayrılık ve yalnızlık duygusundan kurtulmasına yardım eder ve yine de kendisi olarak kalmasına, bütünlüğünü korumasına olanak tanır. Sevgide iki ayrı varlığın bir olması, yine de iki ayrı varlık olarak kalabilmeleri karşıtlığı vardır.

     - Spinoza - Etika (Kendime not)

     - Başka bir insana saygı duyabilmem için, kendi bağımsızlığıma ulaşmış olmam gerektiği çok açık. Eğer koltuk değneği olmadan ayakta durup yürüyebiliyorsam, bunun için başkasını kullanmama gerek yoktur. Saygının önşartı özgürlüktür. Eski bir fransız şarkısında şöyle denir: "I'amour est I'enfant de la liberte." Sevgi özgürlüğün çocuğudur, hiçbir zaman baskının değil.

     - "Gerçekten de sevgili, sevgilisi tarafından aranmadan, onu bulmaya çalışmaz.
     Sevgi şimşeği çaktıysa bu kalpte, bil ki, o kalp sevgiyle doludur.
     Eğer yüreğinde Tanrı sevgisi yeşeriyorsa, kuşkusuz Tanrı tarafından seviliyorsun demektir.
     Diğeri katılmadıkça, tek elden alkış sesi çıkmaz.
     Tanrısal bilgelik ve Tanrı buyruğu bizim birbirimizi sevmemizi sağlar.
     Bu yazgı nedeniyle evrenin her parçası eşiyle birleşmiştir.
     Bilgelerin gözünde gökyüzü erkek, toprak ise kadındır:
     Gökten düşenleri toprak alır, büyütür.
     Toprak ısıya gereksinim duyunca, gökyüzü ısıtır onu; tazeliği ve nemini yitirince de, gökyüzü ona yeniden tazelik ve nem verir.
     Gökyüzü, eşine yiyecek bulmaya giden bir erkek gibi davranır;
     Ve toprak kendini azimle ev işlerine verir: Doğuma yardım eder, doğurduğunu besler.
     Bak işte toprak da gök de akıl ile donatılmıştır, çünkü onlar akıllı varlıkların yaptıklarını yaparlar.
     Biri diğerini beğenmiyor olsaydı, o zaman böyle sevgililer gibi birbirlerine düşkün olabilirler miydi?
     Toprak olmasaydı çiçekler ve ağaçlar nasıl büyürdü? O zaman gökyüzünün suyu ve sıcaklığı onsuz neye yarardı.
     Tanrı nasıl erkekle kadına birleşerek evreni sürdürme isteğini yerleştirdiyse, aynı biçimde dünyanın her parçasına dünyanın öteki parçasını arama isteğini de yerleştirmiştir.
     Dıştan bakıldığında gece ve gündüz düşman gibidirler; oysa ikisi de aynı amaca hizmet eder: Birlikte meydana getirdikleri eseri tamamlamak için sevgiyle bağlıdırlar birbirlerine.
     Gece olmasa, insanoğlu hiçbir birikim sağlayamaz, bu yüzden de gündüz harcayacak bir şeyi olmazdı." Mevlana

     - Hafifliğin kökeninde ağırlık vardır;
     Sükunet coşkunun efendisidir.

     - Söylediklerimi anlamak da
     Yerine getirmek de çok kolaydır.
     Ama tüm dünyada
     Kimsenin bunları anlamaya
     Yerine getirmeye, gücü yok.

     - Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünya (Kendime not)

     - Vereceğim bu örnekle, daha önce ele aldığımız anne ya da baba merkezli kişiliklere bir kez daha değineceğiz. Günümüzde sık sık rastlanan bu hasta sevgi türünde söz konusu olan, duygusal gelişimi sırasında anneye çocukça bir bağlılıkla takılıp kalan erkeklerdir. Bu erkekler sanki daha anne memesinden kesilmemiş bebeklerdir. Kendilerini hala bir çocuk gibi hissederler; annenin koruyuculuğuna, anne sevgisine, sıcaklığına, bakımına ve hayranlığına ihtiyaçları vardır; bir annenin koşulsuz sevgisini, sadece annelerinin çocuğu oldukları için gösterilen sevgiyi ararlar. Bu tür erkekler bir kadının kendilerini sevmesini istediklerinde oldukça şefkatli ve sevimli olabilirler, amaçlarına ulaştıktan sonra da bu tutumlarını sürdürebilirler. Ama o kadınla olan ilişkileri (aslında bütün diğer insanlarla da olduğu gibi) yüzeyseldir ve sorumluluk duygusu içermez. Amaçları sevilmektir, sevmek değil. Bu tür erkekler genelde kendini beğenmiştir ve kafaları az ya da çok gizli, muhteşem düşüncelerle doludur. Doğru kadına rastladıklarında, kendilerini güvende ve herkesten üstün hissederler. O zaman sevgi dolu ve cazip olabilirler; onlara sık sık kanılmasının nedeni de budur. Ama bir süre sonra kadın onların olağanüstü beklentilerini karşılayamaz duruma gelince, çatışmalar ve keyifsizlikler başlar. Eğer kadın bu tür erkeğe hayranlığını göstermez, kendi doğrultusunda yaşamak, sevilmek ve korunmak isterse ve sıra dışı durumlarda erkeğin diğer kadınlarla yaşadığı aşk ilişkilerini bağışlamaya yanaşmazsa (hatta bu ilişkilere karşı hayranlık dolu bir ilgi duymazsa), erkek çok derinden kırılır ve düş kırıklığına uğrar, bu duygusunu çoğu zaman kadının kendisini sevmediği, bencil ve küstah olduğu biçiminde açıklar. Sevgi dolu bir annenin güzel çocuğuna gösterdiği davranışlara uymayan her şey, kadının sevgisizliği olarak yorumlanır. Bu tür erkekler çekici davranışlarını ve beğenilme isteklerini genelde gerçek sevgi ile karıştırırlar ve kendilerine bu nedenle haksız davranıldığını sanırlar. Kendilerinin olağanüstü bir sevgili olduğunu düşünüp, sevgililerinin nankörlüğünden acı acı yakınırlar.

     - Çok ender olmayan ve çoğu zaman "büyük aşk" diye yaşanan sözde sevgi türlerinden biri de taparcasına sevmektir. Eğer kişi kendi güçlerinin yaratıcı bir biçimde gelişmesi sonucu doğan bir kimlik ve benlik duygusuna sahip olacak düzeye ulaşmamışsa, sevdiği insanı "putlaştırma" eğiliminde olur. Bu insan kendi güçlerine yabancılaşmıştır ve bu güçleri sevdiği insana aktarır, sevdiği insana tüm sevgilerin, ışığın, mutluluğun doruğu summun bonum olarak tapar. Bu süreçte kendi gücüyle ilgili duygularından kendisini yoksun bırakır, sevdiğinde kendini bulacağına onda kendini kaybeder. Zaman içinde hiç kimse, kendisine tapan kişinin beklentilerini karşılayamayacağından, düş kırıklığı kaçınılmaz bir şey olur ve avuntu için yeni bir idol aranır, bu zaman zaman bitmek bilmeyen kısır döngü olarak sürüp gider.  Bu sevginin en belirgin özelliği yoğun olması ve aniden doğmasıdır. Taparcasına sevgi genelde büyük aşk diye tanımlanır. Bu tanım yoğun ve derin bir sevgiyi anlatırken, gerçekte taparcasına seven kişinin açlığını ve umutsuzluğunu belirtir. İki kişinin karşılıklı birbirlerini taparcasına sevmesinin az rastlanan bir olay olmadığını söylemek gereksiz sanırım. Sıra dışı durumlarda bu bazen folie a deux, iki kişilik bir çılgınlık olarak ortaya çıkar.

     - Romantik sevginin başka bir yönü de sevginin o anki durumunun değerlendirilememesidir. Bazen bir çift, geçip gitmiş olan sevgilerinin anılarıyla çok derinden duygulanır, oysa o sıralar, o günler henüz mazi değilken, birbirleri için sevgi duymamış ya da gelecekteki sevgileriyle mutluluk düşleri kurmuşlardır. Birçok nişanlı ya da yeni evli çift gelecekteki mutluluğun düşünü kurarken, içinde bulundukları o anda birbirlerinden bıkmaya başlamışlardır bile. Bu eğilim, çağdaş insanın belirgin özelliği olan genel tutuma çok uygundur. Günümüz insanı ya geçmişte ya da gelecekte yaşar, ama gününü yaşayamaz. Hüzne kapılıp çocukluğunu annesini anımsar ya da gelecekle ilgili mutluluk planları yapar. Sevgi, ister başkalarının kurgulanmış maceralarını paylaşarak ikinci elden olsun, ister o an değerlendirilmeyip geçmişe döndürülerek ya da geleceğe ertelenerek yaşansın bu soyutlaştırılmış, aslından uzaklaştırılmış sevgi biçimi, gerçekliğin acılarını, bireyin yalnızlık ve kopmuşluk duygularını hafifleten bir uyuşturucu madde yerine geçer.

     - Gerçekten de bir şeye konsantre olabilmek demek, bu da sevmeyi öğrenmenin bir ön koşuludur. Başka birisine kendi ayaklarımın üzerinde duramadığım için bağlanıyorsam, karşımdaki insan bir cankurtaran olabilir belki, ama aramızdaki ilişkiye sevgi diyemeyiz. Çelişik gibi algılansa da, yalnız kalabilme yeteneği sevebilme yeteneğinin tek koşuludur.

     - Eklenmesi gereken bir şey de insanın sadece boş konuşmalardan değil, kötü arkadaşlıklardan da kaçınması gerektiğidir. Kötü arkadaş derken yalnız, ahlaksız ve kötü insanları kastetmiyorum; onlardan kesinlikle kaçınmak gerekir, çünkü onlar çevrelerinde zehirli ve bunaltıcı bir ortam yaratırlar. Ben bedenleri yaşadığı halde içleri, ruhları ölmüş insanlar topluluğundan söz ediyorum. Onlar düşünceleri ve arkadaşlıkları boş olan, konuşmak yerine gevezelik eden, düşünmek yerine basmakalıp fikirleri kullanan insanlardır. Elbette bu tip kişilerin arkadaşlığından kaçınmak her zaman mümkün olmayabilir, ama bu gerekli de olmaz. Onları bekledikleri biçimde kalıplaşmış ve boş sözlerle yanıtlamaz, bunun yerine açık yüreklilikle ve insanca davranırsanız, genelde bu kişilerin beklemedikleri bir şeyin verdiği şaşkınlığın etkisiyle davranışlarını değiştirdiklerini görürsünüz.

     - Konsantre olmak o anı yaşamaktır, burada ve şimdi yaşamak, bir şeyi yaparken yapılacak sonraki şeyi düşünmemek demektir. Konsantre olmayı, herkesten çok birbirlerini seven kişilerin uygulaması gerekir, bu çok anlaşılır bir şey. Genelde olduğu gibi birbirlerinden kaçmak yerine, birbirlerine yakın olmayı öğrenmelidirler. Konsantre olmak başlangıçta güç olacak, insan bunu hiç başaramayacağını düşünecektir. Bunun için sabrın gerektiğini vurgulamak gerekmiyor. Eğer insan her şeyin bir zamnı olduğunu bilmez ve olayları zorlamak isterse, bir şeye konsantre olmayı tabii ki öğrenemeyecektir -sevme sanatında bile. Sabrın ne olduğunu anlamak için, yürümeyi öğrenen bir çocuğu izlemek yeterli olacaktır. Çocuk düşer ve düşmeye devam eder, ama yeniden dener, gittikçe daha iyi olur, sonunda bir gün artık hiç düşmeden yürür. Eğer yetişkinler de kendileri için önemli olan şeylerde çocuktaki bu sabır ve konsantrasyona sahip olsalardı, kim bilir neler başarabilirlerdi!

     - Bilgi aktarırken insanın gelişimi için en önemli bilgiyi veremiyoruz: Bu olgun, sevebilen bir insanın nasıl olması gerektiği ile ilgili bilgidir. Kültürümüzün daha önceki evrelerinde ya da Çin ve Hindistan'da en çok akıllı, kültürlü, bilgili kişilere değer verilirdi. Öğretmenin de görevi her şeyden önce bilgi aktarmak değil, aksine belli, insana özgü davranışları öğretmekti. Günümüz kapitalist toplumunda aynı şey Rusya'daki komünizm için de geçerlidir -örnek olarak sunulan, hayranlık uyandıran kişiler kesinlikle akıllı, kültürlü, bilgili insanlar değildir. Halkın dikkatini çeken, aslında sıradan insana kendisinde olmayan bir tatmin duygusu veren insanlardır.

     - Seviyorsam, sevdiğim insanla sürekli ve aktif bir biçimde ilgilenirim; ama sadece onunla değil. Çünkü tembellik edersem, her zaman duyarlı, uyanık ve etkin olmazsam, sevdiğim kimseyle faal bir ilişki kuramam. Sadece uyku, onaylanan bir eylemsizlik durumudur; uyanıkken tembelliğin yaşamımızda yeri olmamalıdır. Günümüzde birçok insan uyanıkken yarı uykuda, uyurken ya da uyumak isterken yarı uyanık olma durumunu yaşamaktadır. Tam anlamıyla uyanık olmak, sıkılmamak ve başkalarının canını sıkmamak durumudur -gerçekten de sıkılmamak ya da başkalarının sıkılmasına neden olmamak, sevmenin ana koşullarından biridir. İçten gelen tembelliği önlemek için, insan gün boyu, bir şeyi düşünürken veya hissederken hem gözleriyle hem kulaklarıyla etkin olmalıdır, bu ister duyarlı olup bir şeyleri algılama, isterse sadece zamanı öldürme biçiminde olsun, sevme sanatının öğrenilmesi için kaçınılmaz bir tutumdur. İnsanın, yaşamını sevgi alanında üretken, tüm öteki alanlarda üretken olmayacak biçimde düzenleyebileceğine  inanması büyük bir yanılgıdır. Üretkenlik böyle bir iş bölümüne izin vermez. Sevme yeteneği, ancak yaşamın diğer birçok alanında üretken ve etkin olmanın sonunda elde edilebilecek bir uyanık olma durumu ve canlılık gerektirir. Eğer insan diğer alanlarda üretken değilse, sevgide de üretken olamaz.

22 Ocak 2017 Pazar

Kalbin Yardımcı Fiilleri * Peter Esterhazy



     - Konuşmuyorum ama susmuyorum da; buna rağmen bu başka bir şey.

     - Dehşet duyuyorum, buna rağmen iyiyim: akıp giden zaman acı vermiyor.

     - Yalnız bende gereğinden fazla kişisellik var -nev'i şahsına münhasır "metin bozulması"yım.

     - İçimde acı yok, sadece yorgunluk, büyüyen sessizlik ve artan dehşet. Yarıklar; bunlara artık acı adını verebiliriz. Her zamanki gibi: kötü sorular karşısında susuyorum. Ne halde olduğumu tam dillendirmiyorum.

     - Üzgün değilim. Neşeli de değilim. Keyifsizim. Sadece acı kaldı; yine de. Hep aynı acı, hep aynı korku... ne azalıyor, ne çoğalıyor... böylece de ne kolaylaşıyor, ne zorlaşıyor.

     - Oğlum, ben bu ülkede korkuyorum. Belki başka ülkelerde de korkarım ama, ben şimdi tam burada korkuyorum. Çok değil, az. Güya korkunun ölçüsü olmazmış. Ama var; bu konuda bir şey de okudum. Zaten aslına bakarsan korkunun azlığı sonradan çıkar meydana: yani az olduğu. O zaman da buna sevinmek gülünç olur artık. Ama en azından korkunç.

     - Çünkü başımdan neler geçmekte olduğunu daima biliyordum. Eğer hiçbir şey geçmezse o da kabulümdü. Ama şimdi... Sanki kendi elimi bağlamışım... Önümdeki her şey kapanıveriyor, hani o akşam çiçekleri gibi, nevruzotu mudur nedir ve de özgür değilim, yazdığım istediğim değil elimden gelen, cümlenin izin verdiği. Örneğin bazen cümleyi geçmiş zaman haline getirsem ya da çoğul yapsam o da işe yarıyor. İnanılır gibi değil.

     - KAYIĞIN GÜVENİLİR OLDUĞUNU KİM GARANTİ EDİYOR?

     - "Sevgili Beatriz Elena, bu harikulade, sizin gözlerinizde ebediyet var, krallara özgü bu, siz her şeye kadir olacaksınız, göreceksiniz evladım, sizin hayatınız baştan başa sevinç dolu geçecek, şimdi henüz birçok şeyi bilmiyorsunuz, özgüveniniz bundan kaynaklanıyor, bunu da görüyorum ama olsun, siz Beatriz, yavrum, özgür, harika varlık... siz... siz evladım ışıldıyorsunuz! Ne kadar çekici ve cüretkar" ağlamaya başladı, "Ah Viterbo Küçükhanım, ne kadar isterdim, iki, hiç değilse iki hayatım olsaydı, o zaman birini size adayabilirdim, sizin olurdu, zira şimdi böyle değil, ben sizin değilim, siz de benim değilsiniz, tamam tamam, korkutmak istemiyorum, iki hayatımın birisiyle her zaman ve münhasıran sizin yanınızda olurdum... sizden öğrenirdim, hücrelerinizden öğrenirdim, gözlerinize, saçlarınıza bakardım... biliyorum, Viterbo Küçükhanım, sizin hayattan hiçbir beklentiniz olmadığını biliyorum, ben bekliyorum, sizi bekliyorum... ama siz beklemiyorsunuz... bağış istemez... çünkü siz küçükhanım, siz hayatın kendisisiniz!"

     - MEŞGUL OLDUM, ARADA HİKAYE DE BENİ SÜREKLİ MEŞGUL ETTİ. YAZI BAŞTAN SANDIĞIM GİBİ OLMADI, HAYATIMIN ARTIK KAPANMIŞ BİR DÖNEMİNİ ANIMSAMA DEĞİL, SÜREKLİ HATIRLAMA OLDU, MESAFELİ OLDUKLARINI SADECE İDDİA ETMEKLE KALAN CÜMLELER BİÇİMİNDE, ŞİMDİ BİLE HALA GECELERİ BAZEN SIÇRAYARAK UYANIYORUM, İÇİMDEN BİR ŞEY HAFİFCE DÜRTÜYOR UYANDIRMAK İÇİN, BEN İSE DUYDUĞUM DEHŞETTEN NEFESİMİ TUTARAK, HER BİR DAKİKA GEÇTİKÇE CANLI CANLI ÇÜRÜDÜĞÜMÜ DUYUMSUYORUM, KARANLIKTA HAVA ÖYLESİNE HAREKETSİZ, HER NESNE SANKİ DENGESİNİ VE SAĞLAM TEMELİNİ YİTİRMİŞ GİBİ. BİR SÜRE SALLANIYOR, ÇIT ÇIKARMADAN, SONRA AĞIRLIK NOKTASINI DA KAYBEDİYOR VE DEVRİLİYOR, ÜSTÜME YIKILIYOR, BOĞUYOR. BÖYLESİ KORKU FIRTINALARINDA İNSAN MIKNATIS OLUYOR ADETA, KOKUŞAN LEŞ GİBİ, VE SIRADAN GÜNLERİNDE, HİSLERİNİN ÖZGÜRCE OYNAŞTIĞI ZAMANLARDA OLDUĞUNDAN FARKLI HAREKET EDİYOR: KAYITSIZ NESNEL DEHŞET BASIYOR ÜSTÜNE İSTER İSTEMEZ.

     - İLHAMI DİZGİNLEMENİN, GİTTİĞİM YOLDA BİR AN DURAKLAMANIN ZAMANI GELDİ, İNSANIN BİR KADININ VAJİNASINA BAKARKEN YAPTIĞI GİBİ; ALINAN MESAFEYE GERİYE DOĞRU ŞÖYLE BİR BAKMAK YERİNDE OLUR, SONRA DİNLENMİŞ UZUVLARA FIRLAMAK VE ENGEBESİZ YOLA KOYULMAK.

     - ERKEKLER GİBİ YAŞAMAYA KARAR VERDİM, BAĞIMSIZ, SAĞLAM, RÜZGAR NASIL ESERSE AMA BUNA ÖZEL BİR ÖNEM ATFETMEDEN. HAYATIN BÜTÜN HEDİYELERİNİ, GÜZELLİKLERİNİ YA DA KÖTÜ ŞAKALARINI BUNLAR BENİM HAKKIMDIR DİYEREK KABUL EDECEĞİM. HAYATIMIN HANIMEFENDİSİ, BAŞROL OYUNCUSU, AKTRİSTİ OLACAĞIM, BUNA KARAR VERDİM.

     - Sonra zayıfladım, öylesine, eğlence olsun diye, çünkü hala birkaç kilo fazlalık vardı üstümde ama ben bunu seviyordum; biliyordum hoşlandıklarını, sevdiklerini, herhalde onun için. On gün boyunca saunalara girdim, jimnastik yaptım, günde beş altı katı yumurta yedim... Pantolonların üstümden düşmesinden büyük gurur duyuyordum.
     Ondan sonra birden fark ettim ki, örneğin tramvayda yeni güzelliğimi görsünler diye erkekleri cesaretlendiriyorum, yüzümü okşamaya korkmasınlar, tombul yanaklar kayboldu ama "kraliçe endamlı omuzlar" hala yerinde, hele sırtın biraz yağlanmış olmasından suçlu bir tavırla söz etmezsek, vesaire vesaire, içimden kendim için pazarlık edip durdum ve durmadan artırdım fiyatımı...

     - Yani ne diyeyim bilseydi onu sevdiğim zaman ne kadar çok sevdiğimi.

     - En çok yalnız uyuduğum için seviniyorum. Sert yatağıma tek başıma yatıyorum, elimi ensemin altına koyuyorum ve seni düşünüyorum evladım.

     - Bıkkın değil ama en ufak bir heyecan belirtisi de olmadan.

6 Ocak 2017 Cuma

Hayvan Çiftliği * George Orwell

     


     Merhaba,

     Bugün İzmir Adliye'de yaşanan patlama olayı yüzünden bu posta giriş bölümü yazasım bile yok; ama şunu söyleyebilirim ki bu kitap son günlerde yaşadığımız olaylara politik taşlama yapan bir kitap.

     Kitaptan altını çizdiğim yerlere gelirsek;

     - Kitapta ismi geçen yazarlar; Aldous Huxley, Jonathan Swift

     - "Tanrı bana sinekleri kovayım diye bir kuyruk vermiş; ama keşke sinekler de olmasaydı, kuyruğum da."


     - Soruların en ahmakçası ak kısrak Mollie'den gelmişti; Mollie'nin Snowball'a sorduğu ilk soru, "Ayaklanma'dan sonra da şeker bulabilecek miyiz?" olmuştu.
     Snowball, "Hayır," diye kestirip atmıştı. "Bu çiftlikte şeker meker üretemeyiz. Kaldı ki, şeker gerekmeyecek. Dilediğin kadar yulaf ve saman yiyebileceksin."
     Bu kez, "Peki, yeleme gene kurdele takabilecek miyim?" diye sormuştu Mollie.
     Snowball, "Bak, yoldaş," demişti. "Senin onsuz edemediğin kurdele, köleliğin simgesidir. Özgürlüğün kurdelelerden çok daha değerli olduğunu kafan almıyor mu?"


     - İçeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirine benziyordu. Artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor; ama onları birbirlerinden ayırt edemiyorlardı.