21 Aralık 2015 Pazartesi

Zorba * Nikos Kazancakis

     - "Geri dönme! Yürü!"

   
     - Gitmek üzere hazırlanmıştım; üstelik bu yolculuğumun çok gizli bir anlamı varmış gibi, pek heyecanlıydım; yolumu değiştirmeye içten kararlıydım. "Ruhum," diyordum, "şimdiye kadar gölgeye bakıp doyuyordun; şimdi seni tene götürüyorum."


     
- Onun, içimi durmadan yediğini, emdiğini, yerleştiğini hissediyorum. Büyümüştü. Tepiniyor, kaçmak için göğsümü tekmelemeye başlıyordu. Artık onu atamıyor, bunu yapamıyordum. Zaten böyle bir atışı yapmak için vakit çoktan geçmişti.


     - Keyfim olmalı. Temiz hesap. Beni zorladın mı yitirirsin.


     - "Sonunda ne zaman yalnız başıma, arkadaşsız ve sırf her şeyin düş olduğu gerçeğiyle birlikte ıssızlığa çekileceğim? Vücudumun hastalıktan , cinayetten, ihtiyarlık ve ölümden başka bir şey olmadığını görerek özgür, korkusuz, baştan başa sevinç içinde ormana ne zaman çekileceğim? Ne zaman? Ne zaman?"


     
- Sonra kalbim yavaş yavaş hırçınlaşmaya başladı, karanlık sesler yükseliyordu içimde. Kimin seslendiğini biliyordum. Bir an yalnız kalsam, içimde adlandırılamaz isteklerle, şiddetle, dengesiz umutlarla korkmuş bir halde kükrer; kükrer ve benden kurtuluş beklerdi...


     - Yalnız keder ve kuvvetten oluşmuş içimdeki şeytanı kovmak istiyordum.


     - "Bubulinam, ne olursun bum bum yapma!" (Bubulina: Yunan ayaklanması kadın kahramanlarından olup Kanaris ve Miaulis gibi denizde savaşmıştır.)


     - Hayatımın akışında
     Neden rastladım sana...


     - Bana, "Sigarayı bırak," dedi. "Onu yakıyor, yarısını içiyor ve tıpkı sokak kadınları gibi atıyorsun. Ayıp şey bunlar. Pipoyla evlen; o sadık kadındır; eve döndüğün zaman, hareketsiz seni bekleyecektir. Sen de, dumanın havada halkalanışına bakarak beni hatırlarsın!"

     - "Eğer hayatımda, değerli herhangi bir iş yaparsam, onu, işte şuna borçlu olacağım!"

     - Düşüncelere dalmıyor, bir şey aramaya çalışmıyordum, hiçbir kaygım yoktu; kesinliği yaşamaktaydım.


     - Kadın korkunç bir sırdır, hiçbir zaman da kapanmayan bir yarası vardır. Sen kulak asma, bütün yaralar kapanır ama, o yara kapanmaz.


     - "Çok kusurlarım var ama," dedi, "beni bu yiyecek..."

     - Tanrı seni katırın gerisinden, keşişin de önünden korusun!


     - "Kızma patron. Hayır, hiçbir şeye inanmam ben! Eğer insana inansaydım, Tanrı'ya da, Şeytan'a da inanırdım; bu da büyük bir sorundur. O zaman, işler karışıyor ve başım belaya giriyor, patron."

     - Ona kötülük mü ettin? Senden çekinir ve titrer. İyilik mi yaptın? Gözlerini oyar... Aradaki uzaklığı koru patron! İnsanlara umut verme.


     - "İyi ama, hiçbir şeye inanmaz mısın sen?" dedim.
     "Hayır, hiçbir şeye inanmam! Sana kaç kez söyleyeceğim? Zorba'dan başka hiçbir şey ve hiç kimseye inanmam. Zorba, ötekilerden iyi olduğu için değil; asla! O da canavardır. Zorba'ya inanırım ama. Çünkü yalnız ona sözüm geçer. Yalnız onu bilirim. Bütün ötekiler hayaldir. Ben, onun gözleriyle görüyor, kulaklarıyla işitiyor, bağırsaklarıyla sindirim yapıyorum. Bütün ötekiler hayaldir diyorum sana! Ben ölünce hepsi ölür. Bütün Zorba dünyası güme gider..."


     - Bundan böyle insanlarla dolaysız ve sıkı ilişkiler kurmalıydım. Kendi kendime, "Ola ki, pek gecikmemişimdir," diyordum.


     - Mutluydum; biliyordum bunu. Bir mutluluğu yaşarken onu kavramamız zordur; ancak o geçip de arkamıza baktığımız zaman, birdenbire biraz da hayranlıkla, ne kadar mutlu olduğumuzu anlarız.


     - Ateş aldım, sönmeliyim. Hayırlı geceler!
     Geç uyudum. "Hayatım boşuna geçmiş," diye düşünüyordum; elimde olsa da, bir sünger alıp bütün okuduklarımı, bütün görüp işittiklerimi silsem ve Zorba'nın okuluna girip büyük ve gerçek alfabeye başlasam! Ne kadar değişik bir yola girmiş olurdum! Beş duygumu ve bütün tenimi, sevip anlamaya iyice talim ettirmiş olurdun. Koşmayı, güreşmeyi, yüzmeyi, biniciliği, kürek çekmeyi, otomobil sürmeyi, atıcılığı öğrenirdim. Ruhumu tenle, tenimi de ruhla doldururdum; kısacası, içimde barıştırırdım bu yüzyıllık iki düşmanı...


     - Mangalın önünde bir zaman ikimiz de konuşmadan oturduk. Mutluluğun, basit ve açık bir şey olup bir bardak şarap, bir kestane, kendi halinde bir mangalcık ve denizin uğultusundan başka bir şey olmadığına aklım yattı. Yalnız, bütün bunların, mutluluk olduğunu insanın anlayabilmesi için basit ve açık bir kalbe sahip olması gerekiyordu.


     - Konfüçyüs der ki: 'Pek çokları mutluluğu, insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da daha da alçakta; ama mutluluk insanın boyu hizasındadır.' Şimdi boyumun ne olduğunu öğrenmek için, huzursuzluk içinde onu yeniden yeniden ölçüyorum. Çünkü, iyi bilirsin ki, insanın boyu hep aynı kalmaz.


     - İnsanın ruhu iklimle, sessizlik, ıssızlık ya da kalabalıkla nasıl da değişir! Buradaki yalnızlığımdan dolayı insanlar beni, senin mutlaka sanacağının aksine, karıncalar gibi değil, karbonik asit ve koyu kozmogonik çürümeyle doymuş hava içinde yaşayan dinozor ve pterodaktil gibi büyük canavarlar olarak görüyorlar.


     - Yanımda bulunmadığın, yüzümün nasıl bir biçim aldığını görmediğin ve böylece ben de, aşırı duyarlı ve gülünç görünme tehlikesiyle karşı karşıya bulunmadığım şu anda, seni çok sevdiğimi söyleyebilirim.


     - Hayatım yanlış yola sapmıştı, insanlarla olan ilişkilerimi bir iç konuşma haline sokmuştum. O kadar düşmüştüm ki, bir kadına aşık olma ile kitap okuma arasında seçim yapmam gerekse, kitabı seçerdim.


     - Konuşuyor, konuşuyor, saçma şeyler söylüyorum, neden biliyor musun? Çünkü büyük kaygılarım var. Büyük üzüntülerim de...


     - Bir akşam bana, "Çalışırken benimle konuşma, kırılabilirim," demişti.
     "Kırılır mısın, Zorba? Neden?"
     "Yine nedenini soruyorsun, küçük bir çocuk gibi. Sana nasıl anlatayım? İşime teslim olmuşum, tepeden tırnağa gerilmişim, kendisiyle savaştığım taşa ya da kömüre ya da santura perçinlenmişim. Ansızın bana dokunur, benimle konuşur da işimden alıkorsan, kırılabilirim. Ama sen nereden anlayacaksın!"


     - "Yalnız değilim, büyük bir güç olan ışık da savaşıyor, yenilip yeniyor, umutsuzluğa kapılmıyor. Ben de onunla birlikte savaşacak ve umutlu olacağım."

     - "Gerçek mutluluk budur: hiçbir şey yükselme tutkun olmadan bütün o tutkulu olduğun yüksekliklere erişmişsin gibi köpekcesine çalışmak. İnsanlardan uzak yaşayıp onları sevmek ve onlara gereksinme duymamak. Noel olunca, iyice yiyip içmek. Sonra bütün tuzaklardan yalnız başına kaçmak. Yıldızlar tepende, toprak solda, deniz sağda olsun ve birden, kalbinin içinde hayatın son çabasını da tüketip masal olduğunu duyasın."

     - Günler gelip geçiyordu; çaba göstermek için savaşıyor, bağırıyor, oynuyordum; ama kalbimdeki kulakçıkların en son kıvrımına kadar kederliydim. Bütün bu yortu haftası içinde anılar ayaklandı, içim müzikle ve sevdiğim insanlarla doldu. İnsan kalbinin kan dolu bir çukur olduğunu, sevilen ölülerin bunun içine burunüstü düşerek, canlanmak için kanımızı içtiğini anlatan o çok eski masalın çok doğru olduğunu yine hissetmekteydim; bunlar ne kadar çok sevilen kimselerse, insanın o kadar çok kanını içerler.


     - Yatağa uzanıp gözlerimi yumdum; bu akşam kalbim vahşileşmişti; konuşmak bile istemiyordum.


     - Yabanıl bir çam ağacında, bir sabah, tam içerideki canın dışarı çıkmak üzere kabuğunu  tam çatlattığı anda, bir kelebek kozasını nasıl görme fırsatını elde etmiş olduğumu hatırladım. Bekliyor, bekliyordum; o ise gecikiyordu; benim de işim vardı… Bunun için ona doğru eğildim, soluğumla ısıtmaya başladım. Onu sabırla ısıtıyordum. Mucize benim önümde, doğal hızından daha hızla oluşmaya başladı; kabuğun hepsi açılıp kelebek göründü. Ama ben, heyecanımı asla unutmayacağım: Kanatları kıvrıntılıydı ve açılmamıştı, bütün vücudu titriyor, kanatlarını açmaya çalışıyor, ama beceremiyordu. Bense ona soluğumla yardımcı olmaya çalışıyordum. Ama boşuna. Onun, güneşte sabırla olgunlaşmaya ve açılışa gereksinmesi vardı; şimdiyse, artık vakit geçmişti. Soluğum kelebeği yedi aylık çocuk gibi vaktinden önce, daha buruşuk bir halde dışarı çıkmaya zorlamıştı. Olgunlaşmamış halde çıktı, umutsuzca kımıldadı, biraz sonra da avucumun içinde öldü.
     Kelebeğin bu tüylü iskeleti, sanırım ki, bilincimdeki en büyük ağırlıktı. Ve işte bugün, ta derinden anladım: Yüzyıllık yasaları oldubittiye getirmek öldürücü bir günahtır; ölümsüz uyumu güvenle izlemek insanın borcudur.
     Yeni yılın bu ilk düşüncesini , sakin bir halde sömürebilmek için bir kayanın üstüne tünedim. Ah, diyordum, elimde olsa da, şu yeni yıl içinde hayatımı böyle isterik sabırsızlıklar olmadan ayarlayabilsem! Kendisini canlandırmak için acele etmiş olduğum o kelebekçik, hiç durmadan önümde uçsa, bana yolu gösterse! Böylece, zamanından önce ölmüş kelebeğin elinde olsa da, bir kardeşinin, bir insan ruhunun, acele etmeyip ağır bir tempoyla kanatlarını açacak zamanı bulmasına yardım etse...


     - Acı acı gülümseyerek, "Başka bir hayatta.." diye mırıldandım. "O zaman daha iyi davranırım; şimdi yolumuza!"


     
- Seveyim, o güzel vücudunun belden aşağısını,
     Canlı alır ve bir anda öldürür yılanbılağı!
   

     - Yapayalnızım, böylesi hoşuma gidiyor.


     - Alın yazımı da birlikte getirdim - Alın yazım getirmedi beni. İnsan istediğini yapar-, alın yazımı buraya ben getirdim. Köpek gibi çalıştım, gene de çalışıyorum. Nehir gibi ter döktüm, gene de döküyorum.


     - Ölüm bir şey değildir, bir püfff! Ve mum sönüverir; ama ihtiyarlık... büyük ayıp bence.


     - Ben her insanın ayrı bir kokusu olduğuna inanırım: Biz bunu anlamıyoruz, çünkü kokular birbirine karışıyor, hangisinin senin, hangisinin benim olduğunu bilemiyoruz; yalnız havanın pis bir koku yaydığını anlıyor; buna da insanlık adını veriyoruz. Kimileri, onu soluyup lavanta adını da veriyorlar; benimse kusacağım geliyor. Ama boş ver, bu başka bir türküdür.


     - Ben altüstüm, neredeyse pusulayı şaşıracağım, rica ederim, şu mektubumu alır almaz kaleme sarılıp bana bir şeyler yaz. Yanıtını alıncaya kadar diken üstünde oturacağım. Sanıyorum ki, yıllardan beri Tanrı'nın kayıtlarında yokum; ama şeytanınkilerde de... Yalnız senin kaydında varım; onun için, senden başka hesap vereceğim kimse yok.


     - Artık içimde ne olayların matematik silsilesi ne de çözümlenmemiş problem kalmıştı; sıcak, ince elenmiş bir kum vardı; parmaklarım arasından yumuşak ve gıcıklayıcı bir biçimde akıp gittiğini hissediyordum.


     - Mevsimlerin değişmez dönüşümü, dönen dünyanın çarkı, güneş tarafından birbiri arkasınca aydınlatılan toprağın dört ayrı yüzü, kaçan ve bizim de kendisiyle birlikte kaçırdığımız hayat, göğsümü yine heyecanla doldurdu. Turnaların sesiyle içimde, bu hayatın her insan için bir tanecik olduğunu, başkasının var olmadığı, neyin tadını çıkarabileceksen burada çıkaracağın, bunun çabucak gelip geçtiği ve ölümsüzlük içinde insana bir fırsatın daha verilmeyeceği yolundaki korkunç önsezi yeniden yankılandı içimde.


     - Sustu. Ona acıdım. Yaramazlıklar yapan, şimdi de bunları nasıl düzelteceğini bilmeyen bir çocuk gibiydi. Yüreciği titriyordu.
     Kendi kendime bağırdım:
     "Ayıp sana, böyle bir ruh titretilir mi? Kalk ayağa, hayatında başka bir Zorba'yı bir daha nereden bulursun? Kalk ayağa, süngeri al ve sil!"
     Birden patlayarak bağırdım:
     "Zorba, bırak şeytanı, bize gerekli değil o! Geçmiş şeyler, unutulmuş şeyler demektir. Yakala santuru!"

     - "Cebin delikse, hiç olmazsa güzel zamanlara sahip olmalısın,"

     - Manastırlarla dolu, ilahların oturduğu dağlar var. Bu manastırlarda siyah cüppeli keşişler bulunur; bağdaş kurmuş görkemli durumda bir ay, iki ay, altı ay oturur ve yalnız bir şeyi düşünürler. Bir şeyi, duyuyor musun? İki değil, bir! Bizim gibi kadın ve linyit, kitap ve linyit düşünmezler Zorba, akıllarını yalnız bir şey üzerine toplar ve mucizeler yaratırlar. Mucizeler böyle olur. Bir lup koyup güneş ışınlarının yalnız bir nokta üzerinde toplandığını hiç gördün mü Zorba? Bu nokta biraz sonra ateş alır; neden? Çünkü güneşin dağınık ışınları bir noktada toplanmıştır. İnsan aklı da tıpkı böyledir; aklını yalnız bir tek şeye verirsen mucizeler yaratırsın! Anlıyor musun Zorba?


     - "Artık yapamıyorum patron, yapamıyorum; ya yer büyümeli ya ben küçülmeliyim; yoksa hapı yuttum demektir!"


     
- "Ben," dedi, "bir şeye özlem duydum mu ne yaparım bilir misin? Bir daha hatırlamayacak kadar bıkıp da kurtulmak için yerim, yerim... Ya da tiksintiyle hatırlamak için. Bak bir zamanlar çocukken, kirazlara karşı anlaşılmaz tutkum vardı. Param olmadığı için azar azar alıyor, yiyor, yine istiyordum. Gece gündüz kiraz düşünürdüm, salyalarım akardı; işkenceydi bu! Günün birinde, kızdım mı, utandım mı, bilmiyorum; baktım ki kirazlar bana istediklerini yaptırıyorlar ve beni rezil ediyorlar, ne plan kurdum bilir misin? Geceleyin yavaşça kalktım, babamın ceplerini yokladım, gümüş bir mecidiye bulup çaldım. Sabah sabah da kalktım, bir bahçeye gidip bir sepet dolusu kiraz satın aldım. Bir çukurun içinde oturup başladım yemeye. Yedim, yedim, şiştim, midem bulandı, kustum. Kustum patron! O zamandan beri de kirazlardan kurtuldum; bir daha gözüme görünmelerini bile istemedim. Özgür oldum. Artık kirazlara bakıp şöyle diyordum. Size ihtiyacım yok! Şarap için aynı şeyi yaptım, sigara için de. Hala içiyorum ama, istediğim anda 'harp' diye bıçakla keser gibi kesiyorum. Tutku bana egemen olamamıştır. Yurdum için de aynı şey. Hasret çektim, bıktım, kustum, kurtuldum."

     - Geçmiş saçmalar, unutulmuş saçmalardır!


     - "Nereme dokunsan inlerim,"dedi. "Yaralarla doluyum..."

     - Denizin mırıltılarını duyuyordum. Mutlu sandım kendimi. Ava çıkan, avını yakalayan yiyen, sonra da güneşte uzanıp yalanan bir hayvan gibi gövdem hafiflemişti. Aklım da doymuş, dinleniyordu; tıpkı gövdem gibi. Sanki kendisine işkence eden yırtıcı sorular bile en açık karşılığını bulmuştu.


     - "geçmiş demek, unutulmuş demektir; ver elini!"

     - "Ne makine şu insan be! İçine ekmek, şarap, balık, turp koyuyorsun; iç çekmeleri, gülüşler ve düşler çıkıyor. İmalathane! Sanırım beynimizde konuşan bir sinema var."

     - Sevdalarla dolu bütün o hayat, acılarla dolu bütün o hayat, ah yüce Tanrım, yoksa bir saniyelik bir şey miydi?


     - Uyuyamıyor, uyumak istemiyordum. Hiçbir şey düşünemiyordum. Yalnızca bir şeyler seziyordum. Bu sıcak gecede sanki içimde biri, büyüyüp olgunlaşıyordu. Şu şaşırtıcı görünüme bakıyor, onu bayağı yaşıyordum... İlk zaman göğsümüzün en karanlık köşelerinde olan şey, şimdi açıkça, örtüsüz bir biçimde önümde oluşmaktaydı. Deniz kıyısında büzülmüş, mucizeyi izliyordum.
     Yıldızlar soluklaştı, gökyüzü ışıklandı; ışığın üstünde ince bir kalemle dağlar, ağaçlar, martılar çizilmeye başladı.
     Sabah oluyordu.


     - "Her acı, yüreğimi ikiye böler patron," dedi. "Ama o kırk yaralı yürek hemen kaynar ve yara görünmez; kaynamış yaralarla doluyum ben; onun için dayanıyorum."

     - "Yeni yol, yeni planlar!" diye bağırdı. "Artık dünküleri hatırlamaktan, yarınkileri istemekten vazgeçtim; şimdi, şu anda ne oluyor, o ilgilendiriyor beni. 'Şimdi ne yapıyorsun Zorba?' diyorum. 'Uyuyorum,' diyor. 'İyi uyu öyleyse!' Şimdi ne yapıyorsun, Zorba?' diyorum. 'Bir kadına sarılıyorum,' diyor. 'İyi sarıl öyleyse Zorba, hepsini unut, dünyada başka bir şey yok, yalnız o ve sen. Vira!"

     - Bil ki, gerçek kadın, erkekten aldığından çok, ona verdiği hazdan zevk alır...


     - Ben şimdiye kadar, istediklerini yapsınlar, hoşlarına giden yoldan yürüsünler diye şeytanlarımı özgür bırakıyordum; onun için bazıları bana namussuz, bazıları namuslu, bazıları sersem, bazıları da bilge Salomon derler...


     - "Sana çok söyleyeceklerim var! Senin kadar kimseyi sevmedim! Sana çok söyleyeceklerim var ama dilim beceremiyor! Öyleyse, ben de onları oynayacağım! Kenarda dur da basmayım! Vira! Hop! Hop!"

     - Her işimiz ters gittiği zaman, ruhumuzun karşı koyuşu ve değeri olup olmadığını denememiz ne mutlu şeydir! İnsan; görünmez, sonsuz kuvveti olan bir düşmanın –buna bazıları Tanrı, bazıları Şeytan der– bizi yıkmak için saldırdığını, fakat bizim ayakta durduğumuzu sanır. Böylece de, içten her yenişimde, dıştan yenilmiş olsak bile, gurur ve sevinç duyar; dış mutsuzluk, daha yüksek, daha güç bir mutluluk halini alır.
     Bir akşam Zorba bana demişti ki:
     "Bir gece, karlı bir Makedonya dağında, korkunç bir rüzgâr çıktı; içine dalmış olduğum kulübeyi sallıyor, yıkmak istiyordu. Ama ben onu iyice sağlamlamıştım, yanan ocağın önünde yalnız başıma oturuyor, gülerek rüzgârı kışkırtıyor ve diyordum ki: ‘Kulübeme girmeyeceksin, sana kapıyı açmayacağım, ocağımı söndürmeyecek, beni yıkamayacaksın!’"

     - Deniz kıyısında hızlı hızlı yürüyor, ben de görünmeyen düşmanla konuşarak bağırıyordum:
     "Ruhuma girmeyeceksin, sana kapıyı açmıyorum, ocağımı söndürmeyecek, beni yıkamayacaksın!"

     - «Bütün bunlar,» diye düşündüm, «bizim huzursuzluğumuzun çocuklarıdır ve uykuda simgenin en parlak süsüne bürünürler. Onları biz kendimiz yaratırız; bizi bulmak için uzaktan hareket etmezler; bunlar, sonsuz güçlü karanlık bölgelerden bize gelen bakışlar değildir; bizim dışımızda hiçbir değerleri olmayan, bize ait yayımlardır. Ruhumuz alıcı değil, vericidir; onun için korkmamalıyız.»     Yatıştım; karanlık haber yüzünden ayaklanmış olan yüreğimi mantık yine düzene soktu, kanatlarını makasladı; garip köstebeği kesti, dikti, onardı ve tanınan bir fare haline soktu; böylece de yatıştı.


     - Ona bakıyor ve bu hayatın gerçekten ne şaşırtıcı bir sır olduğunu, insanların, fırtına tarafından kovalanan sonbahar yaprakları gibi nasıl birleşip ayrıldıklarını ve insanın bakışlarıyla sevdiği kimsenin yüzünü, vücudunu ve el hareketlerini boşuna yakalamaya çalıştığını, birkaç yıl sonra da, gözlerinin mavi mi, yoksa siyah mı olduklarını hatırlamayacağını düşünüyordum.


     — Çal Zorba!
     — Santur mu? Demedik mi, patron? Santur keyif ister. Bir ay sonra, iki ay, iki yıl sonra çalacağım belki; ne bileyim ben!.. O zaman da, bir daha buluşmamacasma ayrılan iki insanın şarkısını söyleyeceğim.


     - Zorba, tükrüğünü güçlükle yutarak, yine,
     — Bir daha buluşmamacasma! dedi. Buluş-mamacasma. Senin bana bu söylediklerin, yok yine buluşacakmışız, yok manastır kuracakmı-şız, hepsi hastaya, canı çıkıncaya kadar söylenen avuntulardır. Onları kabul etmiyorum! Ne yani? Kadın mıyız ki avuntu isteyelim? Avuntu istemiyoruz. Evet, bir daha buluşmamacasma!..
     Ben, Zorba'nm bu vahşi sevgisinden korkmuş bir halde,
     — Belki de kalırım, dedim. Belki de seninle gelirim; ben özgürüm.
     Zorba, başını salladı:
     — Hayır, özgür değilsin, dedi. Senin bağlı bulunduğun ip, öbür insanlarınkinden biraz daha uzun; hepsi bu kadar! Senin patron, uzun ipin var. gidip geliyor, kendini özgür sanıyorsun. İpi koparmadın mıydı da...
     Zorba'nın sözleri, içimdeki açık bir yaraya dokunup acıttıkları için inatla,
     — Birgün koparacağım! dedim.
     — Güç, patron, çok güç! Bunun için delilik gerek, delilik, duyuyor musun? Ya hep, ya hiç! Ama sende beyin var, ve seni bu yiyecek. Aklın bakkal senin, defter tutuyor, bu kadar verdim, bu kadar aldım; kâr şu kadar, zarar bu kadar diye yazıyor. Yani, iyi bir sahip, her işi sermiyor, her zaman arkayı kolluyor. Hayır, ipi koparmıyor rezil, onu sıkı sıkı elinde tutuyor, kaçırırsa mahvoldu demektir zavallı, mahvoldu demektir! Ama, ipi koparmadıkça, hayatın ne tadı vardır, söyler misin bana? Papatya papatyacıktır; rom değil ki dünyayı altüst etsin!


     - İki keklik bir tepede ötüyor;
     Ötme de keklik, benim derdim yetiyor,
     Aman aman!


     - Dedim ya, bende her şeyi bırakacak ve hayatımda bir kez olsun, cesurca ve saçma bir hareket yapacak cesaret yoktu.


     — Geciktin; aylardır sesini duymadım... Nerelerde dolaşıyordun?
     — Ben her zaman yanındayım ama, sen beni unutuyorsun. Her zaman bağıracak gücüm yok; sen ise beni bırakmak istiyorsun. Ay iyidir, karlı ağaçlar iyidir, dünyadaki hayat iyidir ama, beni de unutma!..


     

15 Kasım 2015 Pazar

Sigarayı Şu Anda Bırakın * Allen Carr

     - Sizin nikotin bağımlılığınızla bir eroin bağımlısının uyuşturucu bağımlılığı arasında hiçbir fark yoktur.


     - Sigara içmek boşluğu doldurmaz, onu yaratır.


     - Başarısızlık korkusu mantıklı değildir. Denemezseniz baştan başarısız olmuşsunuz demektir.


     - Başarıdan korkmanızın nedeni beyninizin yıkanmış olmasıdır.


     - Korkularınızı ortadan kaldırınca başaracaksınız.


     - Sigarayı bırakma sürecinin tadını çıkartın.


     - Sabahın il sigarasının tadı iğrençtir, sizi öksürtür. Özel gelmesinin tek nedeni, tüm gece nikotinden uzak kalmanızdır; size tek rahatlatıcı gelen Küçük Nikotin Yaratığı'nı beslemenizdir, ama hissettiğiniz sersemlik duygusu "rahatlama" değil, bedeninizin zehre verdiği tepkidir.


     - Sigara içmek canınızı sıkar, sizi tembeli hareketsiz, uyuşuk biri yapar ve yaşam sevincinizi yok eder.


     - "Şu ya da bu ortamın tadını bir sigara olmadan çıkartamam," demektense, tam tersini yapın. Kendinize gerçeği hatırlatın: MUHTEŞEM DEĞİL Mİ, ÖKSÜRE ÖKSÜRE KENDİMİ ÖLDÜRECEĞİM BU KÖLELİKTEN KURTULUP ÖZGÜRCE BU ANIN TADINI ÇIKARTABİLİRİM!


     
- Kötü bir gün geçiriyorsanız, kendinize, "Tamam, bugün pek parlak değil, ama en azından artık nikotinin kölesi değilim," deyin. "Yaşamak çok güzel, artık sigara içmediğime göre çok daha güzel."


     
- Sigaranın size ZERRE KADAR FAYDASI YOKTUR. Bunun nedenini anlamanız ve kabul etmeniz gereklidir. Böylece fedakarlık duygusu hissetmezsiniz.


     - Yoksunluk duygusu tümüyle ortadan kalkmadan önce, geçiş dönemine ihtiyacınız yoktur. (Buna yanlış bir biçimde "nikotin çekilmesi dönemi" denir.) Yoksunluk fiziksel değil, zihindedir. Bu kitabı bitirdiğiniz zaman bu duygunuz da geçecek.


     - Bir sigara içmek ya da seyrek sigara içmek diye bir şey yoktur. Gerçeği olduğu gibi görün: yaşam boyu sürecek pis bir bağımlılık.


     - Ölümcül düşmanınızdan, yani sigaradan kurtulduğunuz zaman, yas tutmanıza gerek kalmaz. Tam tersine, en başından itibaren sevinç içinde olmalı ve kutlamalı, yaşamınızın geri kalanında da bunu yapmaya devam etmelisiniz. Şunu aklınıza sokun: Sigara sizin dostunuz değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. En kötü düşmanınızdır. Hiçbir şeyden fedakarlık etmiyorsunuz, sadece çok olumlu kazançlarınız olacak.


     - Geçmişte zihniniz Küçük Canavar'ın yoksunluk duygularını, "Bir sigara yakmak istiyorum," şeklinde yorumluyordu çünkü sigaranın boşluk duygusunu, güvensizliği ortadan kaldıracağına inanıyordu. Ama artık bu duyguların nedeni olduğunu biliyorsunuz. Rahatlayın. Duygunun gerçekten ne olduğunu kabul edin ve kendinize şunu hatırlatın: "Sigara içmeyenlerin böyle bir sorunu yoktur. Bu ıstırabı sigara içenler çeker ve yaşamlarının sigara içerek geçirdikleri her anında da çektiler. Yakında sonsuza dek yok olacak. Bu muhteşem değil mi!" Böylelikle yoksunluk sıkıntılarınız kendilerini yoksunluk sıkıntısı olarak değil, mutluluk anları olarak hissettirecektir.


     - Nikotin girdisini kestiğiniz andan itibaren, Küçük Canavar ölmeye başlar. Ölürken sizden onu beslemenizi talep eder. Onu bir parazit gibi düşünün. Zihninizde onu canlandırın ve onu aç bırakarak ölüme mahkum etmekten zevk duyun.


     - Küçük Canavar onu beslemeniz için sizi mahvedemez. Siz onu mahvediyorsunuz ve yakında sonsuza dek özgür olacaksınız.


     - Nikotin korku ve paniği rahatlatmaz, onun sebebidir. Kendinizi toplayın. Paniğe kapılmanız için gerçekten bir neden var mı? Sigarayı bıraktığınız için kötü bir şey olamaz.


     - Kendiniz ve yaşamınız için çok önemli bir şey gerçekleştirdiğinizi unutmayın. Bu, hiçbir şey kaybetmediğiniz ve harika şeyler kazandığınız çok nadir anlardan biridir. Yoksunluk çekmeyeceksiniz çünkü hiçbir fedakarlık yapmıyorsunuz. Vazgeçtiğiniz hiçbir şey yok. Her türlü keder ve elemi bir kenara bırakarak heyecan, rahatlama hissedin, iğrenç karabasan nihayet sona erdi ve artık özgürlüğün tadına varacaksınız. Ta başından sigara içmeyen biri olmanın keyfine varın.


     - Bedeninizin içindeki Küçük Canavar'ı bir çölde, içecek bir şey ararken hayal edin, siz onu susuz bırakacaksınız. "Sigara istiyorum ama içemiyorum," diye düşüneceğinize, "Küçük Canavar uyuşturucu dozunu istiyor. Sigara içenler ömürleri boyunca bu ıstırabı çekiyorlar. İçmeyenlerin böyle bir derdi yok. Muhteşem değil mi, ben de sigara içmeyen biriyim ve yakında ondan tamamen kurtulacağım!" diye düşünün. Böyle yaparsanız yoksunluk sıkıntısı zevk anlarına dönüşür.


     - vazgeçtiğiniz nedir?.. öksürük ve rahatsızlık... sizi kontrol eden bir madde ve utanç... maliyet... aslında vazgeçtiğiniz hiçbir şey yoktur...

6 Kasım 2015 Cuma

Kafka'yı Kullanma Kılavuzu * Orhan Tuncay

     - Kafka'nın fazla dolaşmayı sevmeyen, yeniliklere ve topluma karşı çekingen bir yapısı vardı. Meslektaşlarıyla önemli sayılabilecek buluşmaları olmamıştı. Katıldığı edebiyat toplantılarında da kendisini öne çıkartmak için çok fazla bir çaba sarf etmezdi.


     - "Bir son var, ama yolu yok. Yolun içinden çıkılamaz olduğunu söyleyebilirim." Kafka - Amerika


     - " İnsanlarla konuşmam konusundaki zorluklar (diğer insanların kesinlikle inanılmaz buldukları), düşünmemin veya daha çok bilinç içeriğinin tamamen bulanık olmasından, bu yüzden bir akli dengesizliğe düşmememden, hatta bazen tatmin olmamdan kaynaklanıyor. Ama yine de insanlarla anlamlı, güvenilir ve tutarlı bir biçimde konuşmak gerekiyor ki, bu özellikler bende yok. Kimse benimle birlikte sis dumanları arasında kalmak istemez. İstese bile, ben kafamdaki sisi uzaklaştıramam. İki kişi bir araya gelince, bu kendini yok ederek, hiçliğe dönüşür." Kafka


     - " Konuşmak, nasıl oluyor da benim dışımda herkesin hoşuna gidiyor! Belki de, garip ve dolambaçlı bir yoldan insanlara dönmek için çok geç." Kafka


     - "Yalnızca gerektiği için değil, aynı zamanda ikna olmadığım için sessizim." Kafka


     - 'Varoluşçuların en fazla vurgu yaptığı duygulardan birisi de budur. İnsan kendi varlığını onaylayabilmek için yaşam içerisinde bir etkiye sahip olmak ihtiyacı hisseder. Eğer tüm çabalarına karşın herhangi bir etki yaratamadığını düşünüyorsa, varoluşunu onaylayacak bir kanıttan da söz etmek mümkün değildir. Sanırım bu sebeple de yaşadıkları dünyayı inanılmaz ve kötü bir düş gibi algılama eğilimi sıkça karşımıza çıkıyor. Yani yaşamı bir çeşit kabus, yani gerçek olamayacak kadar kötü bir düş gibi nitelendiriyorlar; aslında hiç doğmadan, bir rüyanın içinden gelip geçmek ya da hiç doğmamış olmayı dilemek...' (Editörün notu)


     -" Durumumu sade bir biçimde -böylece, tam gerçeğe uymayan bir kabalıkta- şöyle açıklayabilirim: Genellikle bağımlı bir yaratık olan ben, her şey için sonsuz bağımsızlık ve özgürlük özlemi duyuyorum. Bunun yerine at gözlüğü takıyorum ve tanıdık yerlerden beni uzaklaştıramayacak nesnelerin, dikkatimi kendilerine çekmeyi sürdürecekleri limitlere kadar ancak yol alabiliyorum. Bu nedenle aileme söylediğim veya onların bana söylediği her söz, benim için çok kolaylıkla ayağımın takılabileceği bir engel oluşturuyor. Yaratmadığım veya kendimi fethetmediğim her ilişki, benim mahvolmamda bir rol oynamasa da değersiz ve yürüyüşümü engelliyor. Bundan nefret ediyorum veya nefret etmeye yakınım. Yol uzun, gücüm az, bu nefret için yeterli neden var." Kafka


     - "Çünkü birbirleriyle ne kadar buluşurlarsa buluşsunlar, aşkları temelde Werther veya Kierkegard'ın aşkları gibi bir mektup aşkıydı." Willy Haas


     - "Yaşam tarzım yalnızca yazmaya göre ayarlanmış. Ve eğer değişimler olursa, bunlar herhalde yalnızca yazmama daha iyi uyum sağlamam için olacaktır; çünkü zaman kısa, gücüm sınırlı, ofis ürkütücü, apartman gürültülü ve eğer tatlı, düzgün bir yaşam olanaksızsa, o zaman kişi hafif manevralarla eğilip bükülmelidir." Kafka


     - "Kafka, sürekli bir gerilim içinde, sıkıntı ve korku içinde yaşamaktadır. Bu korku onu varlığının köklerine kadar etkilemektedir. Ezici bir sorumluluk hissetmektedir Kafka: yaşamın anlamını ortaya çıkartmak, hakikati söylemek, hakikatin kendisi olmak sorumluluğu ile bu görevi başaramamak arasında kalmıştır." Garaudy


     - "Allahım" diye düşündü, "ne zor bir iş seçmişim! Gece gündüz yolculuk. İş karmaşası, büromdakinden çok daha fazla ve bu yorucu seyahatlere de dayanmalıyım. Trenlere yetişmeliyim, uygun olmayan saatlerde kötü yemekler yemeliyim. Sürekli değişen ve içten olmayan insanlarla ilişki kurmalıyım. Yüzünü şeytan görsün!" Kafka

28 Ekim 2015 Çarşamba

Savaş Sanatı * Sun Tzu

     - Bütün savaşlar hileye dayanır. Bu nedenle, saldırabileceğimiz halde öyle değilmiş gibi davranmalıyız; güçlerimizi kullanacağımızda etkin değilmiş gibi görünmeliyiz; yakın olduğumuzda düşmanı onlardan uzakta olduğumuza inandırmalıyız; uzakta olduğumuzda da yakında olduğumuzu düşünmeliler.


     - Düşmanı kandırmak için yemini at. Düzensiz ve karmaşada olduğun numarası yap, onu ez.


     - Eğer düşmanı ve kendini biliyorsan, yüz savaşın sonucunda bile korkmana gerek yok. Eğer kendini biliyor ama düşmanı bilmiyorsan, kazandığın her zafer için bir de yenilginin acısını tadacaksın. Eğer ne kendini ne de düşmanını biliyorsan, her savaşta yenik düşeceksin.


     - Kuvvet, bir tatar yayını bükmeye benzetilebilir; karar da yayı bırakmaya.


     - Taklit karmaşa mükemmel disiplin, taklit korku mükemmel cesaret, taklit zayıflık mükemmel gücü meydana getirir.


     - Sheridan, Grant'ın zaferlerinin sebebini şöyle açıkladı: "Rakipleri onun ne yapacağını düşünmekle meşgulken o, kendinin ne yapacağını düşünürdü."


     
- Bir generali etkileyebilecek beş tehlikeli hata vardır: Yıkıma götüren dikkatsizlik, mahkumiyete götüren korkaklık, aşağılanmayla çabucak kışkırtılan asabi hal, utanca duyarlı gurur, askerlerde endişe ve sorun ortaya çıkaran fazla kaygı. Bunlar, savaşın iradesi için yıkıcı olan, bir generalin yakasını bırakmayan günahlardır.

11 Ekim 2015 Pazar

Böyle Buyurdu Zerdüşt * Friedrich Wilhelm Nietzsche

     - Günahlarınız değil, azla yetinirliğiniz haykırıyor göklere, günahlarınızdaki alçalış!


     - "İp cambazını dinlemeye doyduk; bir de kendisini görsek!"


     
- Sözlerini bitiren Zerdüşt, kalabalığa bakıp sustu. "Oradalar," dedi kalbine. "Gülüyor ve beni anlamıyorlar. Bu kulaklara uygun ağız değilim ben."


     
- İnsanın kendine bir amaç seçme zamanı geldi. En yüce umudunun tohumunu toprağa bırakma zamanı geldi.


     - "Söylediklerimi anlamıyorlar: bu kulaklara uyan ağız yok bende. Her halde dağlarda hayli zaman kalmışım, dereleri dinlemişim uzun zaman, ağaçları dinlemişim."


     
- Fakat onlara uzağım hala, düşüncelerim onlar için bir şey ifade etmiyor. Onların gözünde ben, yarı deli yarı ölüyüm.


     - Sen, ilk yoldaşım, yolun açık olsun! Seni ağacın kovuğuna sağlamca gömüp, kurtlardan sakındım.
     Fakat ayrılık vakti gelip dayandı: iki şafak arası yeni bir gerçek göründü gözüme.
     Çoban da olmayacağım ben; mezarcı da. Kalabalıkla konuşmayacağım artık: son kez konuştum bir ölüyle.


     - Kendi yolumu yürüyüp gerçekleştireceğim amacımı; geride kalanın, bocalayanın üstünden aşacağım, ilerleyişim batışları olacak böylece.


     - Fakat ben olmazı istiyorum: bu yüzden her zaman bilgeliğimle yürümesini isteyeyim gururumdan!
     Bilgeliğim eğer beni öylece terk edecek olursa(kaçmaktan hoşlanır o), gururum deliliğimi yanına alıp kaçsın öyleyse!


     - Uykunun karşısında saygı, utanç duymalı kişi! işin özü bu! Yine de uyuyamayanların ve geceleri uyanık olanların önünden çekilin!


     - Günde on sefer yenmelisin kendini; güzel bir yorgunluk verir bu; bedeni yatıştırır.


     - İnsan her değime sahip olsa da, bir şey unutmamalı: değimleri de tam saatinde uykuya yollamak.


     - Tanrınla ve komşuyla barış yap: deliksiz bir uyku için. Komşunun şeytanıyla bile barış! Barışmazsan geceleri bela kesilir başına.
     Yetkiliye saygı ile itaat et, kusurlu yetkiliye bile! Bunu ister deliksiz uyku. Güç eğreti bacaklarla ilerlemek istiyorsa, ne gelir ki elinden?


     - Yendim kendimi, acı çekeni; dağa taşıdım külümü, daha kor alevler elde ettim.


     - Bedenden umut kesen bedenin kendisidir.


     - Kıskançlık aleviyle çevrilen kişi, sonunda akrep gibi, iğneyi kendine batırır.


     - Nehrin kenarında ben bir parmaklığım: isteyen tutunsun bana! Ama koltuk değneğiniz olmayacağım.


     - Henüz özgür değilsin; onu arıyorsun. Çok uykusuz kalmışsın bu yüzden, çok uyanık.


     - Kalbi ölü olanlar örneğin: yaşamadan ölmeye başlarlar, yorgunluk, el çekme öğretilerini özlerler. Ölmek için can atarlar. Onların bu isteğini uygun bulmalıyız. Bu ölüleri uayndırmaktan, bu canlı tabutlara hasar vermekten uzak duralım!


     - "Sıkıntıdır doğurmak" der birileri, "niye doğurmalı ki? Doğanların hepsi mutsuz!"


     
- Taş kalpli diyorlar size: fakat kalbiniz sadedir. İçtenliğinizdeki utangaçlığı seviyorum ben. Sizler yükselişinizden, diğerleri alçalışlarından utanıyorlar.


     - Yalnızlığına kaç, dostum! Görüyorum. Büyüklerin gürültüsüyle sersemlemiş, küçüklerin iğneleriyle kevgire dönmüşsün.


     - Yalnızlığın bittiği yerde başlar pazaryeri; orada başlar büyük oyuncuların gürültüsü, zehirli sinek vızıltısı.


     - Kaç yalnızlığına dostum: her yerini zehirli sinekler ısırmış. Havanın sert, sağlam olduğu bir yer bul kendine!
     Yalnızlığına kaç. Küçük, zavallı kişilerle yaşadın. Onların görünmez intikamlarından kaç! Onlar için bir intikamdan başka bir şey değilsin.
     Kovmak üzere elini kaldırma artık! Sayıları bilinmez. Senin kaderin, sinek kovalamak değil.
     Sayısı oldukça fazla küçük zavallılar, kaç mağrur yapıya yıkım getirmiştir yağmur damlacıkları, ayrık-otları.
     Taş değilsin. Damlacıklar çoktan oyup bitirmiş seni; delik deşik gövdenden kanlar sızıyor. Gövdenin deşildiğini görüyorum. Gururun öfkelenmek bile istemiyor.


     - Fazla düşünülen her şeyde kuşku barınır.


     - Ah, dostum, insan aşılması gereken bir şeydir.


     - Sizin dostunuza verdiğinizi, düşmanıma verir, bununla züğürtleşmem bile.


     - Düşüncelerimde, nesnelere, hortlaklara duyulan sevgi insan sevgisinden üstündür.


     - Kendinizi iyi sevmemeniz, zindana dönüştürür yalnızlığınızı.


     - Bayramlanızdan da hoşlanmam sizin: oyuncudan geçilmez orada, izleyiciler bile oyuncu gibi davranır.


     - Yine de karşına çıkacak en zorlu düşman, kendindir hep; mağaralarda, ormanlarda pusu kurarsın kendi kendine.
     Ey yalnız, kendine giden yolu yürü! Kendine, yedi şeytana uğrar yolunu inkarcı ol kendine karşı, kahin ya da büyücü ol; kuşkucu, tekinsiz, alçak.
     Kendini kendi ateşinle yakmaya  hazır ol; yenilenmek için önce kül olmalısın!


     - "Çok tatlı meyvelerden hoşlanmaz savaşçı. Kadını sevmesi bundan: en tatlı kadın bile acıdır."

     - "Kadınların yanına giderken, kırbacını almayı unutma!"

     - Şunu da unutmayın, kardeşlerim: uzak durun yalnıza haksızlık etmekten. Nasıl unutur yalnız olan! Nasıl çıkarır acısını!
     Dipsiz bir kuyuya benzer yalnız. Taş atılabilir içine: fakat deyin bana, dibe varırsa bu taş, onu kim çıkarabilir oradan?
     Sakının yalnızı incitmekten! Fakat eğer incittiyseniz, beklemeyin, öldürün!


     - Sana bir soru soracağım, kardeşim: derinliğini ölçmek için, bir sonda atıyorum gönlüne.
     Gençsin, çocuklar istiyorsun, evlenmek... Fakat sorarım sana: çocuk isteyecek kadar olgun biri misin?
     Sen galiplerden misin? Kendini dize getiren, duygularına söz geçiren, değimine egemen biri misin sen? Sorarım sana.


     - Kendinden ötesini kurmalısın. Fakat önce kendini kurman gerekir, bedenle can dimdik.


     - Zamanında yaşamayan, zamanında nasıl ölür? Hiç doğmasaydı keşke! derim gereksizlere.
     Fakat gereksizler bile hala ölümü önemsiyorlar. İçi boş ceviz bile kırılmak istiyor.


     - Delicedir mutluluğum benim, delice sözler edecektir: fakat henüz acemi, ona karşı sabırlı davranın!
     Mutluluğum yaraladı beni: acı çekenlerin hepsi doktorum olsun!


     - Yürünmemiş yollarda yürüyorum, yeni sözler geliyor bana, bıktım her yaratıcı gibi, aşınmış dillerden. Ruhum, eskimiş tabanların üstünde yürüyemez artık.


     - Sahilde oynarken, gelen bir dalga alıp götürdü ellerinden oyuncaklarını: ağlıyorlar şimdi.
     Fakat aynı dalga, başka oyuncaklar getirecek onlara, rengarenk deniz kabukları serilecek önlerine!
     Böylece teselli bulacaklar; siz de, dostlarım, onlar gibi bulacaksınız teselliyi, rengarenk deniz kabuklarını!


     - Bir gün rüzgar olup eseceğim aralarında, ruhum kesecek soluğunu ruhlarının: bunu ister geleceğim.
     Zorlu bir rüzgardır Zerdüşt ovalar için, şunu önerir düşmanlarına, tükürüp kusanlara: "Sakının rüzgara tükürmekten!"

     - Geceler ne acı, ışık olmak zorundayım! Gecelere ve yalnızlığa susamak!
     Geceler bir pınar gibi kaynar içimde, konuşmaya duyduğum özlem.
     Geceler gürüldeyen pınardır. Gönlüm fışkıran bir pınar.
     Gecedir: uyanır şimdi bütün sevenlerin şarkıları. Gönlüm şarkısıdır seven birinin.


     - Dostlarım, ah, akşamdır içimi böyle sorgulayıp duran. Kederimi bağışlayın!


     - Susmak kötü; gizlenen gerçek, zehirlidir.
     Gerçeklerimizle parçalanan her şey, parçalansın varsın! Nice evler var kurulacak!


     - Geleceğe fazla uçmuşum, korkunun elindeyim.


     - Bir hal oldu bana. Çok korktuğum için, gülmeye zorunluydum. Böyle karışık bir şey görmedim ömrüm boyunca.


     - Kendi yüzünüzden daha iyi maske takamazdınız, bugünün kişileri ey! Bir tanıyan çıkar mı sizi!


     - Size ne giyinikken, ne de çıplakken katlanabiliyorum, bugünün kişileri ey! Bu benim yüreğimi yakar.


     - Ne yapsın yalınlığım onların karmaşıklığı yanında?


     - Eşit değildir insanlar. Bunu buyurur doğruluk. Benim istediğimi isteyemez onlar!


     - "Gövdeyi yalandan tanıyalı" dedi Zerdüşt bir öğrencisine, "ruh artık sözde ruhtur bence, 'kalımlı' bulunan şeylerin tümü benzetmedir."

     - Dünkü yaşanmışlık mı bendeki? Düşündüklerimin nedenlerini yaşayalı hayli zaman oluyor.
     Nedenleri de beraberimde taşımak isteseydim, anılarla dolmuş bir fıçı olmaz mıydım?
     Düşündüklerimi alıkoymak fazla geliyor bana; nice kuşlar uçar sürülerle.


     - "Bugündenim ve dündenim ben," dedi, "ama içimde yarından, öbür günden, gelecekten bir şeyler var."

     -'Özgürlük' diye böğürmektir sevdiğinin: ama ben, etrafında fazlaca böğürme, duman bulunan 'büyük olaylara' inanmayı unuttum.


     - "Kilise mi? O da ne?"
     "Bir tür devlettir, büyük bir yalancıdır. Fakat sen sus, ikiyüzlü köpek! Kendi türünü iyi tanırsın sen!
     Devlet de senin gibi ikiyüzlü köpeğin tekidir; o da senin gibi, bağırarak konuşmaktan, dumanlardan hoşlanır; senin gibi, gerçeğin karnından konuştuğuna inandırmak için.
     Çünkü yeryüzünün en önemli varlığı olmak ister devlet mutlaka; buna inanılır da."


     - Tamam! Bu da devrini tamamladı; iyi bir yemek hazırlayın! Böyle ödemek isterim kötü rüyaları!


     - Geçmişi kurtarmak, her "öyleydi"yi "böyle istedim" haline getirmek, budur benim kurtarmak dediğim!


     - Korkunç olan yükseklik değil, yokuştur!
     Yokuştur bakışın aşağı döndüğü yer, elin yukarı uzandığı, çift iradeyle serseme döner böylece yürek.
     Ah, dostlar, anlayabilir misiniz yüreğimin çifte iradesini?
     Gözlerim çevrilir doruklara, elim kavramak ister derinliği, tutunmak derinliğe, yokuşum budur benim, tehlikem bu!


     - Budur insanca ilk öngörüm, yalancılara karşı önlem almayayım diye, göz yumarım beni aldatmalarına.


     - Avunayım diye sık sık şunu derim kendime: "Söyle deli gönül! Bir mutsuzluğun sana zararı dokunmadı; öyleyse mutluluğunmuş gibi tadını çıkar bunun!"


     
- "En bağışlanmaz yanın: güçlüsün ama istemiyorsun hükümdarlığı."
     Yanıtladım: "Buyruk verecek sesim yok benim."
     Sonra bir daha: "Fırtınayı bildiren sözlerin en sessizleridir. Dünyayı, güvercin ayaklarıyla gelen fikirler yönetirler."


     
- Merdivenin olmasa da, kendi başının üzerine tırmanmayı öğrenmelisin: başka türlü nasıl tırmanırsın yukarılara?
     Kendi başının üstünde, kendi kalbinden ileriye! En yumuşak yanın, en katı yanın olmalı.


     - Kendimi yıldızlarımın da altında görmek: işte benim doruğum!


     - Tanıdım yazgımı, dedi sonunda kederle. Evet, hazırım: başladı son yalnızlığım.
     Ah, ne kara, ne üzgün bir deniz altındaki! Ah, bu gebe gecenin bezginliği! Yazgıma inmeliyim, yazgıma, denizime!
     En yüce dağımın önündeyim: bu yüzden, şimdiye kadar yükseldiğimden de çok, derinlerime inmeliyim:
     Yükseldiğimden daha fazla, inmeliyim acının en karanlık seline! Bunu emreder benim kaderim. Peki! Buradayım.


     - Tırmandım tırmandıkça, tırmandıkça düşledim, düşündüm, beni sıkıyordu her şey. Ağır işkenceden yorgun düşmüş, beter bir düşle uykusundan uyandırılmış birine benziyordum.


     - Çek git, mutlu saat! İstenmeyen bir mutluluk geldi bana seninle! En derin acıya durmuştum burada: zamansız geldin!


     - Bir başına gezerdim; gönlüm neye acılardı geceleri yanlış yollarda? Dağlara tırmanırdım; sen değilsen kimdi, dağ başında aradığım?
     Gezmelerim, dağlara tırmanışlarım: gereksinmeydi, çıkmazdakinin çıkarıydı: kanatlanmak isterdi olanca iradem sadece, sana uçmak isterdi!


     - Ey üzerimdeki utangaç! Ey ışıyan! Sen ey gün doğumu öncesi mutluluğum benim! Yaklaşıyor gündüz: Ayrılmalıyız!


     - Altın yutmuşcasına kendimi saklamam gerekmez mi, açmasınlar gönlümü diye?


     - Hastaların kaçışıdır bazılarına göre yalnızlık; hastalardan kaçıştır bazılarına göre de.


     - Yaşamayı insanların arasında, hayvanların arasında yaşamaktan daha belalı buldum: buydu işte, kimsesizlik!


     - Evim olan yalnızlık! Ne mutlu, ne tatlı geliyor bana sesin!


     - Issız bir evde kendi başıma olsam da, söylesem şarkımı kendi kulaklarıma.


     - Fakat bütün tükürük yalayanlar iğrençtir. Gördüğüm en iğrenç insanı da "parazit" olarak adlandırdım; sevmek istemeyen ama geçinen sevgiden.


     - Yolda buldum insanın aşılması gereken bir şey olduğunu, insanın amaç değil köprü olduğunu.


     - Senin yaptığını kimse yapamaz sana. Bak, yok karşılık verme.
     Kendine buyruk veremeyen, söz dinleyecektir. Buyruk verebilir kendine niceleri, fakat buyruklarına uymakta ağırdırlar.


     - Ne kadar zarar verirse versinler kötüler, iyilerin verdiği zarar daha da büyük bir zarardır!


     - Yeni bir çocuk: ah, ne çok kir demektir dünya için!


     - "Güzel şarkılar, güzel yankı isterler; güzel şarkıların ardından, susmalı bir süre."


4 Ekim 2015 Pazar

İkircikli Biricik * İlhami Algör

     - Ben
     Adım lazım değil. Çok gerekli ise "beyhude işlerin pir'i" diyelim. Geceleri ruh çağırır, sabahları geç kalkarım.


     - Gece çalışırım. Kafam gece çalışır. Gece hayaller, hayaletler gelir.


     - Gittiler.
     Geriye gecenin kendisi kaldı.
     Geceyi severim. Gece de beni seviyor. Ya da gecenin beni sevdiğine inanmak hoşuma gidiyor. İnsan sarıldığı, sarındığı bir şeyin kendisini itmesinden hoşlanmaz.


     - Masa başındayım. Kağıt kalem vadisinde. Bir şey yapacağımdan değil. Kağıda bakarak ruh çağırıyorum. Kendi ruhumu. Ya da kendime bir ruh.


     - "Belirsizlik vaadkar bir aralıktır," diyor bir tanıdığım, "bazı insanlar o aralıkta yaşamayı sever. Böylece kendilerini oyalar, oluşlarını ertelerler. Kendini kandırmak da insani bir hal'dir."

     
"Nasıl yani?"

     "İnsanın kendisi olduğunu sandığı kişi, bir ölçüde kurgu olabilir. Şartların dayattığı tercihlerin kurgusu."


     
- "Zamanın geçtikçe iyi şeyler getireceğine inanmıyorum. Zamanın iyi şeyler getirmek gibi bir derdi olduğuna inanmıyorum. İleride bir yerlerde iyiliğin bizi beklediğine inanmıyorum. Hayatın tekamül, gelişim, inkişaf, ilerleme diye kendinden menkul bir mecburiyeti olduğuna inanmıyorum... Meğer ki dünya denilen gezegen esasen bir yürüme bandı imiş. Meğer ki her şey bizim kuruntumuz imiş. Yürüme bandı üzerinde gelip geçen bir vakit'e "hayat" demek, ancak böyle bir kuruntu ile mümkün imiş."


     - Gün gelir, zaman aşar da manasızlığımızdan kurtuluruz diye umduk. O umma an'ı içinde, zamanın getiren değil de götüren bir şey, bir kayık olmasını diledik. Kayığa binesimiz geldi. Öte yandan bana, bir kuzu ile kayığa binip gitmenin henüz vakti değil gibi geldi.


     - Geri gelen an'ın; gelirken getirdiklerinden kaçmak istedim.


     - "Geçmiş geri geldikçe beni mutsuz ediyor ise geçmemiş midir? Hala burada benimle mi yaşamaktadır? Zaman yolculuğu dedikleri? Yolcu, zaman'ın kendisi de, yolculuk mekanı ben miyim? O esnada kalbim neden yanıyor? Arz ederim."


     
- Uyandığımda
     Kalbimin yerinde kuru, kavruk bir boşluk vardı. Tedirgin oldum. Kalktım, yatağın kenarına oturdum. Çıplak ayaklarımı gördüm. Yabancıydılar. Yadırgadım.


     - Yediğim haltları yazmakla görevli kayıt meleği, işbaşı yapmış çalışıyordu:
     "Kırk küsur yaşına girdiği gecenin sabahı -akşamdan kalma bir halde- kalbi olmadığı hissiyle uyandı. Çıplak ayaklarını, ayak başparmak kemiği çıkıntısını gördü. Kendisi sandığı kişinin başka biri olduğu hissine kapıldı."


     
- "Gökyüzü karışıksa kuşların işi," dedim içimden.


     - Yeni bir hayat kurmak... Nasıl oluyordu? Önce fikir mi geliyordu? Yoksa tesadüf sizi fikrin önüne mi getiriyordu? Yeni bir hayat için mutlaka, kuvvetli bir rüzgar mı gerekiyordu? Önceki hayatınız artık "eski" mi oluyordu? Eski olanın hükmü kalmıyor muydu? O vakte kadar boşuna mı yaşamış oluyordunuz?
     Bilemedim. Şehir barajı doluluk oranlarını gösteren grafikleri ve su faturalarımı hatırladım. Musluğu kapatıp çıktım.


     -"Teşekkür ederim. İncittiğim için özür dilerim. Esasen bende oldum olası, 'ulan bu hayatta bir şeyler eksik' duygusu vardır: İçimde bir yerlere yapışıktır. Yapıştığı yerde, kel şahısların zaman zaman ellerini enselerine götürüp 'acaba pencere mi açık?' diyerek sağa sola bakınmaları gibi davranışlara sebep olan sürekli bir esinti vardır. Bu ruh keli bende mi var veya hayat mı böyle? Bilemedim? Bu soruya bir cevap bulamadım, bulup da tamam olamadım. Sizi mesud edemedim. Sizi de benim bu hallerim sarmadı..."

     - "Niye kapı ağzında oturuyorsun?"
      "Kapı ağızlarını severim. Her an kaçıp gidebilmek ihtimalini diri tutar,"


     - "Sen hep beni mazideki halimle tanırsın/ Hala bilirim aşk ile bekler inanırsın."

     - "Başka türlü düşünürsem hayatım değişir mi acaba?" veya "Hayatım değişirse başka türlü düşünür müyüm?"

     - Hiç
     Evlenmedim. Beni kimse almadı. Evde kaldım da diyebilirim. Çoluk çocuğum yok. Ne kızımın regl'i, ne oğlanın sünneti. Ne hafta sonları veya bayram günleri eltiler, bacanaklar ne diğerleri. Ne de bilmem kimin düğününde "yarım altın takmalıyız, onlar bizim oğlanın sünnetinde yarım taktıydı," şeysi.
     "Kurban" dedikleri, bir canlının boğazını kesmedim. Kesmem de. Araba kullanmasını bilmem. Tali yollarda az buçuk sürmüşlüğüm vardır. Arabam olmadı. Heves etmedim. İyi tarafı da, yay kaldırımına park etmedim.


     - "Hayırdır," dedim. "İşaret mi bu?"
     "İnançsızlar kendi işaretlerini kendileri oluştururlar," dedi iç sesim.


     - "Napıyorsun bununla?"
     "Oynuyorum."

     Gülümsedi.
     "İnsanoğlu, kalp ilişkisine hikaye kondurmuşsun. Sana ait bir hikaye gibi duruyor?"
     "Evet."
     "O da mı oyun?"

     Derine iniyordu. Duraksadım. İki yolum vardı. "Dil Oyunu Çıkmazı"na girer, metafor, mecaz, top sektirirdim. Kurnazlık, zeka, esasen bir bilmezlik hali olan çok bilmişlik ile oyalanırdım. Ben oyalanırken dünya başka bir şekle girerdi. Dönüp kapımı çalardı. "Kim o?" derdim. "Sen oyalanırken, başka bir şekle girmiş olan dünya," derdi kapıyı çalan.


     - "Evet oyun. Bende kalmış bir derdi sağaltmak için uydurulmuş bir oyun."      " Doğrudan bir derd ama telafisi dolaylı."      "Vay be..."      Şaşkınlığımın ağzımdan çıkış şekline şaşırdım.
     "Çok net ifade ettin."
     Hakikaten de "doğrudan bir derd ama telafisi dolaylı" cümlesi, bir an bir şeyi yanlış yaptığımı hissettirdi bana. Bir şeyler sezdim ama bağlayamadım. O esnada biraz dalmışım.
     "Olay mahallinde misin?"
     "Evet ama izi kaybettim."
     "Bir mesele var diyelim, ruha ağırlığı, maliyeti var, onunla baş etmek için bir tür kıvırtma teknikleri geliştiriyoruz... Diyebilir miyiz?"
     "Diyebiliriz."
     "Niye yapıyoruz.?"
     "Ben henüz ne yaptığımızı kavrayamadım..."

     Şöyle bir baktı, "Kuyu senin, nasıl indiysen çıkarsın," dedi, "veya yatay geçiş bulursun."


     
- Bakarken ne düşündüğünü merak ettim. Sussam belki dünya daha güzel bir yer olurdu ama dilimi tutamadım.
     "'Doğrudan bir derdim vardı, telafisi dolaylı' yazsam mı acaba?"

     - Bir hayal çağırdım. Mümkün ise deniz gören bir hayal. Belki vapura biner adaya giderim. Hava güzel olur. Dışarıya, arka güverteye otururum.


     - "Mahcup olacağınız şeyleri yapmayın. Ayrıca derin teessür hallerinde vücud gayri iradi davranışlar geliştirilebilir. Hiç olamadı mı size?"
     "Olmadı. Ben sizinki kadar teşekküllü ve oturmuş bir hayat kuramadım."
     "İstemediniz mi, beceremediniz mi?"
     "Beceremeyeceğimi düşündüm."
     "Neden?"
     "Becerme gayretlerinin nasıl tarumar olduğunu gördüm. Beyhude kalıyor çabalar."
     "Karamsarsınız."
     "Bir yönüyle evet."
     "Bir idealiniz de yok..."
     "Küçük bir şerh ile evet."
     "Nedir şerhiniz?"
     "Henüz yok fakat belki ihtiyaç olur, ihtimal olarak kenarda bulunsun."


     - Sabah
     Garip bir duygu ile uyandım. Kalbim yerinde değildi. Ayaklarıma baktım. Yabancıydılar.


     - "İnsan ruhu bazı durumlarda incinir. İncinen yerde derd oluşur, oraya yerleşir. Derd, kendi zekası olan bir virüs'tür. Yerleştiği yerden sürekli bir şeyler fısıldar. Bazen fısıltı yoğunlaşır. Yoğunlaştıkça ruhu yakar. Ruhun sahibi, biraz derdinin karakterine biraz da kendi huyuna suyuna göre bir çare bulur. Bu çare, fısıltının kaynağına inip, yakasını tutup 'ne diyorsun hemşerim?' şeklinde doğrudan bir yöntem olabilir. Diğer yöntem ise fısıltıyı duymazdan gelmektir. Kıvırtma teknikleri burada devreye girer. Fısıltıyı duymazdan gelen izahlar, kabuller üretir. Kabullerine inanır. Edebiyatı dahi olan insani bir haldir. Ve bazen edebiyat, kıvırtma tekniklerinin en incelikli biçimlerinden biridir."

     - "Kadını elinde nasıl tutacağını bilmeyen adam" lafı tanıdık geldi. Kadını elinde tutmak niye? Başkası almasın diye mi? Bilemedim.
     "Sıkı sıkı sarmalanmak diye bir beklenti olamaz mı?" dedi iç sesim.
     Yüz vermedim. Kitaba döndüm:
     "Böylece duyguları, düşünceleri, bedeni de dahil kendisi ya da kendisi sandığı kişi, çürüyen ve çürürken dönüşen şeyler gibi ucu açık, belirsiz bir yarına mayalanıyordu. Durduğu yerin ıslak bir gölgelik olduğunu, orada kaldıkça gölgenin koyulaşacağını biliyor, buna rağmen yarasını yalamaya mecalsiz bir köpek gibi gölgede durmaya devam ediyordu."
     "Köpek" kelimesi ağır geldi. Gocundum.
     "Kibarım benim! Kadına kimseyi elinde tutmak istemediğini, 'elinde tutmak' fikrine inanmadığını açıkça söylemez. Bunun yerine ilişkide yetersizliğini kabul ile kendini sorgulayan adil, vicdan sahibi adam rolünü tercih eder. Kendini çarmıhlara gerecek kadar rolü abartır. Kendini yerin dibine batırarak, yolunda gitmeyen şeylerin sorumluluğunu üstlenerek meseleyi hallettiğini sanmaktadır. Oysa kadını bir tür sessiz şiddetle itmekte, yalnız bırakmaktadır. Kadına lazım olan bu değildir."

     - İnsanın
     Kendi içinde ikinci bir ses barındırması, ses'in söylediklerini dikkate alması hatta onun ile sohbete girmesi ve bazen zıtlaşması, çoğu kimse için "Allah, Hızır ve Odin, akıl fikir versin" durumudur. Ben böyle düşünmem. Herkesin bir iç sesi vardır. İç'i olanın sesi de vardır. İç'ini bastıran sesi de bastırır. Bastırılmış ses, hayat boyu çıkmasa bile son nefes olarak çıkar.


     - İnsanın ruhen oyunbaz olanı olmayanından ayırt edilir oldu.


     - "Bu dünya şeytanın dünyası, Allah karışmıyor,"

     - Tatsız bir his, bumerang derler dönüp dolaşıp sizi bulan zımbırtı gibi geri geldi.
     Teşekkür ile cevapladım. Telefonu kapattım. Bumerang gitmedi, bende kaldı.


     - "Bilmediğim şeyler değil..."
     Yine kelime biriktirmeye başladı.
     "...acı nasıl bir şey ise dönüp geri geliyor. Zaman her şeye ilaçtır derler, fakat..."
     "Palavra,"
dedim içimden, zamanın ilaç olmasına dair.


     - "Efendim, ben esasen bir işgüzar, beyhude işlerin pir'iyim. Durduk yerde bir merak'a kapılır peşinden giderim. İyi bir huy değildir. Yani görünürde bir getirisi yoktur. Görünmez getirinin de bu devirde bir manası yoktur."

     - Kapı önü
     İki adım attım, üçüncüyü atamadım. Ne olduğunu bilmediğim bir zımbırtı beni tuttu. Yol ortasında kazık gibi dikilmek, bir yaştan sonra makbul bir davranış değildir. İki adım kenara çekilip "Beni duraksatan nedir acaba?" salıncağına bindim. Salıncağı severim. Bazılarına göre kafa karışıklığıdır. Bence değil. Kendine bir ruh arama hali diyelim. Bir ruh'un olmadığı için değil. Belki bir ruh yetmediği için. Veya bir an durup bir şeyleri sindirmen gerekiyordur. Her ne iseler onlar.


     - Ravel- Bolero


     - Yine yeni yıl geldi
     Yılbaşı, doğum günü gibi özel günlerden kaçarım. Etrafta oluşan, "eller havaya" coşkusundan kaçarım. Ruhuma sıkıntı basar. Kendi başıma takılmayı tercih ederim. Huysuzum diyelim.


     - "Hayat hakkında fikrim yok... aynen böyle yaz."


     - Herkes aranmak, dış dünyadan bir ses duymak ister. Sadece iç dünya ile yürümüyor hayat.


     - "Ev'e dönmek istemiyorum," dedim ruhuma, "tanıdık bildik mekanlara, her zamanki hayatıma dönmek istemiyorum."
     "Beni takip et,"
dedi.


     - Aramızda sessiz, görünmez bir engel vardı. Konuşamıyorduk. Biz susar isek, fısıltılar konuşurdu. Hadi ben takıntılı biriydim. Takıldığımda içime döner, olay mahallini kazardım. O niye tutuktu?


     - ...Veya geçmiş meğer geçmemiş ise, bir acı şeklinde ruhlara takılıp kalmışsa, acıyı sağaltılması umulan adalet kara trene binmiş hiç gelmemişse, geleceği de yok ise, bir çocuk dünyayı iç çekilen bir yer olarak tanımışsa, elinizdekilerin birdenbire yok olabildiği, kimsenin ağzını açıp yok olmalara, edilmelere itiraz edemediği bir hayatta elde tutmak diye bir şey'e inanmamış ise...


     - Hayattan bir şeyler bekleyen birisi olarak pazar günleri benim için hayatın akmadığı, donduğu sıkıntı günlerdir. Hayattan ne beklediğimi bilmem. Önemli değil. Bana zamanın akışkan hali lazım. Burada ikircikli bir durum var.
     Hayatın nehirvari akışkan bir şey olduğu ve akar iken bana bir şeyler getirebileceği kabulu ile "valla ne beklediğimi bilmiyorum, zaten bir şey beklemiyorum," cümlesi.


     - "Bütün insanlar aynı 'şimdi'lerde var olmazlar..." Peter Burke, Kültür Tarihi


     - "...Gece alışkanlığını vururken,/
     her yalnızın talihsiz alnına..."
Nilgün Marmara, "Niye koşmalı sanki?"


     - "gözlerim karmakarışık, körüm ben" Gülten Akın, "Güz"
   

29 Temmuz 2015 Çarşamba

Mutluluk * Zülfü Livaneli

     - Bu olayı zihninin ulaşılamayacak kadar derin yerlerine itmişti ama herkes bilir ki insan düşlerine söz geçiremez.


     - Metanoya, kendinin ötesine geçmek, kendini aşmak, kendi olmaktan çıkmak.


     - Bütün sorun "kendi" kavramındaydı zaten. Ne demekti kendi, kendisi, ben?


     - Yolumuzu şaşırdıkça, alışkanlık denen ılık kaplıca sularının içine gömülüp rahatlıyorduk. Sonunda bize yol gösteren şey; evde her zaman oturduğumuz koltuğun aşina yumuşaklığı, gözü kapalı çevirebildiğimiz banyo musluğu ve başımızın yastıkta bıraktığı iz oluyordu. Kendi egemenlik alanını belirlemek için ağaçların altına sidik fışkırtıp sonra kendini bu sidiğin sınırları içinde güvenli hisseden köpeklere benziyordu insanlar da; aşina kokular ve aşina eşya arasındaki bir mutluluk formülü.


     - İnsan kendi olmaktan çıkabilir mi, bambaşka bir kişiye dönüşüp başka bir hayat yaşayabilir mi?


     - Sürekli patinaj yaptığı duygusu çöreklenmişti içine. Hiçbir işe yaramayan, geveze, değersiz ve korkak bir adam olarak görüyordu kendini.


     - "Böyle bir hayat bana göre değil. Önceden çizilmiş, kısıtlı, boktan hayatlar. Ben hayattan başka şeyler bekliyorum."
     
Bunun üzerine, "Ne bekliyorsun?" diye sormuştu İrfan.
     "Bilmiyorum" demişti Hidayet. "Zaten işin güzel tarafı da bu değil mi! Hayatın karşıma ne çıkaracağını bilmiyorum."


     
- Deniz dibinde ayakları yosunlara takılıp da soluksuz kalmış, sonra dibe vurduğu bir tekmeyle yukarıya yükselip ışığa ve temiz havaya kavuşmuş bir insan gibi temizlenecek, arınacaktı. Bütün zayıflıklarından, korkularından arınacak, hayatını değiştirmenin o hiçbir şeye benzemeyen zevkini tadacaktı.


     - Kimse hayatından memnun değil. Herkes derin bir huzursuzluk içinde kıvranıyor; daha iyi bir hayata ulaşmak istiyor ama o yeni hayatın ne olduğunun da farkında değil. Tarifi yok; dolayısıyla toplumun mitolojisi ve ideali de yok. Bu yüzden bir nehrin suları bizi önüne katmış götürüyor. İnsanlar akıntıdan kurtulmak için kıyıdan sarkan dallara tutunmaya çalışıyorlar.


     - Özgür bir adamdı artık o; hiçbir kurala bağlı değildi, insanlar için konan bütün kurallardan istifa etmiş, tek başına kalmayı ve kendi metanoyasını aramayı seçmişti. İçten içe başardığı işle gururlanıyordu. Herkesin aklından geçirip de kimsenin yapamadığı bir şeydi bu ama kendisi özgürdü artık; tepesinde uçan ve masadan bir şey kapmaya çalışan martı kadar özgür. Ege Denizi'nin ortasında tek başına, bilinmezlerle dolu hayatının getireceği maceralara kadeh kaldırıyordu. Yine kitap kurdu yanı depreşti ve elindeki kadehe bakarak, "Ey şişelenmiş şiir!" dedi. Baudelaire'e de bi selam yollamıştı.


     - Sadece kendi çıkarını düşünen küçük bir bencilsin sen, hem de korkak bir bencil! Hayatındaki her şey sahte. Hep başka insanların seni nasıl gördüğüne göre yaşadın. Çünkü kendin olmaya cesaretin yoktu.


     - "Sen sen ol, nihilizmi hafife alma. Kendi kendini yeterince dinlersen, dünyada sana en yakın düşünce biçiminin nihilizm olduğunu görürsün zaten. Bugüne kadar hiçbir şeye bağlanmama, hiçbir şeye inanmama, ülkeyi kasıp kavuran ideoloji ve inanç türlerinin tamamıyla alay etme, kalabalıkların içinde eğlenir gibi görünüp içten içe çevrendeki herkesi aşağılama senin huyların, unuttun mu?"


     
- Zihni iyice karışmış olmalıydı ve şimdi bu pırıl pırıl mavi gökyüzünün altında gece yaşadıkları, saçma sapan görünüyordu kendisine. İyi ki bu "buhran"a kimse tanık olmamıştı. Aşırı duygusallık, aşırı tepki verme, aşırı edebiyat tutkusu, aşırı içki, aşırı ilaç... Kısacası aşırı giden her şey neden olmuştu buna.


     - "Böyle bir ülkede doğmak için ne günah işledim acaba?" diye düşünürdü sık sık. Profesör'ün ne milli bir bağı vardı, ne dini ne de ideolojik. Çoktandır hayatında "değer" olarak algılayabileceği hiçbir şey olmadığını biliyordu.


     - Ölüyorum dostlarım
       Bu kez son durak
       Ama beğenmezsem geri gelirim
       Ölümü de öğrenmiş olarak! ROBERT FROST


     
Elvis Presley - Are You Lonesome Tonight


     - Erik Satie: Gnossienne No. 1, 2, 3


     - Böyle düşünmeyi seviyordu: kendi içindeki uçurum!


     - İnsanoğlu, çevresindeki koşullara uyum göstererek hayatta kalma becerisine sahip bir bukalemundu. Ama bazen kendisi gibi beceriksiz bukalemunlar da çıkabiliyordu ortaya. Çevresine uymak için her türlü gayreti gösterip de bunu beceremeyen ve rengini bir türlü bulunduğu ortama uyarlayamayan bir bukalemun: beceriksiz bukalemun!


     - "Bu evde televizyon yoktur ve hiçbir zaman getirilemez, radyo da yoktur, eve gazete sokmak da yasaktır. Hele politika konuşmak asla hoş görülemez. Moda şarkılar söylenemez, ünlülerden söz açılamaz. Futbol takımı tutulamaz, maç sonuçları alınamaz. Aptallar ülkesinin bu evin içine sızmasına izin verecek hiçbir davranışa izin verilmez."


     
What Shall We Do With the Drunken Sailor


     - İçinde hemen hemen hiçbir kaygı ve korku kalmamıştı. Bu kararlı ve sakin haline kendisi de şaşıyor ama bir yandan da bundan çok hoşlanıyor, içinde büyük bir gücün biriktiğini duyuyordu.


     - "Yenildim." diye düşündü. İşin tuhafı bu düşünce bir kez daha içine mutluluk verdi. Yenilginin ve teslim olmanın mutluluğunun hiçbir şeye benzemediğini düşündü. Artık ihtirasla kıvranmalar, korkular ve zehirli sorular dönemi bitmişti. Yıllardır kuşatma altında olan kalesini, daha güçlü olan orduya teslim eden bir komutanın huzuru kaplıyordu içini.

16 Temmuz 2015 Perşembe

Paris Sıkıntısı * Charles Baudelaire

     - "Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, ananı mı, babam mı, bacını mı, yoksa kardeşini mi?"
“Ne anam var, ne babam, ne bacım, ne de kardeşim.”
“Dostlarını mı?”
“Anlamına bugüne dek yabancı kaldığım bir sözcük kullandınız.”
“Yurdunu mu?”
“Hangi enlemdedir, bilmem.”
“Güzelliği mi?”
“Tanrıça ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz.”
“Altını mı?”
“Siz Tanrı’ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona öylesine kin beslerim.”
“Peki, neyi seversin öyleyse, olağanüstü yabancı?”
“ Bulutları severim... işte şu... şu geçip giden bulutları... eşsiz bulutları!”     YABANCI


     - Bakışı göğün ve denizin uçsuz bucaksızlığına daldırmak 
ne büyük haz! Yalnızlık, sessizlik, gök yüzünün benzersiz arılığı! Ufukta titreyen, küçüklüğüyle, yapayalnız kalmışlığıyla benim çaresiz yaşamıma öykünen bir küçük yelken, dalganın tekdüze şarkısı, tüm bu nesneler benim aracılığımla
düşünüyor ya da ben onların aracılığıyla düşünüyorum.      SANATÇININ DUASI


     
- İster benden çıksınlar ister nesnelerden fırlasınlar 
bu düşünceler fazlasıyla güçleniyor çabucak. Güç hazda bir huzursuzluk, olumlu bir acı yaratır. Fazlasıyla gerilmiş sinirlerim tiz ve sızılı titreşimlerden başka bir şey vermiyor artık.      SANATÇININ DUASI


     
- Böyle gizemle, sessizlikle, huzurla, hoş kokularla kuşatılmamı 
hangi iyiliksever şeytana borçluyum?     İKİ KİŞİLİK ODA


     
- Evet! Zaman hüküm sürüyor; gene başladı zorba yönetimine. 
Sanki bir öküzmüşüm gibi sopasının iğnesiyle itiyor beni:
     “Deh, deh be eşşek! Terle bakalım, tutsak! Yaşa bakalım, cehennemlik!”      İKİ KİŞİLİK ODA


     
- Hele şükür! Yalnızım! Gecikmiş, yorgunluktan bitmiş 
birkaç arabanın uğultusundan başka bir şey duyulmuyor artık. Dinlenişe ermesek de sessizliğe ereceğiz birkaç saat boyunca. Hele şükür! İnsan yüzünün acımasız baskısından kurtuldum, yalnız kendi kendimden çekeceğim artık.     SABAH SAAT BİRDE


     - Kendi kendimden de, başka hiç kimseden de hoşnut değilken, 
gecenin sessizliğinde, yalnızlığında, kendimi bağışlamak, biraz da gururlanmak isterdim. Sevdiklerimin ruhları,
şakıdıklarımın ruhları, bana güç verin, tutun beni, beni yalandan, dünyanın o baştan çıkarıcı pisliklerinden kurtarın; siz de, Ulu Tannm, izin verin, birkaç güzel dize yaratayım da insanların en aşağılığı olmadığımı, hor gördüklerimden aşağı olmadığımı kanıtlayabileyim kendime.     SABAH SAAT BİRDE


     
- Aklımın çizdiği bu tabloda, sana benzeyen bu tabloda 
yaşayacak mıyız bir gün, bir gün bu tabloya geçecek miyiz?     YOLCULUĞA ÇAĞRI


     
- Ey gece! Ey serinlik getiren karanlık! Benim için bir iç 
bayramın belirtisisin sen, sen bir bunaltıdan kurtuluşsun!     AKŞAMIN ALACAKARANLIĞI


     
- La Bruyère bir yerlerde, “Yalnız olamamanın büyük 
mutsuzluğu!” der kendi kendilerine katlanamamaktan korkarak kalabalıkta kendilerini unutmaya koşanları uyandırmak ister sanki.     YALNIZLIK


     
- Bir başka bilge, yanılmıyorsam Pascal, “Neredeyse tüm 
mutsuzluklarımız odamızda kalmayı bilememiş olmamızdan geliyor başımıza,” der böylece, içe kapanış hücresinde, mutluluğu devinimde, bir de yüzyılımın güzel diliyle konuşmam gerekirse, kardeşçil diye adlandırabileceğim bir fuhuşta arayanları getirir usumuza.     YALNIZLIK


     
- Anlaşmak böylesine güçtür işte, düşünceler böylesine birleşmez 
şeylerdir sevgili meleğim, sevişenler arasında bile!     YOKSULLARIN GÖZLERİ


     
- “Sarhoş olma saatidir! Zamanın inim 
inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.”     ŞARHOŞ OLUN


     
- “Bu masalın doğruluğundan emin misin?” diyeceksiniz 
belki. Yaşamama, var olduğumu ve ne olduğumu duymama yardım ettikten sonra, dışımdaki gerçeğin ne olup ne olmadığı vız gelir bana.     PENCERELER


     
- Kimi kadınlar vardır yenme ve tatlarını çıkarma isteği verirler 
insana; oysa bu, bakışlarının  altında ağır ağır ölme isteği veriyor.     RESİM YAPMA İSTEĞİ


     
- Sonra, yaşamı öylesine çetin olan Zaman’ı öldürmek, öylesine 
ağır akan Yaşam’ı hızlandırmak için yeni şişeler getirttiler.     ODALIK PORTRELERİ


     
- Bana da hep bulunmadığım yerde rahat ederim gibi gelir; 
ruhumla durmadan tartıştığım bir sorundur bu göç sorunu.     DÜNYANIN DIŞINDA OLSUN DA NERESİ OLURSA OLSUN.

     

21 Haziran 2015 Pazar

Bir Köy Hekimi * Franz Kafka

     - Eğer Odradek adında bir nesne gerçekten var olmasa, böyle araştırmalarla uğraşacak kim bulunurdu? Duyduğumuzda, önce yıldız biçiminde, yassı bir iplik makarası olduğunu zannedersiniz; gerçekten de, üzerine iplik sarılmış gibidir fakat bunlar sonsuz renk ve çeşitlilikte, birbirine düğümlenmiş, dolanmış, eski ve kopuk iplik parçalarıdır sadece. Üstelik makara olmakla kalmaz Odradek; yıldızın tam ortasından çapraz bir çubuk çıkar, bir başkası dik açıyla buna eklemlenir. Bir ayak bu dik açıyla gelen çubuk, ikici ayak yıldızın kollarından biri olarak, nesne ayakta da durabilir.

     Bazen tavan arasında, bazen merdivenlerde, bazen koridorda, hatta holde bulunuyor, aylar boyunca yitip gittiği de oluyor, sanırım o günlerde başka evlere göç etmiş oluyor fakat önünde sonunda bizim eve dönüyor mutlaka. Kimi zaman kapıdan çıkıp, aşağıda, merdiven korkuluğuna yaslanmış bekleyen onu gördü mü, konuşmadan duramıyor insan. Elbette yanıtlaması güç sorular sorulmuyor ona, öyle ufacık bir şeye güç sorular sorulamaz, hep çocukmuş gibi davranılıyor ona. “Adın ne?” diye soruluyor, “Odradek,” diyor o. “Nerede oturuyorsun?” denince, “Belli bir adresim yok,” diye yanıtlıyor, ardından gülüyor. Ancak ciğerleri kullanmadan başarılacak, düşen yaprakların çıtırdaması gibi bir gülüş bu. Çoğu kez, konuşma burada kesiliyor, bu yanıtları almak bile mümkün olmuyor kimi zaman; tahtadan görünümüne yaraşan suskunlukla, uzun sessizliklere gömülüyor Odradek.

     Kendi kendime, “Bunun sonu nereye varır?” diye soruyorum hep, “Ölür mü bir gün?” ölümlü nesnelerin kendince amaçları, bir tür etkinliği olur, bu etkinliğin içinde, oraya buraya sürtünerek ufalanıp giderler, gel gör ki, Odradek için söz konusu değil bunlar. Demem o ki, uzaktaki bir gün ardına çocuklarını, torunlarını takmış, merdivenleri teker yuvar inmesi mümkün mü acaba? Kuşkusuz, kimseye en ufak zararı yok, ne var ki, ben öldükten sonra bile yaşamını sürdüreceğini düşününce kahrımdan çıldırıyorum.


     - Geçmişimden gelen rüzgar zamanla dindi, bugün ayaklarıma vuran hoş bir esintiden gayrısı değil artık; benim bir zamanlar geçtiğim, rüzgarın esip geldiği kapı öyle küçük ki bugün, gücüm elverse de geri dönüp o kapıya dek ulaşsam bile, ancak üzerimdeki postu yüzüp atarak geçebilirim içinden.


     - Çıkış yolum yoktu ama o yolu bulmak zorundaydım, başka türlü yaşayamazdım; bu sandıktan yapılmış duvarın dibinde ölüp giderim bir gün. Şunu unutmayın, Hagenbeck şirketinde maymunun yeri o sandıktan yapılmış duvarın önüdür. Bu şartlar altında, ben de maymunluktan vazgeçtim.


     - Hayır, benim arzuladığım şey özgürlük değildi; sadece bir çıkış yolu, artık sağa mı olur sola mı, umurumda değildi; başka bir arzum yoktu, bu çıkış yolunun bir aldanmadan gayrı bir şey olmaması bile kabulümdü. Nasıl olsa arzu ettiğim şey büyük değildi, aldanışım da onunla orantılı büyüklükte olacaktı. İleri, ileriye gitmeliydim; böyle elim böğrümde, bu sandığın önünde dikilmemeliydim.


     - Ah, evet, insan zorda kalınca öğreniyor, bir çıkış yolu bulmak için öğreniyor, o zaman hiçbir şeyi kafasına takmadan öğreniyor! Kendini kontrol etmek için kamçıdan yardım alıyor, benliğinde başkaldıran bir nokta mı var, kendi etini doğruyor.

20 Haziran 2015 Cumartesi

Aforizmalar * Franz Kafka

     - Belirli bir noktadan sonra geri dönüş yoktur. Bu noktaya erişmek de gerekir.


     - Bir elmanın birbirinden farklı görünüşleri olabilir: masanın üstündeki elmayı bir an olsun görebilmek için boynunu uzatan çocuğun görüşü, ve bir de, elmayı alıp yanındaki arkadaşına rahatça veren evin efendisinin görüşü.


     - Düz bir yolda yürüyor olsaydın, tüm ilerleme isteğine rağmen hâlâ gerisin geriye gitseydin, o zaman bu çaresiz bir durum olurdu; ama sen dik, senin de aşağıdan gördüğün gibi dik bir yamacı tırmandığına göre, adımlarının geriye doğru kayması, bulunduğun yerin durumundan ileri gelebilir, o zaman da umutsuzluğa kapılmana gerek yoktur.


     - Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı.


     - Hayvan, hışımla çekip alır kırbacı efendisinin elinden ve kendi efendisi olmak için kendi

kendisini kırbaçlar, bilmez ki bu, efendisinin kırbacına atılmış yeni düğümün yol açtığı bir
hayalden başka bir şey değildir.


     - Önceleri sorularıma neden cevap alamadığımı anlayamıyordum, şimdiyse soru sorabileceğime nasıl inanabildiğimi anlayamıyorum. Ama gerçekte inanmıyordum ki, soruyordum sadece.


     
- Av köpekleri henüz avluda oynaşıyor, ama avları, daha şimdiden ormanda ne kadar hızlı koşarlarsa koşsunlar, ellerinden kurtulamayacaklar.


     - “Sein” sözcüğü Almanca’da iki anlama gelir: “var olmak” ve “onun olmak”

     - Yokedilemeztektir; insanların her biri tek başlarına buyokedilemezdir ; öte yandan bütün insanlarda ortak özelliktir; dolayısıyla insanları birbirine bağlayan eşi benzeri olmayan bir bağ vardır.

     - Bir dayanak olmaktan çıkınca özgürleşir ruh ancak.


     - Gerçek bölünemez, bu yüzden kendini tanıyamaz; her kim onu tanımak isterse bir yalan olmak zorundadır.


     - Bu yaşamın hazları, yaşamın kendi hazları değil, ama bizim daha yüce bir yaşama yükselme korkumuzun hazzıdır; bu yaşamın eziyetleri yaşamın kendi ıstırapları değil, ama bu korkudan dolayı kendimize yaptığımız eziyettir.


     - Evden çıkıp gitmen gereksiz.Masa başında kal ve bana kulak ver. Kulak vermesen de olur, sadece bekle. Beklemesen de olur, tamamen sessiz ve yalnız ol. Dünya maskesini düşüresin diye, kendini sana sunacaktır; başka bir şey gelmez elinden, cazibeye kapılmış, ayaklarının dibinde kıvranıp duracaktır.


     - Bazıları ıstırabın varlığını güneşi göstererek reddeder; o ise ıstırabı göstererek güneşin varlığını reddediyor.


     - Susamıştır,ve onu pınardan sadece bir çalılık ayırmaktadır. Ama iki parçaya bölünmüştür o: bir parçası bütün manzarayı görüyor, orada dikildiğini ve pınarın hemen yanı başında olduğunu görüyor; ama ikinci parçası hiçbir şeyin farkında değil, olsa olsa ilk parçasının her şeyi gördüğünü sezinliyor sadece. Hiçbir şeyin farkında olmadığı için de pınardan su içemiyor.

19 Haziran 2015 Cuma

Otomatik Portakal * Anthony Burgess

     Screeching Weasel - You Blister My Paint


     Johnny Zhivago - Only Every Other Day


     W. A. Mozart - Symphony No. 41 "Jupiter" in C major (Harnoncourt)


     Johann Sebastian Bach - Brandenburg Concerto No. 3 (Allegro-Adagio)


     Ludwig Van Beethoven's Ninth Symphony


     The Reflections - Day After Day (Night After Night)


     - Sonra epey geç uyandım (saatime göre neredeyse yedi buçuktu) ve bunun pek akıllıca olmadığı sonradan ortaya çıktı. Bu fesat dünyada her şeyin önemli olduğunu çakozlayabiliyorsunuz. Her şeyin mutlaka başka bir şeye yol açtığını çakozlayabiliyorsunuz.


     - Beklemeyi bilen, eninde sonunda fırsatlar yakalar.


     - Ve sevgilime döneceğim, sevgilime,
     Sen, sevgilim, gittiğinde.


     - “Beni savunun efendim, çünkü o kadar kötü bir insan değilim. Başkalarının ihaneti yüzünden bu hale düştüm, efendim.”


     - hepinizin canı cehenneme, siz iyiden yanaysanız ben iyi ki diğer tarafa aitim pislikler, diye düşündüm.


     - Adrian Schvveigselber - İkinci Senfoni


     - Bach - Choral Prelude


     - “Belki de her şey yolunda gider kim bilir? Tanrı’nın yöntemi gizemlidir.”


     
- Sınırlamak her zaman güçtür. Dünya bir bütündür hayat bir bütündür. En hoş ve harika eylemler biraz şiddet içerir... Örneğin, sevişme eylemi; örneğin, müzik. Şansını denemelisin evlat. Şimdiye kadar seçme şansı tamamen sende oldu.


     - Artık az kalmıştır herhalde. Bitmek üzeredir. Acının doruklarını yaşadım ve daha fazla acıya katlanamam.


     - Ama bu kadar laf yeter beyler Ayinesi iştir kişinin. Şimdi işimize bakalım. Herkes seyretsin.


     
Mozart 40. Senfoni


     - Otto Ketting - Symphony No. 3 - 1.


     - Sanki kaderin parmağı varmış gibi, bir başka broşürün kapağında açık bir pencere vardı ve diyordu ki: “Pencereyi açın da içeri temiz hava girsin, taze fikirler girsin, yeni bir hayat tarzı girsin.” O zaman bana pencereden atlayıp kurtulmam filan gerektiğini söylediğini çakozladım. Belki bir anlık acıdan sonra sonsuza sonsuza sonsuza kadar uyuyacaktım.


     - Dünyaya cıyakladım: “Elveda, elveda, beni bitirdiniz, Tanrı sizi affetsin.” Sonra denizliğe çıktım, sol tarafımdan bangır bangır müzik geliyordu, gözlerimi kapadım ve suratımda soğuk rüzgârı hissettim, sonra da atladım.


     - Bunu düşünmeliydim. Sanki iyileşmek için kötüleşmem gerekmişti.


10 Haziran 2015 Çarşamba

Alice Harikalar Diyarında * Levis Carrol

     - Tanrım, tanrım! Bugün her şey ne kadar acayip! Dün her şey normaldi. Acaba gece değiştirildim mi? Bir düşüneyim: bu sabah uyandığımda aynı mıydım? Azıcık farklı hissettiğimi hatırlıyor olabilirim. Ama eğer aynı kişi değilsem, bir sonraki soru, Ben kimim? İşte büyük gizem bu!


     - Dedi ki Öfke evde tanıştığı bir fareye 'Gel mahkemeye gidelim, seni dava edeceğim. - Gel kabul etmem itirazını; Bizim duruşmamız olmalı: Yok bu sabah şayet, hiçbir meşguliyet.'      Fare dedi ki ite, 'Böyle bir mahkeme, beyefendi, jürisiz ve hakimsiz, tükenir sadece nefesimiz.'
     
Kurnaz Öfke dedi ki: 'ben olurum hakim ve jüri.'


     
- "bana söyleyebilir misiniz, lütfen, ne tarafa gitmem gerekiyor?"
     
"Bu, nereye varmak istediğine bağlı," dedi Kedi.
     "Nereye vardığım çok önemli değil-" dedi Alice.
     "O zaman ne tarafa gittiğinin bir önemi yok," dedi Kedi.
     "- bir yere vardığım sürece," diye ekledi Alice açıklamak için.
     "Ah, bunu yapacağına eminim," dedi Kedi, "eğer yeterince yürürsen."
     Alice buna karşı çıkamayacağını düşündü, bu yüzden farklı bir soru sormayı denedi, "Bu civarda ne tür insanlar yaşıyor?"
     
"Şu yönde," dedi Kedi, sağ patisiyle yuvarlak çizerek, "bir şapkacı yaşar," diğer patiyi sallayarak da, "burada da Mart tavşanı yaşar. İstediğini ziyaret edebilirsin: ikisi de zırdeli."
     "Ama ben deli insanların arasında olmak istemiyorum," diye belirtti Alice.
     "Ah, bu konuda bir şey yapamazsın," dedi Kedi, "buradaki herkes deli. Ben deliyim. Sen delisin."
     "Benim deli olduğumu nereden biliyorsun?" dedi Alice.
     "Olmak zorundasın," dedi Kedi, "yoksa buraya gelmezdin."
     Alice bunun bir şey kanıtladığını düşünmüyordu; fakat devam etti, "Peki kendinin deli olduğunu nereden biliyorsun?"

     "Başlangıç olarak," dedi Kedi, "bir köpek deli değildir. Buna katılıyor musun?"
     "Sanırım," dedi Alice.
     "Peki, o zaman," diye devam etti Kedi, "köpek kızgınken hırlar ve mutluyken kuyruğunu sallar. Ama ben mutluyken hırlar, kızgınken kuyruğumu sallarım. Dolayısıyla deliyim."
     "Ben ona hırlama değil mırlama diyorum," dedi Alice.
     "İstediğini diyebilirsin," dedi Kedi.


     - "Saçını kestirmelisin," dedi Şapkacı. Bir süredir büyük bir merakla Alice'i izliyordu ve bunlar ağzından çıkan ilk sözlerdi.

     "Şahsi konularda yorum yapmamayı öğrenmelisin," dedi sertçe Alice, "çok kaba."


     - "her şey bir yere varır, önemli olan bunu bulmaktır."


     
- 'Ah, aşk, aşk, dünyayı döndüren şey bu!'

     "Birisi demişti ki," diye fısıldadı Alice, "dünyayı döndüren şey herkesin kendi işine bakmasıdır!"


     


7 Haziran 2015 Pazar

Tek Yön * Walter Benjamin

     - Veda edenin sevilmesi ne kadar daha kolaydır! Çünkü uzaklaşan kişi için, gemiden ya da trenin penceresinden sallanan o varla yok arası bez parçasının beslediği alev daha saftır. Uzaklık, gözden kaybolmakta olanın içine bir boya gibi işler ve onu munis bir kora çevirir.

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu * Stefan Zweig

     - “Sana, beni asla tanımamış olan sana,”


     
–şimdi artık benim için yalnız sen varsın dünyada, yalnızca sen, benimle ilgili hiçbir şey bilmeyen sen, bu arada hiçbir şeyden haberi olmayanı oynayan veya her şeyi ve herkesi alaya alan sen. Evet, yalnızca sen, beni asla tanımamış olan ve hep sevdiğim sen.


     - Yalnızca seninle konuşmak istiyorum. Sana ilk defa her şeyi söylemek istiyorum; bütün hayatımı bilmelisin, o hayat ki, hep senindi ve sen onu asla bilmedin. Fakat benim sırrımı ancak öldüğümde, artık bana cevap vermek zorunda kalmadığında, uzuvlarımı şimdi bunca buz gibi ve bunca ateşle sarsmakta olan şey gerçekten son bulduğunda öğrenmelisin. Hayata devam etmek zorunda kalırsam eğer, o zaman bu mektubu yırtacağım ve hep sustuğum gibi, bundan sonra da susmayı sürdüreceğim. Fakat mektubum ellerinde ise eğer, o zaman bil ki, burada artık ölmüş olan biri sana hayatını, ilk dakikasından son nefesine kadar hep senin olmuş olan hayatını anlatmaktadır. Kelimelerim seni korkutmasın; ölmüş olan biri artık hiçbir şey istemez, sevilmeyi de, kendisine acınmasını da, teselli edilmeyi de istemez. Senden tek istediğim, şu anda sana kaçmakta olan acımın hakkımda ele verdiği her şeye inanmandır.


     - Oysa bana gelince, benim içimi dökebileceğim kimsem yoktu, kimse bana bir şey öğretmiş ve beni uyarmış değildi, deneyimsizdim ve her şeyden habersizdim: kendimi kaderime bir uçuruma atlarcasına teslim ettim. İçimde dallanıp budaklanan, su yüzüne çıkan ne varsa, kendine yakın olarak yalnızca seni biliyordu, sana ilişkin hayali biliyordu.


     - Saatlerce, hatta 
günlerce o zamanlar nasıl seninle yaşamış olduğumu anlatabilirim, hem de benim yüzümü neredeyse hiç tanımayan seninle.


     
- Matemdeydim ve matem tutmak istiyordum, seni görmekten yoksun oluşuma, kendimi mahkûm ettiğim bütün öteki yoksunlukların esrikliğini ekliyordum. Ve ayrıca, dikkatimin sadece sende yaşamaya ilişkin tutkumdan başkaca bir şeye kaymasını istemiyordum. Yalnız başıma evde oturuyordum, saatlerce, günlerce ve seni düşünmekten başka hiçbir şey yapmıyordum, sana ait yüzlerce küçük anıyı, her karşılaşmayı, her bekleyişi kendim için yeniliyordum, bu küçük olayları birer tiyatro oyunu gibi kendime oynuyordum.

     - Çevremdeki insanlar ürkek olduğumu düşünüyorlar, beni çekingen diye nitelendiriyorlardı (sırrımı 
büyük bir dirençle iç dünyamda saklıyordum). Ama içimde demir gibi bir irade kökleşmişti. Bütün düşüncem ve çabalarım yayında gerilmiş bir ok gibi tek bir hedefe yönelikti.

5 Haziran 2015 Cuma

Uyuyan Adam * Georges Perec

     - "Evinden çıkman gerekmez. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, gelip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz; kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde." FRANZ KAFKA (Günah, Acı, Umut ve Doğru Yol Üzerine Düşünceler)


     - Güneş çatıdaki çinko levhalara vuruyor. Karşında, gözlerinin hizasında, akçaağaçtan bir etajerin üzerinde, yarısı boşalmış kirlicene bir neskafe fincanı, bitmekte olan bir paket şeker, beyazımtırak sahte opalinden eşantiyon bir küllüğün içinde kendi kendine yanan bir sigara duruyor.

     - Notları okuyor, kâğıtları buruşturup top yapıyorsun. Sana randevular veriyorlar ama sen gitmiyorsun. Kollarını ensende birleştirip, dizlerini büküp, dar sedirinin üzerinde uzanmış yatıyorsun. Tavana bakıyor, tavanda çatlaklar, kabarmalar, lekeler, süsler olduğunu keşfediyorsun. Ne kimseyi görme, ne de konuşma, düşünme, dışarı çıkma, yerinden kımıldama isteği duyuyorsun.


     - Yine böyle bir günde, biraz daha önce, biraz daha sonra, bir şeylerin yolunda gitmediğini, açık konuşacak olursak, yaşamayı bilmediğini, hiç bilmeyeceğini şaşırmadan keşfediyorsun.


     - Bir şeyler kırılıyordu, bir şeyler kırıldı. Kendini -nasıl demeli?- dayanıklı hissetmiyorsun artık: Sana bugüne kadar güç veren -öyle sanıyordun, öyle sanıyorsun-, yüreğini ısıtan şey, varoluş duygun, neredeyse önemli olduğun duygusu, dünyaya bağlanma, dünyada kalma duygusu eksikliğini hissettirmeye başlıyor.


     - Yaşamın. Geçmişin, bugünün, geleceğin birbirine karışıyor; kollarının, bacaklarının ağırlığı, sinsi migrenin, bıkkınlığın, sıcak, neskafenin acılığı ve ılıklığı var sadece.


     - Bu senin yaşamın. Bu sana ait. Önemsiz servetinin tam bir dökümünü yapabilir, ilk çeyrek yüzyılının kesin bilançosunu çıkarabilirsin. Yirmi beş yaşındasın ve yirmi dokuz dişin, üç gömleğin, sekiz çorabın, artık okumadığın birkaç kitabın, artık dinlemediğin birkaç plağın var. Başka şeyleri hatırlamayı canın hiç çekmiyor: ne aileni, ne öğrenimini, ne aşklarını, ne dostlarını, ne tatillerini, ne de tasarılarını. Yolculuklara çıktın ve dönüşte yanında hiçbir şey getirmedin. Oturuyor ve beklemek istiyorsun sadece, bekleyecek bir şey kalmayana kadar beklemek: Gece olsun, saatler vursun, günler geçip gitsin, anılar silikleşsin.


     - Sen bir aylak, bir uyurgezersin, bir istiridyesin. Tanımlar saatlere, günlere göre değişiyor ama taşıdıkları anlam az çok belli: Yaşamanın, harekete geçmenin, bir şey yapmanın pek sana göre olmadığını hissediyorsun; sadece sürüp gitmek istiyorsun, sadece bekleyişi ve unutuşu istiyorsun.


     - Dostların bıktı artık, kapını çalmıyorlar. Onlarla karşılaşabileceğin sokaklarda pek yürümüyorsun artık. Sorulardan, rastlantı eseri karşına çıkan birinin bakışlarından kaçıyor, sana ısmarlamak istediği birayı ya da kahveyi kabul etmiyorsun. Sadece gece ve odan, üstüne uzandığın dar sedir, her an yeniden keşfettiğin tavan seni koruyor; geceleyin, Grands Boulevards'ın kalabalığı ortasında tek başınayken, gürültülerden ve ışıklardan, hareketten, unutuştan zaman zaman adeta mutlu oluyorsun. Biriyle konuşmaya, bir şey istemeye ihtiyacın yok.


     - Tanı koymaya alışık değilsin ve bunu yapmak da istemiyorsun. Seni rahatsız eden, seni duygulandıran, seni korkutan, ama bazen de coşturan şey başkalaşmanın aniliği değil, aksine, bunun bir değişim olmadığı, hiçbir şeyin değişmediği, -bunu ancak bugün bilsen de öteden beri böyle olduğun duygusu, o belirsiz ve ezici duygu; çatlak aynadaki bu yüz senin yeni yüzün değil, maskeler düştü sadece, odanın sıcaklığı onları eritti, uyuşukluk onları yerinden söktü. Doğru yolun, güzel kanaatlerin maskeleri. Bugün artık pençesine düşmüş olduğun şey hakkında yirmi beş yıldır hiç mi bir şey anlamadın? Kendi tarihinde hiç mi çatlaklık, zayıf nokta görmedin? Ölü zamanlar, boş geçitler. Geçici ve yürek paralayıcı o arzu, artık bir şey duymama, bir şey görmeme, sessiz ve hareketsiz kalma arzusu. Saçma sapan yalnızlık düşleri. Körler Ülkesi'nde başıboş dolaşan, bellek kaybına uğramış biri: geniş ve boş sokaklar, soğuk ışıklar, bakışın şöyle bir değip geçeceği dilsiz yüzler. Sana ulaşılamazdı asla.


     - Bu boş günlerde, odan bir kazan kadar, bir fırın kadar sıcaktı; bir de şu pembe plastik leğende cansız köpekbalıkları, uyuyan balinalar gibi yüzen altı adet çorap. Şu çalmamış olan, çalmayan, uyanma saatini çalmayacak olan saat. Açık kitabı yanına, sedirin üzerine bırakıyorsun. Uzanıyorsun. Ağırlık, uğultu, uyuşukluk. Kendini koyveriyorsun. Uykuya dalıyorsun.


     - Kesin, mantıklı olmak gerek. Yöntemli hareket etmek. Belli bir anda, ne pahasına olursa olsun durmayı, düşünmeyi, durumu iyice tartmayı bilmek gerek. Eğer kafanın ortasında bir göl varsa, ki bu gerçeğe yakın olmakla kalmayıp aynı zamanda normaldir de her ne kadar bunu çekinmeden doğrulamak henüz mümkün değilse bile ona ulaşmak için belli bir süre gerekecek. Patika yok, hiçbir zaman patika olmaz, ve kıyılara yakın yerlerde, yılın bu döneminde daima tehlikeli olan otlara dikkat etmen gerekecek. Kayık da olmayacak tabii, hemen hemen hiçbir zaman kayık olmaz, ama yüzerek geçebilirsin.


     - Tüm yaşamını bir ağacın karşısında geçirebilirmişsin gibine geliyor, onu tüketmeden, anlamadan, çünkü anlayacağın bir şey yok; sadece ona bakarak. Bu ağaç hakkında eninde sonunda söyleyebileceğin tek şey bir ağaç olduğudur; bu ağacın sana söyleyebileceği tek şey de bir ağaç olduğudur: kök, sonra gövde, sonra dallar, sonra da yapraklar. Ağaçtan daha başka bir hakikat bekleyemezsin. Ağacın sana önerecek bir ahlâkı, sana verecek bir mesajı yoktur.


     - İşte bu yüzden ağaç senin gözünü kamaştırıyor, seni şaşırtıyor ya da dinlendiriyor; ağaç kabuğunun ve dalların, yaprakların bu kuşku götürmez, kuşkulanılmaz gerçekliği yüzünden. Hiçbir zaman bir köpekle birlikte dolaşmaman da bu yüzden belki, çünkü köpek sana bakar, yalvarır, seninle konuşur. Minnetten yaşarmış gözleri, dayak yemiş köpek havaları, sevinçli köpek zıplayışları, ona, o aşağılık evcil hayvan statüsünü vermen için seni durmadan zorlar. Bir köpek karşısında yansız kalamazsın, bir insanın karşısında da öyle. Oysa bir ağaçla hiçbir zaman diyaloğa girmezsin. Bir köpekle karşı karşıya yaşayamazsın, çünkü köpek, her an, senden onu yaşatmanı, beslemeni, okşamanı, ona uygun bir insan olmanı, efendisi olmanı, onu anında yere yatıracak o köpek ismini gürleyen Tanrı olmanı isteyecektir. Oysa ağaç senden bir şey istemez. KöpekIerin Tanrısı, kedilerin Tanrısı, yoksulların Tanrısı olabilirsin, elinde bir tasma, biraz ciğer, biraz servet olması bunun için yeterlidir, ama asla bir ağacın efendisi olmayacaksın. Kendin de bir ağaç olmayı istemekten başka bir şey yapamayacaksın.


     - İnsanlardan nefret ettiğin anlamına gelmez bu, ne diye onlardan nefret edesin ki? Ne diye kendinden nefret edesin ki? Keşke insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde getirmeseydi; keşke hayvanlar âleminden çıkıp aşılan o birkaç gülünç adımın bedeli, sözcüklerin, büyük tasarıların, büyük atılımların o dinmek bilmeyen hazımsızlığı olmasaydı! Karşı karşıya getirilebilen başparmaklara, iki ayak üstünde duruşa, omuzlar üzerinde başın yarım dönüşüne fazla ağır bir bedel bu. Yaşam denen bu kazan, bu fırın, bu ızgara, bu milyarlarca uyarı, kışkırtma, tembih, coşkunluk, bu bitmek bilmeyen baskı ortamı, bu sonsuz üretme, ezme, yutma, engelleri aşma, durmadan ve yeniden baştan başlama makinesi, senin değersiz varoluşunun her gününü, her saatini yönetmek isteyen bu yumuşak dehşet.


     - En yüksek tepelerin doruğuna ne diye tırmanasın ki, sonradan inmek zorunda kalacak olduktan sonra; inince de, yaşamını oraya nasıl çıktığını anlatarak geçirmemen mümkün mü? Ne diye yaşar gibi görünesin ki? Neden sürdüresin? Başına gelecekleri şimdiden bilmiyor musun sanki? Olman gereken her şeyi daha önce olmadın mı: anasına babasına lâyık bir oğul, küçük cesur izci, daha iyisini yapabilecek iyi bir öğrenci, çocukluk arkadaşı, uzak kuzen, yakışıklı asker, yoksul genç adam? Biraz daha gayret etsen, hatta buna bile gerek yok, birkaç yıl daha geçse, orta sınıftan, değerli bir meslektaş olacaksın. İyi koca, iyi baba, iyi yurttaş. Eski tüfek. Tıpkı kurbağalar gibi, toplumsal başarının küçük basamaklarını bir bir tırmanacaksın. Geniş ve çeşitlilik gösteren bir yelpaze içinden, arzularına en uygun düşen kişiliği seçebileceksin, tam senin ölçülerine göre titizlikle biçilmiş olacak. Nişan verilecek mi sana? Kültürlü mü olacaksın? Ağzının tadını iyi bilen biri mi? Böbrek ve kalp uzmanı mı? Hayvan dostu mu? Boş saatlerini akortsuz piyanonda, sana hiçbir zarar vermemiş olan sonatları katletmekle mi geçireceksin? Yoksa, sallanan bir koltukta, kendi kendine yaşamın iyi yanları da olduğunu tekrar ederek pipo mu içeceksin?


     - Odan ıssız adaların en güzeli, Paris ise kimsenin hiçbir zaman aşamadığı bir çöl. Bu dinginlikten, bu uykudan, bu sessizlikten, bu uyuşukluktan başka bir şeye ihtiyacın yok. Günler başlasın, günler bitsin, ağzın kapansın, ensendeki, çene kemiğindeki, çenendeki kaslar bütünüyle gevşesin, sadece ve sadece göğüs kafesinin inip kalkması, yüreğinin atışları tanıklık etsin hâlâ sabırla varkalmana. Artık hiçbir şey istememek. Bekleyecek bir şey kalmayana kadar beklemek. Avare dolaşmak, uyumak. Kalabalıkların, sokakların seni sürüklemesine seyirci kalmak. Su oluklarını, parmaklıkları, kıyılar boyunca akan suyu izlemek. Rıhtımlar boyunca gitmek, duvarların dibinden yürümek. Zaman kaybetmek. Tüm taşanlardan, sabırsızlıktan kurtulmak. Arzulamayan, gücenmeyen, isyan etmeyen biri olmak. Önünde, zamanlar boyunca, kıpırtısız, bunalımsız, kargaşasız bir yaşam olacak: ne bir pürüz, ne bir dengesizlik. Dakikadan dakikaya, saatten saate, günden güne, mevsimden mevsime, hiç bitmeyecek olan bir şey başlayacak: bitkisel yaşamın, iptal edilmiş yaşamın.


     - 
Vakit öldürmenin bin bir yolu vardır ve hiçbiri ötekine benzemez, ama hepsi de eş değerdedir; bir şey beklememenin bin şekli vardır, uydurabileceğin ve anında vazgeçebileceğin binlerce oyun vardır.

     - 
Öğrenecek çok şeyin var, öğrenilmeyen her şey: yalnızlık, kayıtsızlık, sabır, sessizlik. Tüm alışkanlıklarından, onca zaman yanyana yürüdüğün kişileri görünce yanlarına gitmekten, başkalarının her gün senin için ayırdıkları, hatta bazen senin adına savundukları yerde kahveni içmekten, yemeğini yemekten, bir türlü bitmek bilmeyen dostlukların sıkıcı suç ortaklığında, yıpranan ilişkilerin ödlek ve oportünist kırgınlığında sürünmekten sıyrılmalısın.

     - 
Yalnızsın, ve yalnız olduğun için de saate hiç bakmaman, dakikaları hiç saymaman gerek. Postadan çıkan evrakı ellerin heyecandan titreyerek açmamalısın artık, içinden, seni topu topu yetmiş yedi frankçığa, hem de üzerine markan kazınmış bir pasta takımına ya da batı sanatının en değerli eserlerine sahip olmaya çağıran bir el ilanı çıktığında düş kırıklığına uğramamalısın artık.

     - 
Umut etmeyi, girişimde bulunmayı, başarmayı, diretmeyi unutmalısın.

     - 
Yalnızsın. Yalnız bir adam gibi yürümeyi, aylak aylak dolaşmayı, sürtmeyi, bakmadan görmeyi, görmeden bakmayı öğreniyorsun. Saydamlığı, hareketsizliği, varolmayışı öğreniyorsun. Bir gölge olmayı ve insanlara sanki hepsi birer taşmış gibi bakmayı öğreniyorsun. Oturur durumda, yatar durumda kalmayı, ayakta durmayı öğreniyorsun. Her lokmayı çiğnemeyi, ağzına götürdüğün her parça yiyecekte aynı manasız tadı bulmayı öğreniyorsun. Resim galerilerinde sergilenen tablolara sanki duvar parçalarıymış, tavan parçalarıymış gibi, duvarlara, tavanlara da yağlı boya resimlermiş gibi bakmayı öğreniyorsun, üstlerindeki hep başa dönen onlarca, binlerce yolu, amansız labirentleri, kimsenin çözemeyeceği metni, parçalanmakta olan yüzleri bıkmadan yorulmadan izliyorsun.

     - 
Hava ister güzel olsun ister kötü, yağmur yağsın, güneş açsın, rüzgâr kasıp kavursun, ağaçlarda tek bir yaprak kımıldamasın, ağaran gün sokak lambalarını söndürsün, batan gün onları yeniden yaksın, kalabalığın içinde kaybol ya da ıssız bir meydanda tek başına ol, hâlâ yürüyorsun, hâlâ sürtüyorsun.

     - 
Saatler, günler, haftalar, mevsimler boyunca her şeyden kopuyor, her şeyden soğuyorsun. Bazen, neredeyse bir tür sarhoşlukla, özgür olduğunu, seni bunaltan, senin hoşuna giden ya da gitmeyen hiçbir şey olmadığını keşfediyorsun. Ve oyun kâğıtlarının ya da kimi gürültülerin, kendine sunduğun kimi gösterilerin sana sağladığı bu yıpratıcı olmayan havada, anların heyecanından başka şeye yer vermeyen bu yaşamda, mükemmele yakın, büyüleyici, bazen de yeni heyecanlarla dolu bir mutluluk buluyorsun. Tam bir huzur içindesin, her an esirgeniyor, korunuyorsun. Çok mutlu bir parantez içinde, hiçbir şey beklemediğin, vaatlerle dolu bir boşlukta yaşıyorsun. Görünmez, duru ve saydamsın. Yoksun artık: Saatlerin ardından, günlerin ardından, mevsimler geçerken, zaman akarken, neşelenmeden, hüzünlenmeden, geleceksiz ve geçmişsiz, öylece, düpedüz, apaçık yaşayaduruyorsun, tıpkı sahanlıktaki musluktan damlayan bir su damlası gibi, pembe plastik bir leğende suya bastırılmış altı adet çorap gibi, bir sinek ya da istiridye gibi, inek gibi, salyangoz gibi, bir çocuk ya da bir ihtiyar gibi, bir fare gibi.

     - 
Zamanla, duyarsızlığın inanılmayacak bir hal alıyor. Gözlerinde parıltıdan eser kalmamış, siluetin tam anlamıyla çökmüş. Bıkkınlıktan, burukluktan eser taşımayan bir dinginlik gelip yerleşmiş dudaklarının kenarına. Dokunulmaz biri olarak, giysilerinin ağırbaşlı yıpranmışlığı, adımlarının yansızlığı tarafından korunarak sokaklarda geziniyorsun. Öğrenilmiş hareketleri yapıyorsun sadece. Ancak gerekli olan sözcükleri sarfediyorsun. İstediklerin şunlar:
- önden bir koltuk,
- günün yemeği, bir kırmızı şarap,
- bir bardak bira,
- bir diş fırçası,
- on tane bilet.
Parayı ödüyor, cebine koyuyor ve yerine geçerek yiyip içmeye koyuluyorsun. Bulunduğu yığının üstünden Le Monde'u alıyor, satıcının çanağına iki adet yirmi santim bırakıyorsun. Lütfen, günaydın, teşekkür ederim, hoşçakalın demiyorsun hiç. Özür dilemiyorsun. Yolunu sormuyorsun. Avare dolaşıyorsun, dolaşıyorsun. Yürüyorsun. Tüm anlar birbiriyle eşdeğerde, tüm mekânlar birbirine benziyor. Hiç acele etmiyor, hiç şaşırmıyorsun. Meydan saatlerine bakmıyorsun. Uykun yok. Aç değilsin. Hiç esnemiyorsun. Kahkahalarla gülmüyorsun hiç. Artık aylaklık da yapmıyorsun, çünkü ancak zamandan çalanlar, günlük programlarındaki değerli dakikalardan tırtıklamak için çaba gösterenler aylaklık yapabilir. Başlangıçta, kendine güzergâhlar seçiyor, hedefler saptıyor, istemediğin halde sonunda birer Odysseus yolculuğuna dönüşen karmaşık geziler tasarlıyordun.

     - 
Kayıtsızlığın ne başlangıcı vardır, ne de sonu; değişmez bir durumdur kayıtsızlık; bir ağırlık, hiçbir şeyin sarsamayacağı bir kıpırtısızlık, bir cansızlıktır. Dış dünyanın mesajları hâlâ sinir merkezlerine ulaşıyor kuşkusuz, ama organizmanın bütününü tehlikeye atacak hiçbir toplu cevap özümlenir duruma gelebilecek gibi gözükmüyor.

     - 
Kayıtsızlık, dili geçersiz kılıyor, işaretleri anlaşılmaz hale getiriyor. Sabırlısın ama beklemiyorsun, özgürsün ama seçmiyorsun, müsaitsin ama hiçbir şey seni harekete geçirmiyor. Hiçbir şey istemiyor, hiçbir şey talep etmiyor, hiçbir şeyi dayatmıyorsun. Hiç dinlemeden duyuyor, hiç bakmadan görüyorsun: tavanlardaki çatlakları, parkenin dilimlerini, yer karolarının desenlerini, gözlerinin çevresindeki kırışıklıkları, ağaçları, suyu, taşları, geçen arabaları, gökyüzünde bulut şekilleri çizen bulutları.

     - 
Her bir gün ses ve sessizliklerden, ışık ve karanlıklardan, yoğunluklardan, bekleyişlerden, ürpermelerden oluşuyor. Olan tek şey, bir kez daha, sonsuza dek, her seferinde biraz daha fazla yitip gitmen, sonu olmadan başıboş dolaşman, uykuyu, bir tür vücut huzurunu bulman: vazgeçme, bıkkınlık, uyuşukluk, kendini koyveriş. Kayıyor, sürükleniyor, gevşiyorsun: boşluğu aramak, ondan kaçmak, yürümek, durmak, oturmak, masaya oturmak, dirseğini dayamak, uzanmak.

     - 
Meydanlardaki küçük parkların ve bahçelerin banklarında oturuyorsun, tıpkı bir emekli, bir ihtiyar gibi, oysa topu topu yirmi beş yaşındasın.

     - 
Sürprizsiz yaşam. Güvenliktesin. Uyuyor, yiyor, yürüyor, yaşamayı sürdürüyorsun, tıpkı gamsız bir araştırmacının labirentinde unuttuğu bir laboratuvar faresi gibi; sabah akşam, hiç yanılmadan, hiç duraksamadan yemliğin yolunu tutan, önce sola, sonra sağa dönen, bulamaç halindeki günlük yem miktarını almak için kırmızı kenarlı bir pedala iki defa basan bir laboratuvar faresi gibi.

     - 
Kendi gerçekliğinden başka, süren yaşamının, soluk alıp verişinin, adımlarının, yaşanışının gerçekliğinden başka bir şey tanımıyorsun. İnsanların gidip geldiğini, kalabalıkların ve şeylerin oluşup kaybolduğunu görüyorsun. Bir tuhafiyecinin ufacık vitrininde bir perde çubuğu görüyorsun; gözlerin aniden ona dikiliyor; geçip gidiyorsun: Sen ulaşılmazsın.

     - 
Dışarı çıkıyor, fazla ışıklandırmış sokaklarda sürtüyorsun. Odana dönüyor, soyunuyor, çarşafların arasına sokuluyor, ışığı söndürüyor, gözlerini yumuyorsun. Bu, çok çabuk soyunan düşsel kadınların çevrene üşüştüğü saattir; bu, yüz kez okunmuş kitaplardan bunaldığın saattir; bu, bir türlü uyuyamadan yüz kez oradan oraya döndüğün saattir. Gözlerin karanlıkta fal taşı gibi açık, elin dar sedirin ayak tarafında bir küllük, bir kutu kibrit, son bir sigara aranırken, mutsuzluğunun büyüklüğünü sakin sakin ölçtüğün saattir bu.

     - Yalnızlığın büyülü çemberini kırmayacaksın. Yalnızsın ve kimseyi tanımıyorsun; kimseyi tanımıyorsun ve yalnızsın. Ötekilerin birbirlerine yapıştıkları, birbirlerine sokuldukları, birbirlerini koruduklarını, birbirlerine sarıldıklarını görüyorsun. Oysa sen, ölü bakışlı, saydam bir hayaletten, külrengi bir cüzzamlıdan, çoktan toza dönüşmüş bir siluetten, kimsenin yaklaşmadığı tutulmuş bir yerden başka bir şey değilsin. Olasılık dışı karşılaşmalar umuduyla kendini zorluyorsun. Ama deri, bakır, ağaç senin için ışıldamaya başlamıyor ki, ışıklar yoğunluklarını senin için azaltmıyorlar ki, sesler senin için duyulmaz hale gelmiyorlar ki. Ağırlaşan dumana, Lester Young'a, Coltrane'e rağmen yalnızsın, barların tüy gibi yumuşak ve sessiz sıcaklığında, ayak seslerinin çınladığı boş sokaklarda, kapanmamış içkili kahvelerin yarı ayık suç ortaklığında yalnızsın.


     - Gözünden bir şey kaçmıyor, ama yakaladığın bir şey de yok, yakalasan da çok geç, hep çok geç, gölgeler, yansımalar, çatlaklar, savuşmalar, gülümsemeler, esnemeler, yorgunluk ya da vazgeçiş.


     - Yalnızlığın büyülü çemberini kırmayacaksın. Yalnızsın ve kimseyi tanımıyorsun; kimseyi tanımıyorsun ve yalnızsın. Ötekilerin birbirlerine yapıştıkları, birbirlerine sokuldukları, birbirlerini koruduklarını, birbirlerine sarıldıklarını görüyorsun. Oysa sen, ölü bakışlı, saydam bir hayaletten, külrengi bir cüzzamlıdan, çoktan toza dönüşmüş bir siluetten, kimsenin yaklaşmadığı tutulmuş bir yerden başka bir şey değilsin. Olasılık dışı karşılaşmalar umuduyla kendini zorluyorsun. Ama deri, bakır, ağaç senin için ışıldamaya başlamıyor ki, ışıklar yoğunluklarını senin için azaltmıyorlar ki, sesler senin için duyulmaz hale gelmiyorlar ki. Ağırlaşan dumana, Lester Young'a, Coltrane'e rağmen yalnızsın, barların tüy gibi yumuşak ve sessiz sıcaklığında, ayak seslerinin çınladığı boş sokaklarda, kapanmamış içkili kahvelerin yarı ayık suç ortaklığında yalnızsın.


     - Gözünden bir şey kaçmıyor, ama yakaladığın bir şey de yok, yakalasan da çok geç, hep çok geç, gölgeler, yansımalar, çatlaklar, savuşmalar, gülümsemeler, esnemeler, yorgunluk ya da vazgeçiş.


     - Sanki her an, kendine şöyle demek ihtiyacını duyuyormuş gibisin: Bu böyle, çünkü ben böyle istedim; ben böyle istedim yoksa ölürüm.


     - 
Gazeteleri buruşturan sen, dışarı çıkmadan günlerce odanda kalan ya da odana dönmeden günlerce dışarda kalan sen kimsin, ne yapıyorsun?

     - 
Yalnızlığın bir şey öğretmediğinden, kayıtsızlığın bir şey öğretmediğinden başka hiçbir şey öğrenmedin. Bu bir aldatmacaydı, göz alıcı ve tuzaklı bir yanılsamaydı. Yalnızdın, hepsi bu, ve kendini korumak istiyordun; dünyayla senin arandaki köprüler sonsuza dek atılsın istiyordun.

     - 
Zamanı unutur gibi yapabildin, geceleyin yürüyüp gündüz uyuyabildin: Ama onu hiçbir zaman tamamen aldatamadın.

     - 
Hayır. Sen artık dünyanın adsız efendisi, tarihin üzerinde hiçbir etki yapmadığı kişi, yağmurun yağışını hissetmeyen, gecenin gelişini görmeyen kişi değilsin. Sen artık ulaşılmaz, duru, saydam değilsin. Korkuyorsun. Bekliyorsun.


     - 
Hemen hemen her seferinde geliyorlar. Onları iyi tanıyorsun. İçin neredeyse rahat. Eğer onlar oradalarsa, uyku çok uzakta değil demektir. Biraz canını yakacaklar, sonra bıkacak ve seni rahat bırakacaklar. Evet, canını yakıyorlar, ama duyduğun ağrıya karşı, algıladığın tüm duyumlara, aklından geçen tüm düşüncelere, sende uyanan tüm duygulara karşı olduğu gibi, tam bir ilgisizlik içindesin. Hayret ettiğini hiç hayret etmeden, şaşakaldığını hiç şaşakalmadan, cellatlar tarafından hırpalandığını hiç acı çekmeden görüyorsun. Sakinleşmelerini bekliyorsun. İstedikleri tüm organları kendi rızanla teslim ediyorsun onlara. Karnın, burnun, boğazın, ayakların için çekiştiklerini görüyorsun uzaktan.

     - Kendini görmeyi hep sürdüreceksin. Hiçbir şey yapamazsın, kendinden kaçamazsın, kendi bakışından kaçamazsın, hiçbir zaman bunu yapamayacaksın: Hiçbir sarsıntının, hiçbir seslenmenin, hiçbir yanığın seni uyandıramayacağı kadar derin uyumayı başarsan bile, bu göz hep olacak, senin gözün, hiç kapanmayacak, hiç uyumayacak olan gözün. Kendini görüyorsun, kendini gören kendini görüyorsun, sana bakan sana bakıyorsun. Uyansan bile, görüntün aynı, değişmez kalacak. Kendine binlerce, milyarlarca gözkapağı eklemeyi başarsan bile, hâlâ, arkada, seni görmek için bu göz olacak. Uyumuyorsun, ama uyku artık gelmeyecek. Uyanık değilsin ve hiç uyanmayacaksın. Ölü değilsin ve ölüm bile seni kurtaramayacak...


     - Ama çıkış yok, mucize yok, hiçbir hakikat yok. Kabuklar, zırhlar. Her şeyin başladığı, her şeyin durduğu o boğucu günden beri. Karanlık sokakların kirli duvarlarının dibinden geçiyorsun, sağ elinle seki taşlarına, cephe tuğlalarına çarparak. Seine'in üzerinden bacaklarını sallandırarak, bir köprü kemerinin oyduğu gözün göremeyeceği kadar küçük girdaba saatlerce bakarak oturuyorsun. Dizilmiş elli iki kâğıdın içinden dört ası çıkarıyorsun. Aynı güdük hareketleri, hiçbir zaman hiçbir yere vardırmayan aynı yolculukları tekrar tekrar kaç kez yaptın. Üç kuruşluk sığınaklarından başka, aptalca sabrından başka, seni her seferinde çıkış noktana geri döndüren binbir dönemeçten başka yardıma çağıracağın bir şey yok. Meydanlardaki küçük parklardan müzelere, kahvelerden sinemalara, su kıyılarından bahçelere; garlardaki bekleme salonları, büyük otellerin lobileri, süpermarketler, kitapçılar, resim galerileri, metro koridorları. Ağaçlar, taşlar, su, bulutlar, kum, tuğla, ışık, 
rüzgâr, yağmur: Önemli olan tek şey yalnızlığın: Ne yaparsan yap, nereye gidersen git, gördüğün hiçbir şeyin önemi yok, yaptığın her şey boşuna, aradığın her şey sahte.

     
Var olan tek şey yalnızlık, her seferinde er ya da geç karşında bulduğun, dost ya da yıkıcı yalnızlık; onun karşısında, her seferinde yalnız kalıyorsun, yardımdan yoksun, şaşkın ya da afallamış, umutsuz, sabırsız.

     - Konuşmaktan vazgeçtin ve sana cevap veren tek şey sessizlik oldu. Ama bu sözcükler, boğazında takılıp kalan bu binlerce, milyonlarca sözcük, arkası gelmeyen sözcükler, sevinç çığlıkları, aşk sözcükleri, budalaca gülüşler, peki onları ne zaman bulacaksın yeniden?


     - Şimdi sessizliğin dehşetinde yaşıyorsun. Ama sen herkesten daha sessiz değil misin?


     - Yaşamını bir saat gibi kuruyorsun, sanki kendini kaybetmemenin, tamamen dibe batmamanın en iyi yolu kendini gülünç işlere vermek, her şeyi önceden kararlaştırmak, hiçbir şeyi rastlantıya bırakmamalıymış gibi. Yaşamın, tıpkı bir yumurta gibi dışa kapalı, pürüzsüz, yuvarlak olsun; hareketlerin her şeyi senin adına kararlaştıran, seni sana rağmen koruyan değişmez bir düzen tarafından saptansın.