17 Mayıs 2017 Çarşamba

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim * Joanne Greenberg



     - "Gel, otur. Hazır olana kadar hiçbir şeyden vazgeçmek zorunda değilsin. Böyle bir şeye hazır olduğunda da, kaybettiklerinin yerine koyabileceğin bir şeyler de olacak."


     - "Öyleyse, belki de, şey mutsuz olduğu doğru." dedi Jacob Deborah'ı düşünerek.
     "Hasta," dedi Esther.
     Jacob, "Mutsuz," diye bağırıp odadan çıktı. Birkaç dakika sonra odaya dönüp "Sadece mutsuz!" dedi.


     - Başka çocuklarla oynamadığını fark ettim. Sürekli evde oturup kendini gizliyordu. Durmadan bir şeyler atıştırıyor ve şişmanlıyordu. Her şey öylesine yavaş gelişmişti ki, o güne kadar durumu anlayamamıştım pek. Ve -ve hiç uyumuyordu.


     - "Bir keresinde, kendine korkunç işkenceler yapan bir hastam olmuştu. Ona neden böyle şeyler yaptığını sorduğum zaman, 'Bunları bana dünya yapmasın diye' karşılığını vermişti. Sonra, 'Dünyanın neler yapacağını görmek için biraz beklesenize,' demiştim. O da, 'Anlamıyor musunuz? Eninde sonunda oluyor bunlar, bu şekilde hiç olmazsa kendi yıkımımı kendim yönetiyorum,' diye yanıt vermişti."
     "Bu hasta... iyileşti mi?"
     "Evet iyileşti. Sonra da Naziler gelip onu Dachau kampına götürdüler ve orada öldü."


     
- "Hiçbiri benden özür dilemedi; biri bile. Ne öyle duygusuzca içime girdikleri için, ne bütün o sancıları çekmeme ve bundan utanç duymama neden oldukları için, ne de benimle alay edercesine bu kadar uzun bir süre ve bu kadar aptalca yalanlar söyledikleri için. Bu yaptıkları için onları bağışlamamı hiçbir zaman istemediler benden, ben de onları hiçbir zaman bağışlamadım."
     "Nasıl yaptın bunu?"
     "O tümörü hiçbir zaman içimden çıkarmadım ben. Hala yerinde, hala içimi kemiriyor. Gözle görülmüyor, o kadar."


     
- İnsan mahkum olacaksa, güzel olmalı, yoksa dram yalnızca bir komedi olur.


     - "İsteyerek yapmadım bunu - benim özümün etkisi altında kaldı. Yrece bir adı var bunun -benim oluşumum bu ve zehirli bir şey. Bir beyin zehiri."
     "Yıkıcı olan şey, söylediğin bir söz mü? Yaptığın ya da içinden dilediğin bir şey mi?"
     "Hayır, bir özelliğim bu benim, bir salgı, ter gibi bir şey. Benim, Deborah'lığımın oluşumu bu ve zehirli."

     Deborah ansızın, böylesine zehirli bir yaratık olduğu için şiddetli bir kendine acıma duygusuna kapıldı, kendi varlığının biçimini ve özündeki tehlikeli zehiri gitgide daha büyük boyutlar içinde betimlemeye başladı.


     - "Hala üşüyor musun?"
     "Evet, o yağmurlar yağmaya ve buzlu sisler çökmeye başladığından beri üşüyorum. Koğuşta kaloriferleri hiç yakmıyorlar."
     "Eh, dışarda -dünyada- Ağustos ayı. Gökyüzü açık ve güneş de kavuruyor. Korkuyorum, bu soğuk ve sis senin içinde."


     
- Gömülü bir yalanın iğrenç kokusunun nasıl suçlunun peşine düştüğünü, her şeyin içine sinip küf ve kokuşma yaratıncaya değin suçlunun soluduğu havayı kapladığını da iyi biliyordu.


     - Sıkıntılarım kanat çırparak elveda diyor nazikçe, iyi geceler... iyi geceler.


     - "Kıskançlık derler buna! En iyiler ve en zekiler her zaman kıskanılır. Hep dimdik yürü ve seni üzerlerse bunu onlara belli etme." demişti. Ardından, sanki nefreti esprisinin arasından onu gözetliyormuş gibi, "Göstereceksin onlara! Sen bana benziyorsun. Onların hepsi aptal, topu birden. Bir gün onlara göstereceksin!" diye eklemişti.


     - "Anılar biçim olarak değişmeyebilir, ama yıllar boyu önemlerinin vurgulanması onlara korkunç boyutlar kazandırabilir. Terk edilmenin yarattığı soğuğu, parmaklıkları ve yalnızlığı sık sık aklına getirirsen, her seferinde, içinin derinliklerinden, sana 'Görüyor musun? Gene de yaşam böyle işte,' diyecektir bu deneyim."
     Doktor görüşmenin bittiğini belirtmek için ayağa kalktı. "Bu kez epeyce iş başardık. Geçmişin hayaletlerinin bugün seni hala hangi konularda ele geçirmeye çalıştıklarını öğrenmiş olduk."


     
- Acı çek, dedi Deborah Yr'de toplanmış olan varlıklara: Yrece'de bir selamlaşma eğretilemesiydi bu. Yıldırımların ve yanıkların ileticisiyim ben. Bunlar benden doktora geçiyor, ondan da hemşireye doğru akıyor. Ben burada hep bakırdan bir tel oldum, oysa insanlar beni pirinçten sanıyorlardı!
     Anterrabae güldü. Aklını kullan, dedi bitimsiz, sonsuz, alevli düşüşü içinde kıvılcımlar saçarak. Bu odanın, bu koğuşun, bu hastanenin, hepsinin dışında bu hemşire, vardiyası bitince senin hiçbir zaman anlayamayacağın, hiçbir zaman tanıyamayacağın bir madde içinde gülecek, yürüyecek, soluyacak. Onların soluduğu hava, kanları, kemikleri, gece ve gündüzleri, seninkilerden farklı bir maddeden oluşuyorsa ölürler ya da delirirler.
     "Kuyu gibi bir şey mi olur?"
     Tastamam öyle.
     Deborah içindeki bu yıkma gücü karşısında kapıldığı dehşetle bir çığlık attı. Yere düştü ve hafifçe inledi. "Çok büyük bir güç, çok büyük bir zarar. Kimse böyle incinmesin -böyle olmasın! Böyle olmasın... böyle..."


     
- "Bak, dinle beni," dedi Furi. "Sana hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedim ben. Hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetmedim..."
     "ve hiçbir zaman huzur ya da mutluluk da vadetmedim. Sana ancak bütün bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim. Sana sunduğum tek gerçeklik savaşım. Ve sağlıklı olmak, gücünün yettiği kadarıyla, bu savaşımı kabul edip etmemekte özgür olmak demektir. Ben yalan şeyler vadetmem hiç. Kusursuz, güllük gülistanlık bir dünya masalı koca bir yalandır... üstelik böyle bir dünya çok can sıkıcı bir yer olur!"


     
- "Bütün bu şeyleri öğrenebiliyorsam..." dedi Deborah, "...okuyup öğrenebiliyorsam, neden hala her şey bu kadar karanlık?"


     
- Dante - İlahi Komedya


     - "Ah, ama isteyemem ki. Hiçbir şey isteyemem ben. Bunu bildiğini sanıyordum. Bir şey istemek zorunda kaldığımda, bana bir şeyler oluyor ve... şey kavga etmeye başlıyorum."


     
- Jane Eyre - Charlotte Brontë


     - "Tanrım, işkencelerini çok kurnazca yapıyorlar!"
     "İplerle bağlamalarını mı kastediyorsun?"
diye sordu Sylvia.
     "Umudu kastediyorum!"


     
- Ya sen, Kuş- kız dedi Lactamaeon, hafifçe gülümseyerek. Karanlık, ağrılar, şiddetli korkular, bilinç yitimleri ve gene de yüreğin atıyor ve nabzın hala seni nüfus sayımına dahil ediyor.


     - "Hey! Çok mu zordu --bu yüzden mi?"
     "Hayır! Zor olan bendim ve çok şey oldu,"
diye bağırarak yanıt verdi kapı.


     - "E nagua," dedi Deborah levhaya; resmi Yr dilinde "Seni çok seviyorum" anlamındaydı bu.


     - "Demek ki arkadaş olduğun bir insan --seni seven ya da sana yakınlık duyan herkes --senin tarafından olmasa bile, sana olan yakınlığı yüzünden yıkıma uğruyor."

     - "Gözlerimin önüne sivri tepeli beyaz bir bulut getiriyorsunuz..." dedi Deborah, "ama bulutun gerisinde, bir ateş kaynağı ve yıldırım-oku olan aynı Furi yerinde duruyor."


     
- Vazgeçmiş değilim; yalnızca yorgunum, o kadar.


     - Acı çek, Idat. Niye beyazlara büründün?
     Kefen ve gelinlik. Birbirinin aynı olan iki giysi. Dinle bak! Ölürken yaşamak; yaşarken ölmek; savaşırken teslim olmak ve teslim olurken savaşmak zorunda kalıyorsun, değil mi? Benim yolumda, bütün karşıtlıklar aynı anda verilir ve karşıt hedefler için aynı araç kullanılır.
     Seni yüzündeki peçeden tanıyorum, Idat, diye yanıtladı Deborah.
     İnsanlar karşı-ateşler yakarlar, bir yangını söndürmek için bir başka yangın çıkarırlar, demek istiyorum.
     Taşa da uygulanabilir mi bu?
     Benim yardımımla, evet, dedi Idat.


     - "Ee, aslında senin durumundaki her hastanın, o cehennemin" --acı ve tiz kahkahalarla sarsılmaya başladı-- "kişinin ancak dayanabileceği kadar sürdüğünü anlaması gerek. Bedensel bir acıya benzer bu -hih hih hih- önce çok şiddetlidir, sonra bitiverir!"

     - İçindeki sönmüş yanardağın yaptığı baskıyı hafifletmenin tek yolu karşı ateşler yakmak olmuştu artık Deborah için. Aynı yerleri tekrar tekrar yakmayı sürdürüyor, üst üste yanık tabakalar oluşturuyordu.


     - "İyi olmam gerekir," dedi Deborah biraz sert bir sesle. "İyi olmak için bütün gücümle uğraşmak zorunda kaldım."


     - "Ben zehirliyim ve bundan nefret ediyorum. Utanç ve onursuzluk içinde yıkılıp gideceğim ve bundan nefret ediyorum. Yaşamımdan ve ölümümden nefret ediyorum. Dünya benim doğrularıma yalnızca yalanlarla karşılık veriyor."


     - Dünya'da bile, aynı dili konuşan iki insan yok muydu hiç?


     - Bir duvarın otuz santim kadar yukarısına boydan boya "köpek uluması" için kullanılan ve yalnızlık anlamına gelen Uguru sözcüğünün enüstünlük derecesi yazılmıştı: UGURUSU. Sözcükler kurşunkalem ve kanla yazılmıştı, yer yer de kopuk bir düğmeyle çizilmişti.


     - "Recreat," dedi Deborah. "Recreat Xangoran, temr e xamgpramam. Naza e fango xangoranan. Inai dum, Ageai dum." ("Hatırla beni. Öfkeyle hatırla beni, daha acı bir öfkeyle kork benden. En acı öfkeyle yak -çıldırt dişlerimi. İşaret bakışı sona erdi. Oyun" -Ageai, işkence olarak eti dişle koparmak anlamındaydı -"bitti.")


     - Düşmanım, kötücül bela -kaynağı benliğim- ve şimdi onu denetleyebilecek tek bir şey bile yok...


     - Sen onlardan değilsin, dedi Sansür. Eski bir deyişti bu, belki de Yr'deki en eski deyişti.


     - "Korku... Sansür -yasak olanı yapmak... beni yok ediyor...ve..."
     "Ve ne?"
     "Sonra... hiç. Hiç-lik; Yr bile yok. Gürültülü, saçma sesler ve yalnızca Hiç. Hiç!"
     "Tanrıların bile dostluğu olmadan,"


     
- "Oyun oynamayı bırakın."
     "Oyun oynamam ben. İyice düşünüp dürüstçe yanıt vermeni istiyorum."
     "Artık düşünmek istemiyorum!" dedi Deborah, ansızın kapıldığı öfke yeli içinde sesini yükselterek. "Yorgunum, korkuyorum ve artık hiçbir şey umurumda değil. Karanlıkta çalış, soğukta çalış, hem de ne için!"
     "Seni bu lanet olası yerden çıkarabilmek için, ne için olacak!" Furi'nin sesi de Deborah'ınki kadar yüksekti."
     "Size artık hiçbir şey anlatmayacağım. Ne kadar pisliği açığa çıkarsam, daha o kadarı geride kalıyor. Artık beni terkedip arkadaşlarınızla gidebilir, ya da bir başka tez daha yazıp ününüze ün katabilirsiniz. Ben kendimi terkedemeyeceğime göre, savaşı terk ediyorum. ve hiç tasalanmayın -iyi ve uslu olacağım, duvarlara da hiçbir şey yazmayacağım."


     
- Birbirimizle geçinemedik, işte o kadar. Birbirimizden hoşlanmadık. Galiba birbirimize çok fazla benziyorduk...
     "Tevekkeli değil, bir araya geldiğinizde kıvılcımlar saçıyordunuz!"
     "Bu Blau vakasında gerçekten herhangi bir gelişme var mı sence? O olduğu kanısındaymış gibi görünüyor."
Royson hafifçe dönüp eliyle Dr. Fried'i işaret etti."Ama..."
     "Ben hiçbir gelişme görmüyorum, ama bunu ancak o bilebilir."


     
- "Acıma yalnızca kuramsal bir şeydir, Quentin," dedi Deborah. "Asıl acıtan şey, kendinden başka herkesin yaşamını yönlendiren güçlerce tekmelenip dışlanmak, yıllarca deli olarak yaşamak, kimseye bir şeyi anlatıp kendine inandıramamak. Ne zaman kuramsal bir tümör sancısıyla iki büklüm olsam, neden böyle bir sanı olamayacağını anlatacak bir profesör mutlaka çıkar. Ve nezaket gereği, farklı bir deneyime dayanan bir iki iğne yaparlar."


     - "Bir gün, acır belki."


     
- Şey... insan benim gibi hantal ve her şeyi yüzüne gözüne bulaştıran biriyse, kendisi gibi olmayan insanları gözünde çok büyütüyor. Benim... Benim... geldiğim yerde, böyle insanlara atumai derdik. Bu insanlar, tökezlemelerine yol açacak aşırı tek bir adım bile atmazlar; paket bağladıkları ip hiçbir zaman bir santim bile kısa gelmez. Trafik ışıkları her zaman onlarla uyumludur. Acı, yatağa uzanıp acı çekmeye hazır oldukları zaman ortaya çıkar, şaka da onları güldürmesi uygun olduğu zaman. İşte dün, sadece bir süre için bu atumai'yi yaşama gereksinmesi duydum.


     - Pek fazla acı çekmiyormuş gibi görünüyorlar, çünkü pek fazla şey hissetmiyorlar. Bir hasta-hastalıktır bu.


     - Onun hastalık bulaştırmadan herhangi bir şeye dokunması olanaklı mıydı acaba? Zehirlemeden sevmesi, zarar vermekten tanık olması olanaklı mıydı?


     - Sahanın karşı tarafında, ışıltılar saçarak yürüyen başka iki figür daha vardı. Bir zarafet ve masumiyet tablosu oluşturan incecik bir genç kız, yanında yürüyen bir delikanlıyla el ele tutuşmuştu. Genç çift ağır ağır yürüyerek sahanın çevresini dolaşıp Deborah'ın yanından geçti. Birkaç kez durup oynaştılar ya da bir şeyler konuşup kahkahalarla güldüler; delikanlı zaman zaman eğilip burnunu kızın ensesinde topladığı saçlara ya da yanağına sürüyordu.
     Deborah, tıpkı deli insanların yaptığı gibi, yüksek sesle kendi kendine konuştu. "Ben hiçbir zaman böyle bir şeyi yaşamayacağım," dedi. "Ne savaşarak, ne ders çalışarak, ne bir işte çalışarak, ne direnerek, böyle bir insanla birlikte yürüme ya da elinin sıcaklığını duyma mutluluğuna erişemeyeceğim."

     - Sizlerle birlikte şarkı söylerken, dikiş dikerken bütün umudumu tükettim. Yanı başınızda durduğum halde, benim kim olduğumu bile hatırlamıyorsunuz.


     - John Milton - Kayıp Cennet

14 Mayıs 2017 Pazar

Huzursuzluk * Zülfü Livaneli

   


     - "Şu küçücük dünyada herkes incitilmiş,
     isimsiz, herkes yanlış yerde." Fernando Pessoa - Huzursuzluğun Kitabı


     - Harese nedir bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım: Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç, susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. 


     - Asil insanların en neşeli zamanlarında bile bir hüzün vardır, daha düşük ruhlar ise en sefil zamanında bile neşelidir.


     - Eli, eli lama sabakhtani? Evet, yani dediğiniz gibi, Tanrım, Tanrım beni niye terk ettin?


     - Sevişirken iç içe geçen, solukları karışan, birbirine en yakın hale gelen insanların, sonradan bu kadar yabancılaşmasına, hatta can yakmaya çalışmasına hep hayret etmişimdir. Önce en büyük haz, sonra en büyük can yakma, ne tuhaf.


     - Bir yer var
     İyiliğin ve kötülüğün ötesinde
     Seninle orada buluşacağız.


     - Ayrıca, bütün bunlar olurken bu kadar dinin tanrısı ne yapıyordu diye sordum kendime ve cevabı buldum. Tanrı o sırada dinleniyordu çünkü yedinci gündü, altı günde evreni yaratmıştı ve yedinci gün dinlenmeye çekilmişti. Herhalde bu yüzden çığlıkları duymamıştı.


     - Kadınla erkeği birbirine çeken, feromon mu, koku mu, ten uyuşması mı, kişilik mi, tavır mı, davranış mı, ses mi, gülüş mü, bakış mı, boy bos mu, ruh güzelliği mi, kafa denkliği mi her neyse, hiçbiri yoktu bunların. Belki de bir hikayeye vurulmuştum; hiç insan bir hikayeye vurulur mu? Oluyormuş demek ki diyordum kendi kendime.


     - Orada bekle pastane, diyorum, henüz gelmese de yar, umudum var!
     Bir pazar geleceğini adım gibi biliyorum...