29 Ekim 2016 Cumartesi

Casus * Paulo Coelho

                                                    


     Merhaba :)

     Bugün yine bir Paulo Coelho kitabı ile karşınızdayım. Bu okuduğum beşinci Paulo Coelho kitabı, diğerleri için; SimyacıPortobello Cadısı, Veronika Ölmek İstiyorZahir


     Paulo Coelho; Casus isimli kitabında casuslukla suçlanarak idama mahkum edilen Mata Hari ile avukatı arasındaki yazışmalardan yola çıkarak mükemmel bir kurgu oluşturuyor. Okumanızı tavsiye ederim. Gelelim kitapta altını çizdiğim yerlere;


     - Hep iyimser bir insandım ama zaman beni buruk, yalnız ve üzgün bir kadına dönüştürmekte ısrar ediyor.


     - İşlediğim suçlardan sıyrılmayı becerdim ki bu suçların en büyüğü erkek egemenliğindeki bir dünyada özgür ve bağımsız bir kadın olmaktı.


     - Hatıralar kaprislerle ve hala küçücük bir ayrıntısı, anlamsız bir gürültüsüyle bize eziyet eden yaşanmışlıkların görüntüleriyle dolu. Pişen ekmeklerin kokusu hücreme kadar geliyor ve bana kafeden kafeye gezindiğim günleri hatırlatıyor; ölüm korkusundan da, içinde bulunduğum yalnızlıktan da daha fazla yıpratıyor beni.
     Hatıralar melankoli denen iblisi de beraberlerinde getiriyor ve bu gaddar iblisten kaçış yok benim için. Kadın mahkümlardan birinin şarkı söylediğini duymak, bana bir kez olsun gül ya da yasemin getirmemiş hayranlarımdan tek tük mektuplar almak, vaktiyle şehrin birinde yaşadığım ve gerçekleştiği sırada hiç dikkatimi çekmeyen bir olayı hatırlamak; gittiğim onca ülkeden geriye sadece bunlar kaldı işte.
     Hatıralar daima galip geliyor, yetmezmiş gibi peşlerine melankoliden de beter zebaniler takıyorlar: Pişmanlıklar...


     - Ağzımdan hatıraların dökülmesi için, çoğunlukla birkaç sözcük söylemeleri yetiyor, zamanda geriye dönmek istiyorum, tersinden akan nehre dalıp...
     Rahibelerden biri bana sordu:
     "Tanrı sana bir şans daha tanısaydı yaptığın her şeyi değiştirir miydin?"
     Evet diye karşılık verdim ama aslında emin değilim. Tek bildiğim, bugün yüreğimin sakinleri tutkular, hevesler, gururlar, ihanetler, üzüntüler, yalnızlıklar, utançlar olan bir hayalet şehirden farksız olduğu. Bir türlü kurtulamıyorum bunlardan, kendime acıyıp ses çıkarmadan ağladığım anlarda bile.
     Yanlış devirde doğmuş bir kadınım ben, hiçbir şey düzeltemez bunu. Gelecekte hatırlanacak mıyım, bilmiyorum ama şayet hatırlanırsam mağdur bir kadın olarak değil, cesur adımlar atmış ve ödemesi gereken bedeli korkmadan ödemiş biri olarak görülmek istiyorum.


     - Evden ayrıldığım gün annem beni yanına çağırdı ve elime bir kese tutuşturdu.
     "Bunu yanında götür, Margaretha."
     Margaretha - Margaretha Zelle - idi adım, nefret ederdim bu isimden. O devirdeki meşhur ve saygıdeğer bir oyuncunun ismi bir sürü kız çocuğuna verilmiş.
     Keseyle ne yapacağımı sordum anneme.
     "İçinde lale tohumları var, ülkemizin sembolüdür. Ama daha da önemlisi, sana verecekleri bir ders var; onlar görünüşte başka çiçeklerden ayırt edemediğin anlarda bile hep lale kalacaklar. Ne kadar isteseler de güllere veya ayçiçeklerine dönüşemeyecekler. Kendi varlıklarını inkar etmek istedikleri taktirde hayata küskün ölecekler.
     İşte bu yüzden, kaderin ne olursa olsun onu mutlulukla yaşa. Çiçekler büyüdükçe güzelliklerini sergiler ve herkes tarafından beğenilirler, ölürler ve geriye tohumlarını bırakırlar ki Tanrı'nın işini başkaları devam ettirsin."
     "Çiçekler hiçbir şeyin kalıcı olmadığını öğretir bize; ne güzellikleri kalıcıdır ne de solgunlukları; çünkü sonradan yeni tohumlar verirler. Mutluyken de üzgünken de hatırla bunu. Her şey geçip gider, yaşlanır, ölür ve yeniden doğar."


     - "En uzun ağaçlar dahi böyle küçücük tohumlardan çıkar. Bunu unutma ve hayatta sakın aceleci davranma."


     - Değişmek ve iyileşmek için değişmek birbirinden tamamen farklı şeyler.


     - Geçmişten taşıveren bir anı insanın aklında yara açmayagörsün, hemen başkaları da sökün eder, böylece ruh daha derin kanar ve sonunda insan dizüstü çöküp gözyaşlarına boğulur.


     - Verdiğim karar şuydu: Dertlerimi biriktirip herhangi bir insanın katlanamayacağı acılar içinde yaşamayacaktım artık.


     - "Bu aşk için var gücümle mücadele ettim ama bugün gücüm tükendi. Yüreğimi ezen taş koskoca bir kayaya dönüştü ve artık kalbimin atmasına izin vermiyor. Yüreğim, son nefesinde, içinde bulunduğumuzun ötesinde, boş günlerimi ve gecelerimi dolduracak bir erkeğin dostluğu için yalvarmam gerekmeyeceği başka dünyaların da olduğunu söyledi bana."


     - "Tüm bu karmaşaya ancak aşk anlam katabilir. Ama ben böyle bir aşka sahip değilim. Öyleyse ne anlamı var yaşamayı sürdürmemin?"


     - Mutlu olayım diye ısrar etmiyordum; tek istediğim çok mutsuz olmamaktı, perişan haldeydim.


     - "En zoru ilk tavsiyem, gösterinizle de hiçbir alakası yok: Asla aşık olmayın.
     Aşk bir zehirdir. İnsan aşık olduğu anda hayatının dizginlerini kaptırır, varlığı tehdit altındadır artık; çünkü gönlü ve aklı bir başkasının olur.
     Sevdiği kişiyi elinde tutmak için her şeyi yapmaya hazır hale gelir, tehlike algısını kaybeder. Aşk denen açıklanamaz ve tehlikeli şey benliğini yeryüzünden süpürüp yerine sevdiği kişinin arzuladığı türde bir insan bırakır."


     - Aşk bizi aniden öldürür ve geride hiç delil bırakmaz.


     - "Bu dünyada her şeyin iki yüzü var. Aşk denen gaddar tanrının terk ettiği insanlar suçlular; çünkü geçmişlerine bakıp neden geleceklerine dair onca plan yaptıklarını sorguluyorlar. Oysa hafızalarını biraz daha kurcalasalar, aşk tohumunun toprağa atıldığı günü hatırlayacaklar, onu kendileri sulayıp büyüttüler, derken bir gün öyle serpildi ki topraktan sökülmesi imkansız bir ağaca dönüştü."
     Elim içgüdüsel olarak çantama gitti, annemin vedalaşırken bana verdiği tohumlar oradaydı. Yanımdan hiç ayırmamıştım.
     "Sevdikleri tarafından terk edilen kadınlar ya da erkekler yalnızca kendi ıstıraplarına odaklanırlar. Kimse ötekine ne olduğunu merak etmez. Yüreğine kulak asmayıp toplum baskısı yüzünden ailesiyle birlikte kalmayı seçtiği için suçluluk duyuyor mudur acaba? Her gece başını yastığa koyduğunda kolay kolay uyku tutmuyordur herhalde, kafası karışıktır, yolunu kaybetmiştir, verdiği kararın yanlış olduğunu düşünüyordur bazen, bazen de asıl görevinin ailesini ve çocuklarını korumak olduğunu. Ama zaman ondan yana değildir; ayrılık anından uzaklaşıldıkça zor günlerin hatıraları da seyrelir ve yitirilmiş bir cennete duyulan tatlı bir özlemden farkı kalmaz.
     Adam ne yapacağını bilemez hale gelir. Mesafeli bir insana dönüşür, hafta içinde meşguldür, hafta sonundaysa Champ de Mars'a gelip arkadaşlarıyla oyun oynar, oğlu babasının aldığı dondurmayla yetinir, karısıysa dalgın gözlerini etrafta gezinen hanımların şık giysilerine diker. Rüzgar geminin yönünü değiştirecek kadar kuvvetli değildir; adam limanın durgun sularında kalmayı seçmiştir. Herkes acı çeker; gidenler, kalanlar, aileler, çocuklar. Ama artık kimsenin elinden bir şey gelmez."


     - Hayatın bizi nereye götürdüğünü bilmediğimiz anlarda aslında kaybolmuş değiliz.


     - Ben sadece güneşe bakıp fırtınaları unuttum. İzin verin, dikenlerine boş verip güllerin güzelliğinin keyfini çıkarayım.


     - "Çakıltaşı, uzaklara git ve geçmişimi de beraberinde götür. Bütün ayıplarımı, günahlarımı, hatalarımı..."


     - İşte oradaydım, zifiri karanlığın ortasında ilerleyen bir salın üstündeyim; uzakta, ufuk çizgisinde, bir deniz fenerinin ışığını görebiliyordum, onu takip edersem karaya ayak basacaktım, azgın deniz izin verirse, çok geç kalmadıysam...


     - Beni samimiyetle sevebilecek birini bulma hayalini çoktan yitirmiştim, erkeklerin verdiği çiçekleri, hediyeleri ve paraları artık hiç vicdanım sızlamadan kabul ediyor, egomu ve sahte kimliğimi böyle besliyordum. Ömrümün sonuna dek aşkı tadamayacağıma emindim, zaten ne fark ederdi ki? Bana göre aşk ve güç aynı şeydi.


     - Bir çok aşk teklifini geri çevirdiğim doğruydu; bu konuda tecrübeliydim ve aynı şeyi tekrarlayıp sırf bir yuvanın sağladığı sözüm ona güven hissi uğruna hak etmeyen biri için ıstırap çekmek, vücudumu çok daha ucuza satmak istemiyordum.


     - Hayat bana neden bu kadar kısa zamanda bu kadar çok şey yaşattı, bilmiyorum.
     Zor anlara dayanıp dayanamayacağımı görmek için.
     Özümün sağlam olup olmadığını görmek için.
     Bana tecrübe kazandırmak için.


     - Tek bildiğim, ne kadar ürkütücü olsa da bu ormanın bir sonu olduğu; benim niyetim oraya ulaşmak.


     - Yılanı henüz küçükken, güçlenip bizi boğazlamadan önce öldürmek lazım.


     - Tellerin akordu bozuksa dünyanın en güzel melodisi bile bir faciaya dönüşür.


     - Kafesteki kuş özgürlük şarkıları söylese de tutsaktır.


     - Ne biçim bir cennetti bu, ilginç hiçbir şey gerçekleşmiyordu ki. Mutluluğun peşinde değildim ben, Fransızların la vraie vie yani hakiki hayat dedikleri şeyin peşindeydim; tarif edilmesi zor güzellikler ve derin bunalımlar, sadakatle ihanet, korku ve huzur arasında gidip gelen bir yaşam.


     - Geceleyin yatağımda aradım ruhumu seveni; aradım ve bulamadım. Kalktım ve şehirde gezinmeye başladım; sokaklarda ve meydanlarda aradım ruhumu seveni; aradım ve bulamadım.
     Muhafızlarla karşılaştım, şehirde devriye gezen; sordum onlara: Gördünüz mü ruhumu seveni?
     Yanlarından ayrıldım ve çok geçmeden buldum ruhumu seveni; sımsıkı sarıldım ona, bir daha da bırakmadım.


     - Yeter artık. Hayatım boyunca yakamı bırakmayacağına emin olduğum bir konuya daha fazla kafa yormanın bir anlamı yok.


     - Açık bir yarayı iyileştirmenin yolu yarayı kaşımayı hemen bırakmaktan geçiyor.


     - Bana kalırsa, sevgili Mata Hari, sizin hatanız da buydu. Senelerinizi dağın buz tutmuş tepesinde geçirince aşka olan inancınızı tamamen kaybettiniz ve onu kendinize köle etmeye kalktınız. Aşk kimseye itaat etmez ve sadece gizemini çözmeye çalışanlara ihanet eder.


     - Metanoia: Bazen pişmanlık ve nedamet anlamına gelir; yaptığımız hataları tekrarlamayacağımıza dair verdiğimiz söz, bir tövbe gibidir. Bazense bildiğimizin ötesine gitmeyi ifade eder, bilinmezle yüzleşmeyi simgeler, hatıralardan arınmış bir halde, sonraki adımı tahmin edemeden...


25 Ekim 2016 Salı

Deli Çocuğun Güncesi * Özgür Bacaksız

                                                    

     Merhaba kitap okuyan güzel insanlar :)

     Özgür Bacaksız'ın Deli Çocuğun Güncesi isimli kitabı uzun zamandır okumak istediklerim arasındaydı. Sayfa sayısı az olduğu için sıkmıyor, okumanızı tavsiye ederim. Gelelim kitapta altını çizdiğim kısımlara;


     - Bir tutam delilikti benimkisi, tüm yaşanmışlıklara inat.


     - Başına gelen onlarca şeye, kabuk tutmuş tarifi edilemeyen derin acılara ve hükmü kalmış bir geçmişe sürekli sövebilirsin, sitem edebilirsin. Ama görüyoruz ki küçük bir güzellik altında her şeye yeniliyoruz. Bir bebeğin bakışına, başka birisinin gülüşüne, vapurdan esen rüzgara, bir dokunuşa… Bunca varoluş nedeni varken bazı şeylere kızgın kalmak oldukça zor. Kalbin patlamaya hazırken ve kendini bir intihar notu gibi bırakmak isterken sevenlerinin o tatlı tılsımına yeniliyorsun. Sakinleşmeyi, tutunmayı özüne kazıyorsun… Sonrasında yağmur gibi akıp gidiyor her şey.. Gök gürültülü, sağanak… Ve sonrasında temiz bir sokak gibi.
     Sonsuz minnet duyuyorsun acılarına, salaklıklarına, deliliklerine, yaşanmışlıklara. Her an için...


     - Kötü bir şey midir duygu yoğunluğu? Kötü bir şey midir insanın her şeye alışması? Kötü bir şey midir gidenlerin arkasından bakmak?
     İnsan aldıklarıyla, çektikleriyle, yaşadıklarıyla deneyimli olur, gürültülü tepkileri zamanla yerini tepkisizliğe bırakır. Dinginleşir, alışır insan. Vakti zamanında bünyede “Yuh!” tepkisi yaratan bir olay, ileride gayet normal olarak karşılanır. İnsanın beyninde unutmak gibi bir kavram olduğu sürece insan her duygunun altından kalkar, her duygunun boyun­duruğundan kurtulur, her duygunun boşluğuna alışır. Kendisi buna alışamadım dese de kalp ve beyinde o artık her şeye alışmıştır. Bu bir bağışıklık gibi hayat boyu devam eder.
     Dostoyevski’nin de dediği gibi, “İnsan, her şeye alışan bir yaratıktır.”


     - Bir düşün başlangıcı, bir düşün bitişidir.


     - Bilinmeyen müzikler, bilinmeyen insanlar, bilinmeyen rüyalar lazım bazen insanoğluna...


     - Azizim, deli söylüyor diye değil ama bil ki; en büyük delilik, insanın kendi tımarhanesinden kaçmasıdır.


     - Kendimi yalnız hissettiğimde güvende olduğumu hissetmişimdir hep. Yalnız adamlar yalnızken düşünür, bu anlar hep hoşuma gider. Bu anlarda daha özgür oldugumu, daha özgüven sahibi oldugumu kendi kendime hatırlamışımdır hep. İnsanın kendinden kaçma sendromu tuhaf geliyordu bana Gerçekte hiç birşeyden kaçmayacak olan insan neden yerini ve kendisini terk ederki?
     Neticede her kaçış kendini yakalamaz mı? Her yol kendine çıkmaz mı?
     Yeter ki bir gece vaktı kendinle yüzleşmeyi göze al. Kendinden kaçmak daha çok acı verir, bazı şeyleri geciktirir yine de yol sana çıkar düşündügün şeye çıkar.
     Artan dürtüler sel olur. Daha çok akıntı verir modern dünyadaki ilk ruhsal ilaç insanın aynaya ve kendine bakmasıdır. Kendi yerini ve tımarhanesini, yalnızlığını, gerçeklerini bilmesidir, deli olduğunu kabullenmesidir. Bunun dışındaki her kaçış yine kendini arayıştır.


     - Bazen insanın itiraf edemeyeceği şeyler vardır, ya da yüzleşemeyeceği şeyler. Nereden geldiğini, ne zaman gittiklerini kendimiz bilemeyiz. Unutmak isteyip de unutamadıklarımız, yaşamış olup da yaşadığımızı hissetmediğimiz, mantığımızın kabul etmediği, yaşamamış olmayı istediğimiz şeyler bunlar. İnsanı durduk yere pişman eden şeyler.


     - Artık kısır döngü halini alır bu olay, yaptıkça kötü olur, kötü olduğunu gördükçe yaparsın. Onu ortadan kaldırmak istersin, ama yapamazsın. Her şeyiyle seni hissetmediğini düşünmek seni daha kötü yapar. Yapsan da yapmasanda işin içinden çıkılmaz bir sonuç ortaya çıkar.
     Son anda kazandığın şey, sana boyun eğmiş bir sevgili ya da sana veda etmiş bir sevgili olur.
     Şairde söylemiş zamanında: Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.


     - Acıtan kısım da bundan sonra başlar...
     Ne kadar sert ve agresif bir hayat sürersen sür, bir gün ılımlı ve sabırlı yaşamayı öğrenirsin.
     Ne kadar kızgın ve sinirli bir hayat sürersen sür, bir gün soğukkanlılıkla yaşamayı öğrenirsin.
     Bazı şeylere sabretmeyi bazı şeyleri kafaya takmamayı öğrenirsin.
     Hayat öğretir, hayat bekletir, hayat uslandırır.


     - Shakespeare'nin dediği gibi: "Yiğitçe alınmış bir yara, soylu bir yara, onurun ve soyluluğun nişanıdır."


     - Tüm düzeninize, aklınıza, hoşgörünüze, duygularınıza suskunluğumla haykırıyorum. Ama biliyorum bu da yetmeyecek. Nasılsa her gittiğim yerde kendimim. Siz olmayacağım.
     Sakinim, durgunum. Geçiyorum tüm şehirlerden, istasyonlara gidip ağıt yakıyorum. Çocukluk gülüşlerimden geçiyorum., sınırlarımı ziyaret ediyorum, içimdeki anlamsız konuşmaları dinliyorum.
     Ama biliyorum bu da yetmeyecek, niye ben de bilmiyorum?
     Yeryüzünde gözyaşı sınırsızdır, biliyorum. Ağlayacağım, bu bana yetecek. Ama niye ben de bilmiyorum?


     - Herkes kendi sihirbazlığını hayatının belirli anlarında gösterir, kimi kendisini kaybeder, kimi bir şapkaya saklanır, kimi düşlerine. İyi bir sihirbaz olma yolunda günden güne yeni numaraları öğrenirler... Ama  en iyi numaralarını asla açıklamazlar.
     Bir de saklanamayanlar vardır, ulu orta açıktadırlar, kalabalıklar arasında hemen kendilerini belli ederler. Rezil ederler kendilerini, şovlarını hiçbir zaman gerçekleştiremezler. Suçlu değiller, sadece şanssızlar.
     Hayatta nelerin yıkılmasına dayanabileceğinize ve neleri muhafaza etmeniz gerektiğine karar vermelisiniz. Bunun için yeri geldiğinde sihirbaz da olmalısınız...


     - Her şey en ufak farklılıkla gelir, sıradan olmak, sıradan seslere aldırmak sıradan insanların durumudur. Senin özünü ortaya çıkarmayan, özünü engelleyen her mekandan kaç. Kafanda ve hayalinde inşa ettiğin kuleyi yıkmak isteyenlerden uzaklaş.
     Başkaları kendi yaşadıkları korkulardan senin de korkmanı bekler. Uzaklaş tüm korkulardan, insanın hayatı yaptığı seçimle belirlenir. Hırs yapmadan yavaş yavaş süzül...
     Kimse, senin sorularını cevaplayamaz, cevaplamamalı. Eğer biri bunu yapmaya kalkarsa, oradan hızla kaç. Bu soruları sen cevaplamalısın.
     Arada bir vites değiştir, özünü bul.


     - Bazen uygun bir kelimeyi bulmak için aylarca bekleyebilirsin.
     Bazen ufak bir şans için tüm şanssızlıkları görebilirsin.
     Bazen mutlu olmak için tüm mutsuzlukların tadına bakabilirsin.
     Bazen iyi bir an için kötü anlara razı olabilirsin.
     Bazen bir kişi için yüzlercesine inanabilirsin.


     - Karanlıkta batıp giden tayfalar gördüm, hazin hikayerlere daldım, sert dalgalar altında kaldım. Sebepsiz gidişler gördüm. Fırtınaların hükmettiği gecelerde usanmadım yalnızlıktan. Gözlerimi örttüm, her siyah gölgelerde yansımalarla can çekiştim. Kalbimin ve zihnimin küllerini hatıra bıraktım. Kimse bilmez aslında...
     Kimse bilmez o gecelerde ne oldu, ağır taşlara çarptığımız geceleri kimse bilmez. İliklerimize kadar çektiğimiz o taze acıyı. Engin karanlıklarda yuvarlanıp giderken durduramazdı kimse. Kitapların sayfalarını koparıp güzyaşlarımızı sildiğimiz günleri kimse bilmez. Kayığı düştüğünde her yavan dalganın ağzında bir lokma olmak, uçurum ikliminde yaşamak ah!
     Ah! Hepsi gitti. Şu kasvetli hikaye benimdi, ama helak oldu hepsi.
     O dipsiz nehirlerden durgun denizlere çıktık sevgili anacığım! Seferlere çıkıyorum gülerek, okyanuslara başkaldırıyorum. Tüm kaybolmuşlar adına, tüm yaşamamışlar adına!


     - Sorun etmezdim uzaklığı da, ilham verirdi bana insanlara uzak olmak. Daha çok vaktim olurdu, daha çok ağlardım, daha çok öğrenirdim, okurdum. Daha çok görürdüm dünyayı. Beni iyileştirecek bir şeyler bulmaya çalışırdım, yalnızlık ahtapot gibi ellerini açıp çekse de içine, hiç pes etmezdim.Yirmili yaşlarımdan sonra herhangi bir şey yazmaya veya yapmaya karar verdiğimde içimde bir güvensizlik hissi oluşurdu, zamanla anlardım ki güvenecek tek gerçek, kendi gerçeğim. Şimdi öğrendiklerim güven vermese de kendi gerçeklerim tek avuntum...
     Tuttuğum kalem boş sayfaları tek tek dolduruyor, zamanında yakılmış, yıkılmış tüm gerçekleri, boş kalmış tüm hüzün tarlalarını, yarım kalmış sayfaları...
     Artık yüreğim hassas, yazıların üzerine damlalar da düşebiliyor. Sorun etmiyorum, bir şey uğruna çaba harcıyorsan bazı şeylerin gözden akması iyidir. Teşvik edilmeye ihtiyaç duyar insan, damlalar ilaçtır, ihtiyaçtır.


     - Belki de iyi biz huzur için, şimdilik kırıp-döküp, ağzına sıçmak lazım hayatın. Daha kötüye gide gide, en iyisi ortaya çıkar. Defans yapmayın Tsubasalar! Apansız kontraya çıkmalı!


     - Görülecek, işitilecek, tadılacak, okunacak, yazılacak, yapılacak o kadar çok şey birikiyor ki içimde, bundan sonra hayatımın bütün bunlara yetişmeyeceğinden korkuyordum, insanların iç sesime ve kalbime zarar vermesinden, kabuğumu kanatmalarından duyduğum korkuyu unutmak için verdiğim bu savaş bu acı kanıma karışmıştı, hissediyordum.
     Sonra La Bruyere'nin bir sözü geldi aklıma: Yaşam boyunca bazen bizden saklanan öyle değerli zevkler, öyle tatlı verilmiş sözler vardır ki, bunların bize bağışlanmasını en azından dilemek bile çok doğaldır. Ancak erdem yoluyla bunlardan vazgeçildiğini bilmekle geride bırakılabilir bu büyük çekicilik.
     Kalbimin bunca acısına ve nefes darlığıma, içimde akan kana, beynimdeki prangaya, çektiğim bunca kedere ve tüm sevdiklerime, iki damla gözyaşıma rağmen ben erdemi seçmiştim.
     Ve tüm erdemimle her şeyden vazgeçmiştim.
     Her canlı huzurlu olma yeteneğine az ya da çok sahipti, her canlı huzura doğru ilerlemeliydi.
     Ve tüm erdemimle ilerledim...


     - Hayat, mutsuzlukların ardından açan gökkuşağından ibaret.


     - En iyi sevgi, insanın eski mutsuzluklardan kaçmak için değil de, yeni mutluluklara kavuşma umuduyla beslediği sevgidir.


     - Bazen gerçekler yalandan daha çok acıtırdı canımı. Basit gerçeklerdi hep hayatımı karıştıran, acı veren. Bunları bilmek, bunları düşünmek, bunlarla yaşamak narkozu olmayan dünyama zarar veriyordu. İçimde Kafka'nın ruhunu taşımak, paragraflarıma bir palyaçonun boyalı gözyaşlarını döküyordu.
     Bu anlar geçip gidiyor ve hemen köşede acımasız, adi gerçekler sinsice yeniden ruhuma yapışıyordu. Hiç kimsenin gerçeğimi öğrenecek kadar yakınıma sokulmasına izin vermiyordum. Süslü yalanlarla güçlü gerçekler arasında doğru ayrımı yapan ruhum sefilleri oynuyordu.
     Bazen seçme şansım bile olmuyordu bu gerçekleri, birleşip bir hortum gibi içlerine alıyorlardı beni. Hiçbir şey zaman kadar gerçek değildi. Kurduğum düşler, sevinçlerim, duygularım hiçbir zaman gerçek değildi. Daha derinlere saklanıyordum.
     Biliyordum, korkmak istediğim, kurtulmak istediğim şeyin adını tam olarak bilsem kurtulacaktım bundan, ama hep böyleydi işte, gerçekler isimsiz dolaşırlardı, kalbime, düşüncelerime, ruhuma konarlardı. En beklenmedik anda ağlatırdı bu gerçekler beni, apansız bir gecede şizofreniyi oynatırlardı. Varlıklı oldukça, düşündükçe ruhumun öfkesini körüklerdi.
     Düş kırıklığımın temelinde aslında hep aynı şey vardı: İsteklerim gerçekliğin o yıkılmaz duvarına çarpıp, parçalanıyordu. (İçimdeki Kafka)


     - "Yarından korkmamızın nedeni; şimdiki zamana sadık kalamama ve eylemsiz geçirdiğimiz davranışlardır. Oysa gününde bir şeyler diken, gelecekte meyvesiz kalmaz. Gelecek beklentisinin duygusal ve normatif olarak iki ideal tipi vardır. Pozitif beklentiden iyi duygularla güvenle iyi bir gelecek hedeflenir. Negatif beklenti ise önemli bir gelecek kaygısı ile, cesaretsizliğe bağlı olarak endişe ve kuşkunun artmasıdır." Höffe


     - Ne anlatsak bizi anlamazlardı, karamsarsınız derlerdi.
     "Bağışlayın!" derdik. "Gerçeklik ve ona giden yollarla hiç işimiz olmadı."
     Sonra susardık hep beraber, yıldızlara bakardık. Son kez Dostoyevski'ye hak verir gibi:
     "Ah Sonya!... Aşağılık insanoğlu her şeye alışır merak etme!"


     - O iyi insanlar gibi atıma binip gidesim vardı... Gidemedim...


     - Jimi Hendrix'in dediği gibi: "Ben özgür?! Pekala, ben özgürsem, bu hep koştuğumdandır.  Kendimi, toplumun değer yargılarından kaçan biri olarak görmek istemişimdir. İnsanlara imza atmaları için güç kullanan, onlara hoşça vakit geçiren kızlarla tanışmak isteyen bir toplum onlar. Saçlarımı kestiğimde, saçlarını neden kestirdin diye sorarlar. İşte bunlar insanı çıldırtan şeyler. Sonra kendi kendime sorular sormaya başladım: Çok fazla mı solo söyledim? O kıza teşekkür mü etseydim? Yorgunum. Fiziksel olarak değil, zihinsel olarak. Saçlarımı arkaya doğru uzatacağım. Arkada saklanacak bir şeyler var.”


     - Tepenin üstünde bir taş düşünün, bin bir şartta, zorlukta, doğal olaylarla o tepeye vardı, çıktı. Ama bir anda yuvarlanıp gidebilir değil mi? Duygularınızdaki işçilik de böyledir. Siz en zor olanı en tepeye çıkarırsınız, bir gün yuvarlanır gider.


     - "Bir insan bütün dünyayı kazanıp kendi ruhunu kaybederse ne kazancı olur?" Lev Tolstoy


     - Bazı insanlar tektir, tek yaşar, tek görmek ister hayatı.
     Bazen gruplardan, kalabalıklardan daha tehlikelidir, etkilidir bu insan tipi. Kimseye verecek hesabı yoktur, riskleri sever, hatta sonucunu üstlenir, bedelini de kendi öder.
     Kimseye bağımlı değildir, onu anlamak zordur, kimliğini bilmek daha zordur.
     Gizeminden ve sırlarından tesadüf sonucu yakalanmadıkça kimsenin onu ele geçirmesi söz konusu değildir. Öyle amaçları ve arayışları vardır ki, bunlarda biraz değişikliğe gitse tüm kişiliğini yerlere atar. Etkisini ve karar gücünü yalnızlığından aldıkça tekdüzelikten her zaman kurtulur.


     - Hiçbir şey umut etmiyorum
     hiçbir şeyden korkmuyorum
     ben özgürüm... Nikos Kazancakis


     - Zordu gerçekçi insanlarla anlaşmak, sırf bu yüzden zor anlaşırlardı bizimle.


     - Ve gitmek
     Daima bir cevaptır bu dünyaya...                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                        

16 Ekim 2016 Pazar

Bir İdam Mahkumunun Son Günü * Victor Hugo



     - Manevi acının yanında fiziksel acı nedir ki!


     - Acaba affedilir miyim? Affedilmek mi? Kim tarafından ve neden? Nasıl? Bana acınması imkansız, tersine "İbret olsun!" diyecekler.


     - Ah! Zavallı hayalperest, önce seni hapseden üçayaklık kalın duvarı yık! Ölüm! Ölüm!


     - Şimdi sakinim. Her şey bitti, iyi bitti. Müdürün ziyaretinin beni soktuğu korkunç endişeden kurtulmuştum. Çünkü itiraf ediyorum, hala ümit ediyordum.
     Şimdi, çok şükür ki, artık ümit etmiyorum.


     - Bir kaçma şansı! Tanrım! Herhangi bir yol! Kaçmam gerekiyor! Bu şart! Hemen! Kapılardan, pencerelerden, çatıdan! Nereden olursa olsun!
     Ah! Şeytanlar! Lanet! Bu duvarı en iyi aletlerle bile oymak için aylar gerekirdi, benim ne bir çivim, ne de bir saatim var.


     - Belki onu bu şekilde reddetmekte haksızım, belki o iyi, ben kötüyüm. Ne yazık! Bu benim hatam değil. Bu benim çürümüş ve zayıf düşmüş, tamamen mahkum soluğum.


     - Ben sessizliğimi koruyordum.
     Annem bana:
     -Hiçbir şey söylemiyorsun, üzgün görünüyorsun, dedi.
     Oysa kalbimde cenneti hissediyordum.
     Bütün hayatım boyunca hatırlayacağım bir akşam...
     Bütün hayatım boyunca!

15 Ekim 2016 Cumartesi

Sputnik Sevgilim * Haruki Murakami

   


     Kısa bir aradan sonra tekrar Merhaba.

     Uzun zamandır aklımda olup da bir türlü okuyamadığım yazarlardan biri olan Haruki Murakami'yi sonunda okudum, ve çok sevdim. Severek okuyacağım yazarlar listesine hızlı bir giriş yaptı.

     Sputnik Sevgilim de kurgusu ve anlatımıyla sıkmıyor, keyifle okunuyor.

     Franz Kafka'yı çok sevdiğim için sırf adından ötürü Murakami'nin Sahilde Kafka'sını okumak istiyorum. Bu kitaptan sonra okuyacağım ikinci kitabı Sahilde Kafka olacak.

     Gelelim Sputnik Sevgilim kitabında altını çizdiğim beni etkileyen cümlelere;

     - Hayat ne denli çok seçenek sunacak olursa olsun onun gitmek istediği tek bir yol vardı: yazar olmaya giden yol. Edebiyat tutkusu ile arasına hiçbir şey giremezdi.


     - Yine de sıradan bir genelleme yapacak olursam, mükemmel olmayan yaşamlarımızda boşa harcanmış zamanların da yeri önemli değil midir? Eğer bu mükemmel olmayan yaşamlarımızdan bu tür boşa harcanmışlıkları çıkaracak olursak, yaşamlarımız mükemmel olmama özelliğini bile yitiriverir.


     - Bir kez konuşmaya başladı mı susmak bilmezdi, ama aklının uyuşmadığı kişilerin yanında (diğer bir deyişle dünyadaki insanların tamamına yakını karşısında) ağzını bıçak açmazdı. Aşırı miktarda sigara içer, ne zaman trene binecek olsa biletini kaybederdi. Aklına bir şeyler takılmayagörsün yemek yemeyi bile unuturdu.


     - “İnsan yaşamında bir kez olsun vahşi tabiatın içine karışmalı, ne kadar sıkıcı olursa olsun sağlıklı bir tek başınalığı deneyimlemeli. Tamamıyla kendine bel bağlamak zorunda olduğunu keşfedip, sonrasında kendi içindeki gerçeği, içinde gizlenmiş gücü öğrenmeli.” Kerouac - Yalnız Gezgin


     - Bach - Kahve kantatı


     - Orada derin bir sessizlik ve yalnızlık vardı. Zihni, bir kış gecesindeki gök kadar berraktı. Büyükayı ve Kutupyıldızı da kendi yerlerinde sabit halde parlamaktaydı.
     Yazması gereken pek çok şey vardı. Anlatması gereken bir sürü öyküsü. Tek bir doğru çıkış kapısı bulabilse, tutkulu hisleri ve düşünceleri lav gibi fışkıracak, oradan da entellektüel açıdan dolu dolu, orijinal eserler ardı ardına doğacaktı. İnsanların dikkati ansızın ortaya çıkan bu “alışılmadık yeteneğe sahip yeni yazar” üzerine çekilecekti. Gazetelerin kültür sayfalarında yüzünde havalı gülümsemesiyle fotoğrafları basılacak, editörler onu dairesinde ziyaret etmek için yarışacaklardı. Ancak ne yazık ki, bunların hiçbiri olmuyordu. Gerçekte olan, sadece başını ya da sonunu yazdığı yazılarıydı ama henüz bunlardan bütün bir eser çıkaramamıştı.


     - Puccini - La bohème


     - Atasözünde dendiği gibi, iyi şeylerin yetişmesi zaman alır.


     - “ Biliyor musun, kafamın içi yazmak istediklerimle dolu. Akıl almaz büyüklükte bir ambar orası” demişti Sumire. “Bir sürü imge, manzara, parça parça sözcükler, insan suretleri… hepsi beynimin içinde göz kamaştırıcı şekilde parlıyorlar, capcanlılar. Bana ‘Yaz hadi!’ diye bağırdıklarını duyup, oradan mükemmel bir hikaye çıkacak diye düşünüyorum. Yeni bir yere gidiyormuş duygusuna kapılıyorum. Ama masa başına geçip yazmaya kalkışınca önemli bir şeylerin yitip gittiğini anlıyorum. Kristalleşemiyorlar sanki, çakıl taşları gibi öylece kalakalıyorlar. Ve ben de hiçbir yere gidemiyorum.”


     - “Bende temelde bir şeyler eksik demek ki, yazar olmak için sahip olmam gereken, çok önemli bir şeyler.”


     - “Senin cinsel isteksizlik durumunla ilgili bir şey diyemem tabii” dedim. “ “O kıyıda köşede bir yerde gizleniyor da olabilir. Ama aşık olmak akıl almaz bir şeydir. Aşk bir anda seni ele geçiriverir. Belki de yarın olur bu.”
     Sumire, bakışlarını gökyüzünden bana doğru çevirdi. “Kasırga gibi mi?”
     “Öyle de denebilir.”


     - Beethoven Sonata N° 32 Daniel Barenboim


     - Myu güldü. “Sakıncası yoksa kendinden söz eder misin bana? Demek istediğim, ne tür becerilerin var? Çokca roman okuyup bolca müzik dinliyor olmanın dışında?”
     Sumire, bıçakla çatalı sessizce tabağa bıraktı, masanın üzerindeki boşluğa bakarken kendini düşündü.
     “ Becerikli olduğum şeylerden ziyade, yapamadıklarımı sıralasam daha hızlı olabilir. Yemek yapamadığım gibi temizlik yapmak da gelmez elimden. Evim dağınıktır, sık sık eşyalarımı kaybederim. Müziği severim ama müzik kulağım hiç yoktur, şarkı söyleyemem. Çok beceriksizim, bir çivi bile çakamam. Yön duygum felakettir, sağımı solumu bile sık sık birbirine karıştırırım. Çok sinirlenince bir şeyleri kırma eğilimim vardır. Bu bir tabak, kurşunkalem ya da çalar saat olabilir. Sonra pişmanlık duysam da o an bunu yapmaktan kendimi alamam. Tek kuruş birikimim yok. Sebepsiz yere sıkılganım ve neredeyse hiç arkadaşım yok.”


     - Ben bu kadına aşık oldum. Bir anda farkına vardı Sumire. Şüphe yok (buz soğuktur, gül kırmızı). Ve bu aşk beni sürükleyip bir yerlere götürmeye çalışıyor; öyle güçlü bir akıntı ki ondan kendimi korumam neredeyse olanaksız. Bana tek bir seçme hakkı bile verilmiş değil çünkü. Sürüklenip götürüldüğüm yer bugüne değin hiç görmediğim özel bir dünya olabilir. Belki de çok tehlikelidir. Orada gizlenmiş olan şeyler beni derinden, öldürücü şekilde yaralayabilir. Şimdi sahip olduğum her şey elimden çıkıp gidebilir. Ama artık dönüş yok. Kendimi bu akıntıya bırakmak dışında bir şey yapamam. Yanıp kül olsam da, yok olup gitsem de.


     - “Sen göründüğünden de tuhafmışsın.”
     “Her insan biraz tuhaftır.”
dedim.


     - “Saçma esprilerin yakıt olarak kullanıldığı bir araba icat edilirse, sen çok uzaklara gidebilirsin.”


     - “Her konuda böyledir; en faydalı bilgi, deneyimleyerek ve bedelini ödeyerek edindiğindir. Kitaptan edindiklerin değil.”

     - “Aklına estiği gibi yaşayan, bencil biri olduğumun farkındayım. Ama aklım karışmazdı. Bazı yanlışlar yapsam da, genel söyleyişle ifade edersem, doğru yolu bulacağıma inanıyordum.”


     - “Bazen çok tatlı olabiliyorsun. Noel, yaz tatili ve yeni doğmuş yavru köpeklerin toplamı gibi.”


     - “Onun yanında kulağımın içindeki o kemik çın çın çınlıyor. İnce deniz kabuklarından yapılmış
bir rüzgar çanı gibi. Bunun cinsel arzu olmadığını söylüyorsan, benim damarlarımda dolaşan
da domates suyudur o zaman.”


     - Ancak ben “hassas” insanların başkalarını incittiklerini defalarca gördüm. “Dürüst ve açık” insanların, istediklerini almak için işlerine geldiği gibi davrandıklarını gördüm. “Karşısındakinin yüreğindekileri anlamakta becerikli” olan kişilerin hiç de işten olmayan övgülere kolayca kandırıldıklarını gördüm. Bu durumda bizler kendimiz hakkında gerçekte ne biliyor olabiliriz ki?


     - Belki de bu yüzden, gençliğimin ortalarında, bir noktada, kendimle diğerleri arasında gözle görünmeyen bir sınır çekmiştim. Fark gözetmeksizin herkesle arama bir mesafe koyup, bu mesafenin kısalmamasına dikkat ederek karşımdakinin tavırlarını gözledim. Söylenenleri olduğu gibi almadım. Bu dünyada sınırsız bir tutku duyduğum şeyler sadece kitaplar ve müzikti. Ve doğal olarak da yalnız bir insana dönüşmüştüm.


     - Yoktu isteği
     Zamanın yığdığı
     Çöp dağının altında
     Gömülü olanları eşelemeye
- Yevgeni Onegin


     - Ne kadar konuşursak konuşalım hiç bıkmazdık. Konuşacak konu sıkıntısı çekmezdik. Sevgililerden bile daha tutkulu ve içtendi sohbetlerimiz. Romanlardan konuşurduk, dünyadan, etraftaki manzaradan, lisandan.
     Onunla sevgili olmanın ne harika bir şey olacağını düşünmüşümdür hep. Tenimde onun teninin sıcaklığını hissetmek isterdim. Mümkün olsa onunla evlenip birlikte yaşamayı bile isterdim.


     - “Birinci sorun, bunun ne tür bir kurmaca olduğunu henüz bilmiyor olman. Henüz konuyu bilmediğin gibi, tarzın da belirsiz daha. Bildiğin tek şey, ana karakterin adı. Buna rağmen, ben dediğin kişiyi gerçekçi bir halde oluşturmaya çalışıyorsun. Biraz zaman geçince, bu yeni kurmaca seni korumak için harekete geçecek ve sen yeni dünyanın görüntüsünü görebilir hale geleceksin. Ama henüz bu durumda değilsin. Doğal olarak tehlikeli bir noktadasın.”
     “ Demek istediğin, benim eski şanzımanımın çıkarıldığı ve yenisinin henüz yerine tam olarak oturtulmadığı. Ancak motor tıkır tıkır çalışmakta. Bunu mu kastediyorsun?”

     “Böyle de diyebilirsin.”


     - “ Bir tehlike olduğunu ben de biliyorum. Nasıl ifade edebilirim acaba? Bazen çok daralıyorum. Sanki bütün yapı darmadağın olmuş. Çekim gücüyle artık bağın kalmamış, uzayın kapkara boşluğunda tek başına savruluyormuşsun gibi bir duygu. Hangi yöne gittiğimi bile bilmiyormuşum gibi.”


     - Mack the Knife-Bobby Darin


     - “Groucho Marx’ın harika bir şarkı sözü var” dedim. “She’s in so love with me she doesn’t know anything. That’s why she’s in love with me.”


     - İdeal bir yaz tatili geçirme biçimiydi bu benim için. Sıcak, tek başına ve özgür; kimseyi rahatsız etmeden, kimseye rahatsızlık vermeden.


     - Hani sen deliksiz uyurken birisi çıkıp gelmiş, seni önce parçalara ayırmış, sonra da hızlı bir şekilde parçaları birleştirmiş gibi bir duygu desem anlaşılır olur mu? Anlıyor musun beni?
     Ne kadar bakarsam bakayım ben kesinlikle kendimim ama her zaman olduğum halimden
farklı duyumsuyorum kendimi. Ama “her zaman” nasıldım, bunu hatırlamakta güçlük
çekiyorum. Uçaktan indiğimden beridir, bu son derece gerçekçi, parçalara ayrılıp
birleştirilmiş olma yanılsamasından -muhtemelen bu bir yanılsama değil mi? -
kurtaramıyorum kendimi.


     - Ama emin olduğum bir şey var; sen burada olsaydın her şey daha iyi olurdu. Senden uzaklara gidince - Myu ile birlikte olsam dahi - kendimi yalnız hissediyorum. Daha da uzaklaşırsam, çok daha yalnız hissederim mutlaka. Umarım sen de aynısını hissediyorsundur.


     - “Ben olsam o pası vermezdim” diyeceğim tarzda pasları gördükçe başımı sağa sola sallayıp iç çektim. İnsanın, hiç tanımadığı birinin hatasını eleştirmesi çok kolay bir şeydi ve kendini iyi hissettiriyordu.


     - O çok ama çok uzaklardaydı. Bundan sonra da benden uzaklaştıkça uzaklaşacaktı. Böyle düşünmek beni hüzünlendirdi. Rüzgarın delice estiği bir gecede, yüksek bir taş duvara nedensizce, ne yapacağını bilmez bir şekilde, öylece tutunan anlamsız bir böcek gibi hissettim kendimi. Sumire benden uzaklaşıp, “Yalnızım” diyor. Ama onun yanında Myu var. Benim kimsem yok. Benim, kendimden başka kimsem yok. Her daim olduğu gibi.


     - Böyle zamanlarda hep duyumsadığım bir şeydi; dünyada benden daha acınası biri yoktur diye düşündüm.


     - Eski günleri hatırladım. Gençliğim (diye adlandırılması gereken dönemim) acaba bittiğini ne zaman haber vermişti bana? Peki, bitmiş miydi gerçekten? Daha kısa bir süre öncesine değin, hiç kuşkusuz tam bir yetişkin de sayılmazdım. Huey Lewis and the News’un birkaç parçası hit olmuştu.Bir kaç yıl öncesinin olaylarıydı bunlar. Ve ben şimdi buradaydım işte, kapalı bir çember içindeydim. Aynı yerde dönüp durmaya devam ediyordum. Hiçbir yere varamayacağımı biliyor ve buna engel olamıyordum. Ama devam etmek zorundaydım. Devam etmezsem hayatta kalmayı başaramazdım ki.


     - Ancak bunun arzu edilen türde bir şey olmadığı kesindi. Ne kadar arzu edilmeyen bir şeydi, işte asıl sorun buydu. Ne var ki, sabah olana değin elimden bir şey de gelmezdi. Sandalyeye oturup masaya iki ayağımı uzattım, kitap okuyarak gündoğumunu bekledim. Gün, doğmak bilmedi.


     - Onunla birlikte geçirdiğimiz zamanlar, bulunduğumuz çeşitli mekanlar, eski dönem belgesel filmleri gibi bölük pörçük canlandı zihnimde.


     - Her ikimiz de bilgelik denen şeye sahip değildik ve bunu telafi edebilecek bir yeteneğimiz de yoktu. Kendimizi dayandırabileceğimiz bir temel de yoktu. Bizler sonsuz sıfırlar gibiydik. Bir hiçlikten bir diğerine sürüklenen zavallı varlıklardık.


     - Gençliğimden beri tek başıma yolculuk etmeye alışkınım, ne kadar yakın olsak da, her gün sabahtan akşama dek bir başkasıyla burun buruna olmak benim için oldukça zor bir şey.


     - Dünyanın bir ucundayım, sessizce oturuyorum ve beni kimse görmüyor.


     - Buradan hiçbir yere kımıldamak istemiyorum, diye düşünüyordum. Hiç bir yere gitmek istemiyorum. Hep böyle kalmak istiyorum.


     - Arılar önceki müşterinin masaya döktüğü reçeli yalamakla meşguldüler.


     - Bütün güzel şeyler bir gün mutlaka biter.


     - O hala bir çocuk, diye düşündü. Yalnız ve korkmuş; birinin sıcaklığını istiyor. Tıpkı çam ağacının dalına tutunmuş yavru kedi gibi.


     - O zaman anladım; biz harika yol arkadaşlarıydık, ancak sonunda her birimiz kendi rotasında gidecek yalnız bir metal kütlesinden başka bir şey değildik. Uzaktan bakınca kayan yıldızlar kadar güzel görünüyorduk. Gerçekte ise, tek başımıza uzaya hapsolmuş, hiçbir yere gidemeyen tutsaklar gibiydik. Ancak iki uydunun yörüngeleri tesadüfen kesişince bir araya gelebiliyorduk. Hatta birbirimize duygularımızı bile açabilirdik. Sadece bir anlığına. Hemen sonraki an ise mutlak bir tek başınalığa doğru savrulacaktık. Günün birinde yanıp yok oluncaya dek.


     - Sumire ağlaya ağlaya iyice içini boşalttıktan sonra hiç tereddüt etmeden doğruldu yatakta, yere düşmüş pijamasını alıp giydi. Sonra, bir süre tek başına kalmak istediğini söyledi ve kendi odasına döndü. Düşünürken çok derinlere dalma e mi? Yarın yeni bir gün başlayacak ve her şey eskisi gibi devam edecek, dedim ona. Öyle tabii, dedi Sumire.


     - Yarının bugünden daha iyi olacağı umudu, ne yazık ki pek yoktu. Ancak durum ne olursa olsun, şimdi bunları düşünmenin de hiçbir yararı yoktu. Gözlerimi kapattım, derin bir uykuya dalmışım.


     - Bu sahil tek başına gelmek için aşırı sessiz ve aşırı güzeldi. Bu da bana ölümü çağrıştırdı.


     - Bir beklenti içine giriyor; heyecan, vazgeçiş, kararsızlık, kargaşa, korku hissediyor. Duyguları kabarıyor, sonra yatışıyor. Bir an her şey iyi gidecek diye düşünürken, bir sonraki an ne var ne yoksa mahvolacak gibi bir duyguya kapılıyor. Ama sonuç olarak, işler iyi gitmemişti işte.


     - “Birisi vurulunca kanı akar.”


     - Saat… sabahın dördünü biraz geçiyor. Gün henüz aydınlanmadı. Masum keçiler huzurla, bir arada uyumaktalar. Pencerenin dışında sıralanmış zeytin ağaçları bir süre daha karanlıktan besinlerini içmeye devam edecekler. Ve her zamanki gibi ay var. Ay, soğuk çatıların üzerinde asılı, kasvetli bir rahip gibi, iki avucunu uçsuz bucaksız denize doğru uzatmış.
     Dünyanın neresinde olursam olayım, günün bu zamanını, diğer tüm zamanlardan daha çok seviyorum. Bu sadece bana ait bir zaman. Ve ben, bu masada oturmuş, yazıyorum.
     Birazdan gün doğacak. Annesinin koltukaltından (sağ kolu muydu, yoksa sol kolu muydu acaba?) doğan Buda gibi, güneş yeniden dağın köşesinden yüzünü gösterecek.


     - Bu beni yabancılaştıran rahatsızlık, ilkokuldan mezun olduğumda epey azalmıştı. Etrafımdaki dünyanın düzenine ayak uydurmayı bir nebze öğrenmiştim. Ama bu uçurumu üniversiteyi bir yarıda bırakıp dünyayla resmi ilişkilerimi kesinceye dek hep içimde hissettim. Çalıların arasındaki sessiz bir yılan gibi.
     Burada beyan ediyorum:
     Ben bir günden diğerine sözcüklerle kendimi onaylıyorum.
     Öyle değil mi?
     Aynen öyle!


     - Ben, diğer bir deyişle, düşünmek denen şeyi - bu elbette benim kişisel olarak tanımladığım haliyle düşünmek- bıraktım.


     - Otlaktaki otlar ne denli uzarsa uzasın artık umurumda değil. Ot kümelerinin üzerine sırtüstü yatarak gökte sürüklenen beyaz bulutları izliyorum. Kaderimi o bulutların sürüklenip gidişine bırakıyorum. Keskin ot kokusuna, esen rüzgarın fısıltısına teslim ediyorum yüreğimi. Ne bilip ne bilmediğimi -hatta bunların arasındaki farkı bile- artık hiç mi hiç umursamıyorum.


     - Şimdi konumuza dönelim. Fazla zaman yok, durup kaybedecek vakit de. Lotte Lenya’yı bir kenara bırakalım. Metafor kullanacak zaman da yok. Daha önce de yazdığım gibi, içimizde “bildiğimiz” ile “bilmediğimiz" (bildiğimizi düşündüğümüz) şeyler önlenemez biçimde bir arada bulunuyor. Ve insanların çoğu bu ikisi arasına kullanışlı bir set çekip yaşıyorlar. Böyle yaşamak daha rahat ve elverişli oluyor. Ama ben bu seti yıkıyorum; bunu yapmak zorundayım. Setlerden nefret ediyorum; ben bu tür bir insanım!
     Bir kez daha Siyam ikizlerini örnek vereceğim; onların her zaman birbirleriyle uyumlu oldukları söylenemez. Sürekli birbirlerini anlamaya çalışıyor olamazlar. Hatta aksi durumlar çok olmalı. Sağ elin sol elin yapmaya kalkıştığı şeyden haberi olmadığı gibi, sol elin de sağ elden haberi olmaz.
     Aklım karışıyor, bakış açımı kaybediyorum. Sonra bir şeye çarpıyorum. Pat diye.
     Bir başka deyişle, söylemek istediğim, insan “bildiği (ya da bildiğini düşündüğü) şeyler” ve “bilmediği” şeyler arasında bir uyum sağlamaya çalışacaksa, duruma göre etkili bir önlem alması gerekir. Bu önlem -evet, aynen öyle- tam da düşünmektir işte. Eğer böyle yapılmazsa, her şeyden önce lanetli bir “çarpışma”ya doğru gidiyoruz demektir.
     Soru.
     Peki o halde insan hem ciddi bir şekilde düşünmemek (çimlere uzanmış, onların boy atma sesini dinleyip gökteki beyaz bulutları izlerken), hem de çarpışmadan (küt!) kaçınmak için ne yapsa iyi olur? Bu zor mudur? Hiç de değil; Teorik olarak söylersem, bu basit bir şeydir. C’est simple. Yanıt, rüya görmek. Rüya görmeye devam etmek. Rüya alemine girip oradan çıkmamak. Sonsuza dek rüya aleminde yaşamak.
     Rüyadayken, bir şey ile diğeri arasında ayırım yapma gereği duyulmaz. Hem de hiç. Zaten baştan itibaren orada bir sınır çizgisi yoktur. Bu yüzden rüyada çarpışma diye bir şey neredeyse hiç olmaz, hadi oldu diyelim, bu durumda acı duyulmaz. Ama gerçek, farklıdır. Gerçek, dişini geçirir sana.
     Gerçek. Gerçek.
     Sam Peckinpah’ın yönettiği Vahşi Belde adlı film gösterime girdiğinde bir kadın gazeteci, basın toplantısında elini kaldırıp bir soru sormuştu, “Filminizde neden o kadar çok miktarda kan gösterme gereği duymuştunuz?” diye; kadın kızmış gibiydi. Filmde oynayan aktörlerden Ernest Borgnine sıkıntılı bir yüz ifadesiyle yanıtlamıştı: “Hanımefendi, birisi vurulunca kanı akar.” Bu film, Vietnam Savaşı’nın en sıcak zamanında çekilmişti.
     Ben bu repliği seviyorum. Muhtemelen gerçekliğe dayandığı için. Anlaşılması güç bir şeyi, anlaşılması güç bir şey olarak kabul etmek. Sonra kan akması. Ateşli silah ve akan kan.
     Birisi vurulunca kanı akar.


     - 
Benim sesli olarak düşünme yöntemim bu işte. Burada hiçbir etik sorumluluğum yok. Ben… hımm, düşünüyorum sadece. Uzun bir süredir hiçbir şey düşünmemiştim. Ama şimdi düşünüyorum. Sabaha dek düşüneceğim.
     Her ne kadar bunları söylesem de, her seferinde o tanıdık, sıkıntı veren şüpheden kurtaramıyorum kendimi. Tüm zaman ve enerjimi tam anlamıyla işe yaramaz bir şey için mi kullanıyordum yoksa?
     Yağmurdan sellerin bastığı, herkesin sıkıntıya düştüğü bir yere, ben ağzına kadar dolu bir su kovası mı taşıyordum acaba? Delice gayret etme çabasından vazgeçip kendimi doğal akışa öylece bırakmalıydım belki de, öyle değil mi ama? Çarpışma. Çarpışma da neymiş?


     - Gün doğmadan önceki bu değerli zamanı daha yararlı bir şekilde kullanmak istiyorum. Ne kullanışlı ne değil buna karar vermek, başka bir yerlerdeki başka birinin işi. Şimdi o kişi bir bardak arpa çayı kadar bile umurumda değil.
     Öyle değil mi?
     Aynen öyle.
     O halde devam edelim.


     - Gerçeği söylemek gerekirse, benzer rüyaları defalarca görmüşlüğüm oldu. Her birinin farklı detayları olsa da. Mekanlar farklıydı. Ancak rüyanın akışı hep aynıydı. Rüyadan uyandığımda hissettiğim acının türü (yoğunluğu ve süresi de) yaklaşık olarak aynıydı. Aynı şey tekrar tekrar yaşanıyordu. Kör bir virajdan önce buharlı gece treninin her seferinde düdük çalışı gibi.


     - Kendimce gayretli kazı faaliyetlerimin sonunda sert bir kayalığa denk gelmiştim. Çat!… Havada asılı kalmış bu durum, böyle sürüp gidemez.


     - Duygularımı gizlemeye devam edersem, böyle silinip ortadan yok olacağım. Tüm gündoğumları ve günbatımları, parça parça alıp götürecek görüntümü. Ve bir süre sonra da ben denen bu varlık silinip gidecek, sonunda “bir hiç” olacak.


     - Her şey kristal kadar berrak. Kristal. Kristal.


     - Myu’yla birlikte olmak istiyorum. Benim için önemli olan pek çok şeyden vazgeçe geçe yaşayıp geldim bugüne. Bundan böyle artık hiçbir şeyi feda etmeyeceğim. Henüz çok geç değil. Bu yüzden Myu ile sevişmeliyim. Onun içine girmek zorundayım. O da benim içime girmeli. İki doyumsuz, kaygan yılan gibi.
     Peki Myu beni kabul etmezse, o zaman ne yaparım?
     Bu durumda bir kez daha gerçeği kabullenmekten başka çare yok.
     “Hanımefendi, birisi vurulunca kanı akar.”
     Kan akmak zorunda! Bıçağı bileyip, bir köpeğin boğazını bir yerde kesmek zorundayım.
     Öyle değil mi?
     Aynen öyle.


     - Bu yazı kendime yazdığım bir mesaj aslında. Bumerang gibi. Havaya fırlatıyorum. Uzaklardaki karanlığı yarıyor, zavallı bir yavru kangurunun canını alıyor, nihayetinde dönüp benim elime geliyor. Ama geri dönen bumerang ile aynı değil. Bunu biliyorum. Bumerang, bumerang.


     - Johann Strauss II - The Blue Danube Waltz


     - Mozart - Piano Sonata No. 8 in A minor, K. 310 [complete]


     - Myu kendi yüzüne bakar uzun bir süre. “Bu da geçecek” der kendi kendine. “Dayan. Geçip gittikten sonra mutlaka komik bir hikaye halini alacak.”


     - “ ‘Asla’ fazla güçlü bir sözcük oldu galiba. Öyle değil mi ama; bir gün bir yerde karşılaşıp yeniden birlikte oluruz belki de. Ancak yine de hala önemli bir soru var yanıtlanmayan. Aynanın hangi tarafındaki imge, ben dediğim kişinin gerçek görüntüsü? Artık bunun kararını veremeyecek haldeyim. Sözgelimi, gerçek ben, Ferdinando’yu kabul eden ben mi, yoksa Ferdinando’dan nefret eden ben mi? Bu karmaşayı çözecek gücü bulamıyorum kendimde.”


     - Denizanaları gibi, sürüklenen ruhlar gibi. Ama başımı çevirip bakmadım bile onlara. Onları fark ettiğimi birazcık da olsa belli etseydim, her biri hiç vakit kaybetmeden bir anlam yüklenmeye başlayacaktı şüphesiz. Anlam, olduğu haliyle istemesem de yüzeye itecekti. Zihnimi onlara sımsıkı kapattım ve geçip gitmelerini bekledim.


     - Ama orada hissettiğim şey, hiçbir şeye benzemeyen bir yalnızlıktı. Bunu fark ettiğim anda, beni çevreleyen dünyadan birkaç renk daha sonsuza dek silinip gidiverdi. Bu boşluk duygusunun enkazı içinden, yıkık dökük dağın tepesinden, kendi yaşamımı çok ilerisine kadar görebildim.
     Çocukluğumda bilimkurgu çizgi romanlarında gördüğüm, insansız gezegenlerdeki ıssız manzaraya benziyordu. Orada hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Günler öyle uzundu ki geçmek bilmiyordu, hava ya aşırı soğuk ya da aşırı sıcaktı. Beni oraya götürmüş olan uzay aracı, bir anda ortadan kayboluvermişti. Artık hiçbir yere gidemezdim. Bir şekilde, kendi çabamla hayatta kalmak zorundaydım.


     - Ama bu, suların yükselip alçalması,mevsimlerin değişimi gibi, elimizde olmayan, değiştiremeyeceğimiz bir şeydi. Bu anlamda, bizimki değiştirilemeyecek bir kaderdi denebilir. Onunla aramızdaki tuhaf dostluk, ilişkimizde ne denli tedbirli davranırsak davranalım, ne kadar serinkanlılıkla hareket edersek edelim sonsuza dek sürmeyecekti. En sonunda bir çıkmaz sokağa ulaşmamız kaçınılmazdı. Acı verici biçimde kesindi bu.


     - Sumire’yi yitirine, içimde de pek çok şeyin kaybolduğunu anladım. Sanki dalgaların çekilmesiyle sahildeki bazı şeylerin sürüklenip gitmesi gibi. Geride kalan, benim için artık doğru düzgün bir anlamı olmayan, rayından çıkmış ve boş bir dünyaydı. Karanlık, soğuk bir dünyaydı bu. Benimle Sumire arasında geçenler, bu yeni dünyada artık yaşanmayacaktı. Bunu anlamıştım.
     Her insanın, hayatının özel bir zamanında elde etme şansına sahip olduğu birtakım özel şeyler vardır. Bunlar, küçük birer kıvılcım gibidirler. Dikkatli ve şanslı olanlar, bunları özenle korur, büyütür meşale olarak kullanır. Ancak bir kez kaybedince o kıvılcım bir daha geri gelmez. Benim tek kaybettiğim Sumire değildi. Onunla birlikte, o değerli kıvılcım da dahil, her şeyi yitirmiştim.


     - Ben dediğim kişi, istesem de istemesem de, o zamansallığın devamında kısılı kalmıştı. Oradan çıkamıyordu. Hayır, bu doğru değildi. Oradan çıkmayı istemeyen aslında bendim.


     - Bunlara rağmen, bir daha asla eski ben olmayacağım. Yarın başka bir insan olacağım. Ancak etrafımdaki hiç kimse Japonya’ya dönenin eskisinden farklı bir kişi olduğunu fark edemeyecek. Dışarıdan bakıldığında, tek bir şeyin bile değiştiği anlaşılmayacak çünkü. Fakat, içimde bir şeyler yanıp kül olmuş, yok olmuş olacak. Bir yerlerde kan akmış, içimden bir şeyler kopmuş olacak. Yüzüm düşecek, dilim tutulacak. Kapılar açılıp kapılar kapanacak. Işıklar sönecek. Bugün bu benim için son gün. Bu son günbatımım. Şafak sökünce ben artık burada olmayacağım. Bu bedene başka bir insan girmiş olacak.
     Neden insanlar bu denli yalnız olmak zorundalar? Neden bu denli yalnız olunmak zorunda? Bu dünyada bu kadar çok insan yaşarken, her birimiz bir başkasından bir şeyler beklerken, neden bu kadar yalnızız? Ne için? Yoksa gezegenimiz, insanların yalnızlığından beslenerek mi sağlıyor dönüşünü?


     - Kitaplardaki dünyanın etrafımdaki yaşamdan daha canlı olduğunu hissediyordum. Orada hiç görmediğim bir manzara genişleyip uzuyordu. Kitaplar ve müzik benim en iyi arkadaşlarım olmuştu.


     - Düşüncelerimi kimseyle paylaşmıyor, tek başıma hareket ediyordum. Ama kendimi yalnız da hissetmiyordum. Bunun olağan bir şey olduğunu düşünüyordum çünkü. Bana göre insanlar nihayetinde tek başlarına hayatta kalmak zorundaydı.


     - Çok uzun bir süre düşünceler kimseyle paylaşılmayınca, sonunda tek kişilik bir bakış açısının dışına çıkılamadığını anladım. Tamamen tek başına olmanın korkunç bir yalnızlık olduğunu düşünmeye başladım.


     - Bu durum hem benim, hem de onun için iyi olmuştu. Her şey geçmişte kalmıştı artık. Yine de bazen onun teninin sıcaklığını özlemiyor değildim, kaç kez ona telefon etmekten son anda alıkoydum kendimi.


     - Geriye kalan, birinci derecede önemli anlam ise varlık değil, yokluktu. Yaşamın sıcaklığı değil, belleğin suskunluğuydu.


     - Bach - The Art of Fugue, BWV 1080 [complete on Organ]


     - Bir şekilde her birimiz hayatımıza devam ediyoruz, diye düşündüm. Ne kadar büyük ve ciddi kayıplar yaşasak da, ne denli önemli bir şey elimizden alınmış olsa da ya da sadece üzerimizdeki deri aynı kalıp kendimiz tamamıyla farklı bir insana dönüşmüş olsak da, sessizce yaşamımızı sürdürüyoruz. Bizim için belirlenmiş zamanının sonuna gittikçe yaklaşıyor, ardımızda bıraktığımız zaman dilimi uzaklaşıp kaybolurken ona veda ediyoruz. Gündelik hayatın sonu gelmez işini gücünü tekrar tekrar - bazı durumlarda büyük bir beceriyle - yaparak. Böyle düşününce büyük bir boşluk duygusuna kapıldım.


     - “Seni çok özledim.” diyorum.
     “Ben de seni çok özledim” diyor. “Seni göremeyince çok daha iyi anladım. Sanki bütün gezegenler önümde tek bir sıra halinde dizilmişler gibi açık bir şekilde anladım. Sana gerçekten ihtiyacım var. Sen benim bir parçamsın. Ben senin bir parçanım. Bir yerlerde -neresi olduğunu hatırlamadığım bir yerde- bir şeyin boğazını kestim sanırım. Bıçağımı bileyip taş gibi bir kalple..."