27 Mayıs 2015 Çarşamba

Yankının Kemikleri * Samuel Beckett

CASCANDO
1.

neden sadece halinden
ümit kesilsin
sözcük barınaklarının
düşük yapmak kısır olmaktan daha iyi değil mi
sen gittikten sonra saatler öyle ağır ki
hemen hep sürüklemeye başlayacak
arzunun yatağını kör gibi tırmalayan pençeler
eski aşklar büyütünce kemikleri
seninkiler gibi gözlerle dolmaya görsün yuvalar
hemen olması hiç olmamasından daha iyi değil mi
yüzlerine sıçrayan karanlık arzu tekrar söylüyor
dokuz gün asla yüzdüremedi batan aşkı
ne de dokuz ay
ne de dokuz ömür
2.
tekrar söylüyorum
öğretmezsen öğrenemem
tekrar söylüyorum bir son var
son defanın bile sonu ·
yalvarmanın son seferi
sevmenin son seferi
rol yapmayı bilmemeyi bilmenin
söylemenin son seferinin bile bir sonu var
beni sevmezsen sevilemem
seni sevmezsem sevemem
bayat sözlerin yayığı gene kalpte
eski lavabo pompasından aşk aşk aşk diye fışkıran ses
dövüle dövüle kesilmiş sütün suyu
değiştirilmesi imkansız sözcükler
korkmuyor gene
sevmemek
sevmek ve seni değil
seviliyor olmak ve senin tarafından değil
rol yapmayı
rol yapmayı bilmemeyi bilmek
ben ve seni sevecek olan diğerleri
severlerse seni
3.
sevmezlerse seni



DIEPPE
2.

kum akıntısında benim yolum
kumul ve çakıl arasında
yaz yağmuru yağar hayatıma
ömrümse başından sonuna
yağmadan kaçınma
huzurum orada dağılan sisin ortasında
bu uzun devingen eşikleri aşındırmaktan vazgeçtiğim
ve açılan ve kapanan bir kapının
boşluğunu yaşayabildiğim zaman
3.
ne yapabilirdim bu dünya olmadan yüzsüz umursamaz
ki son bulacak oysa her anın boşlukta
varoluşun cehaletinde eridiği bir an
sonunda gövde ve gölgeyi birlikte yutan
bu dalga olmadan
ne yapabilirdim çağıltıların yittiği bu sessizlik olmadan
yürek çarpıntıları çılgınlıklar imdada aşka
cürufların tozları üzerinde uyuyan
bu gökyüzü olmadan
ne yapabilirdim dün ne yaptıysam aynını ve evvelsi gün
ölümışığımın çatlağından bakıyorum
bana benzer bir başka aylaklık arıyorum
tüm yaşamların ötesine girdap olmuş geçerken
sarsıcı bir boşlukta
sesler arasında sessiz
gizliliğimi dolduran

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Üç Gün * Yevgeni Zamyatin

Zamyatin' in bu kitabını pek sevmedim, altını çizecek bir şey yoktu. Okuduğumu unutmayayım diye post olarak kalsın burada.

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Hiroşima Sevgilim * Marguerite Duras

     - Onu böyle hem özgür hem tutuk, hem doğru hem yalancı, hem anlaşılmaz, hem içi dışı bir yapacak ne geçmiştir başından? Rastgele aşklar yaşamaya bu denli teşne? Aşkla karşılaşınca bu denli ürkek?


     - Seninle karşılaşıyorum. Seni hatırlıyorum.
      Kimsin sen?
     Öldürüyorsun beni,
     öyle iyisin ki, bana.
     Nasıl bilebilirdim bu kentin aşkın boyutlarına göre kurulduğunu?
     Nasıl bilebilirdim senin kendi boyuma göre olduğunu.
     Bayılıyorum sana. Ne güzel. Bayılıyorum sana.
     Ne yavaş her şey birden bire.
     Sonra ne güzel.
     Bilemezsin.
     Öldürüyorsun beni,
     öyle iyisin ki, bana,
     öldürüyorsun beni,
     öyle iyisin ki bana.
     Acelem yok.
     Ne olur.
     Yut beni.
     Parçala beni, çirkinleştir.
     Neden sen olmayasın?
     Neden sen olmayasın bu şehirde, öbür gecelerden ayırt edilemeyen bu gecede?
     Ne olur...


     - Bir kadında bin kadınsın sanki...
     ■ Beni tanımadığın için. Ondan olmalı.
     - Belki de yalnız ondan değil.
     • Hoşuma gitmiyor değil bu düşünce, senin için bin kadın birden olmak.


ERKEK — Güzel kadınsın, biliyor musun?

KADIN — Öyle mi?
ERKEK - öyle.
KADIN — Biraz yorgun ama, değil mi?
ERKEK — (Eliyle kadının yüzünü buruşturur, güler) Biraz çirkin.
KADIN — (Okşandığı için güler) Aldırmıyor musun buna?
ERKEK — Dün gece kahvede dikkatimi çekti. Nasıl çirkin olduğun. Sonra...
KADIN — (İyice rahatlamış) Sonra?...
ERKEK — Sonra canının nasıl sıkıldığı.
KADIN - (Merakla) Peki başka...                                                                                                              ERKEK - Erkeklerde bir kadını tanıma isteği uyandıran bir can sıkıntısıydı bu.



     - Birkaç yıl içinde, seni unuttuğum zaman, bu çeşit başka hikâyeler geçince başımdan, aşkın unutuluşu olarak anacağım seni. Unutmanın korkunçluğu olarak düşüneceğim bu hikâyeyi. Şimdiden biliyorum bunu.


     - Seninle karşılaşıyorum.

Hatırlıyorum seni.
Aşkın boyutlarına göre kurulmuş bu kent.
Sen boyuma göre yaratılmışsın benim.
Kimsin sen?
Öldürüyorsun beni.
Susamıştım. Aldatmaya, yalan söylemeye susamıştım.
Ta başından beri.
Bir gün karşıma çıkmanı bekliyordum hep.
Sessizce, sonsuz bir sabırsızlıkla bekliyordum seni.
Yut beni, öylesine kendine dönüştür ki beni, senden sonra kimse anlayamasın bunca isteğin nedenini.
Yalnız kalacağız, sevgilim.
Sonu hiç gelmeyecek gecenin.
Gün hiç kimsenin üzerine doğmayacak bir daha.
Hiç. Hiçbir zaman. Artık.
Öldürüyorsun beni.
Öyle iyisin ki bana.
İçimiz rahat, iyilikle dolu ağlayacağız giden günün ardından. Yapacak hiç, hiçbir şeyimiz olmayacak giden güne ağlamaktan başka.
Günler geçecek. Yalnız günler.
Sonra bir gün gelecek.
Bir gün gelecek. Bizi bağlayan şeyin ne olduğunu bilemeyeceğiz.
Yavaş yavaş silinecek anılarımızdan bu bağın adı. Sonra iyice kaybolacak gözden.



     - Unutacağım seni! Unutuyorum bile! Bak, nasıl unutuyorum seni! Baksana!


     - Bağırdım gene. Sonra bir çığlık duydum o gün. Beni mahzene en son kapadıklarında. Bilya yavaş yavaş yuvarlandı bana doğru, bir olay gibi.

     İçinde renk renk ırmaklar akıyordu, dipdiri. Yaz, içindeydi bilyanın. Yazın sıcaklığı da sinmişti üstüne.

     Ne olursa olsun her şeyi yememek gerektiğini biliyordum artık, ne duvarları, ne ellerimin kanını, ne de duvarları. Tatlı tatlı baktım bilyaya. Ağzıma dayadım, ama ısırmadan.

     Bunca yuvarlaklık, bunca pürüzsüzlük, çözümsüz bir sorun koyuyordu ortaya.


     Belki de kıracağım. Yere atıyorum, zıplayıp elime geliyor. Gene atıyorum. Geri gelmiyor. Yitiyor.


     Yitince, önceden bildiğim bir şey başlıyor yeniden. Korku geri geliyor. Bir bilya ölemez.

     Hatırlıyorum. Arıyorum. Buluyorum bilyayı yeniden.


     Çocukların bağrışmaları. Avucumun içinde bilya. Bağnşmalar. Bilya. Çocukların bilyası. Hayır.

     Vermeyeceğim onlara. Açıyorum avucumu. Duruyor orada, tutsak. Geri veriyorum çocuklara.

     

19 Mayıs 2015 Salı

Aile Çay Bahçesi * Yekta Kopan

     - "Az insan tanıyor ve kimseyi de sevmiyordum." VLADIMIR NABOKOV, Göz


     - Yüzünü unuttuğun birinin sesini duyuyorsun. Sesini unuttuğun birinin yüzünü hatırlıyorsun. Hayat seni bir köşede sıkıştırıyor. Sırlardan oluşan ağaç, yapraklarını dökmeye başlıyor. Yaptığın sıradan iş, olağanüstü bir büyüye dönüşüyor. Bir hedef beliriyor. Aniden.


     - Korkularımızla öldürüyoruz zamanı. Oysa saniye kolu, tüm cesaretiyle koşmaya devam ediyor.


     - Okuduğum bütün kitaplarda beni bana anlatacak bir karakter arardım. Dinlediğim radyo oyunlarından, izlediğim filmlerden bir cümlecik çalmaya çalışırdım.


     - Kötü olmak, iyiymiş gibi davranan bir sahtekâr olmaktan daha kötü değil.


     - Noktalardan oluşan bir kadınım ben. Geri geldi noktalarım, sonlarına kondukları bütün nefret cümleleriyle birlikte.


     - O mutlu günlerimde düşünmediğim bir gerçek var oysa. İnsan karanlıkla bir kere tanıştı mı, bir daha istese de kurtulamıyor ondan.


     - Ben sadece düşündüm. Zihnimde tartıştım insanlarla. Ne yaşadıysam kabuğumun altında yaşadım- Uykusuz gecelerde kavga provaları yaptım; işten çıkaran patronla, yağmurlu havada ıslatıp geçen taksiciyle, tiyatroda gelip yerime oturan çiğ suratlı kadınla, posta kutumu kanştıran apartman yöneticisiyle zihnimde savaştım. Karşılarına dikilip edeceğim laflan düşündüm. “O bunu derse böyle derim, şunu derse şöyle yapıştırırım cevabı,” diye hesap yaptım. Şehrin kokuşmuşluğuyla, insanların kabalığıyla, yollann pisliğiyle, binaların bakımsızlığıyla, köpeklerin havlamasıyla, kedilerin çöp karıştırmasıyla, kadınların sinsiliğiyle, erkeklerin salyalı yalanlarıyla didiştim durdum aklımın karanlık koridorlarında. Sonra sustum. Ses olmadı düşündüklerim. Nefretimi kusamadım dünyaya. O güvenlikli kabuğumun altından çıkaramadım başımı.


     - Ben geçip gitmek isterdim hayattan, o iz bırakmak için uğraşırdı.


     - O tadına doyum olmaz bir şiirdi, ben taslak halinde bir roman.


     - Hep böyle olacaktı. Nefret bir yerlerimde irinli bir yaraydı, hiç kapanmayacak olan. Ama göstermeyecektim onu kimseye, gösteremeyecektim. Korkaktım. Kendi hikâyemin en kuytu köşelerine saklanarak uzak duracaktım o yaradan, o mide bulandıran irin kokusundan. Gün gelecek o köşeler de tükenecekti. Tuvalin sınırları belliydi. O sınırların dışına taşıramayacaktım resmimi. Yine merkeze dönecek, boyadığım yerlerin üstünden geçecektim. Bir hatayı başka bir hatayla örterek geçecekti ömrüm. Pentimento. Yine pentimento. Hamlet avuçlayacaktı Yorick’in kafatasını,Turgut fısıldayacaktı Olric’e, "Ne kadar kazısam hep pentimento Olric" diye. Anlaşılmasın diye bütün bu hatalar karmaşası, kimsenin hayatıma yakından bakmasına izin vermeyecektim. Uzak durun Müzeyyen'den, bilin ki o boyalar girdabı sizi de içine çeker. Aptalca bir cesaretle yanaşanı hapsedecektim çerçevenin içine. Dökecektim boyayı üstlerine. Kandan, boktan, sidikten, irinden yaptığım boyayla çekecektim fırçayı. “Sen ki dünyanın sınırsızlığına tercih ettin bu tablonun dört köşesini, boğul benden olma boyada,” diye çılgın kahkahalar atacaktım. Masaldaki cadı, romandaki vampir olacaktım. Hikâyemdeki bütün isimleri ayıklayacak, varlığımdan mürekkep romanın taslağını parçalarına ayırıp denize savuracaktım.


     - Açacaktım o sergiyi. Hayatıma dokunmaya çalışanların bedenlerini satacaktım sergime gelenlere. Kendimi kandırıyordum. Yapamayacaktım. Hiçbir şey yapamayacak, böyle sessiz oturacaktım. Korkaktım ben. Rakıyı biraz daha yavaş içmesi gereken bir korkak.


     - “Çok içtik. Kafan iyi senin."
     "İyi değil pekiyi. Kafam pekiyi. Hayatım ancak bütünlemeyle geçer sınıfı. Sesimden doğrudan çakarım ama. Otur, sıfır. Bok gibi söyledim şarkıyı be. Bak aslında şimdi biraz daha oturdu sesim galiba. Dönülmez akşamın ufkundayım, vakit çok geç...”

     “Şişşt! Sus! Milleti uyandıracaksın. Hiç uğraşamam şimdi sitenin geri zekâlılarıyla."

     “Uyansınlar. Onlara yıldızları anlatalım. Bak şu tam tepemizdeki Kutupyıldızı. Bir onu biliyorum zaten. Ona bakarsan yolunu şaşırmazsın derler ya, yalan. Onun parlaklığı, insanı yolundan çıkarır olsa olsa."

     "Şuradaki de Büyükayı.”

     “Hangisi?”

     “Şu cezveye benzeyen."

     "Göremiyorum ben cezve falan.”

     “Parmağımın ucunu takip et, biraz daha sağda."

     "Yemişim cezvesini. Artık kahve, otomatik makinede yapılıyor. Size söylüyorum yıldızlar. Artık bir değeriniz kalmadı. Alın cezvelerinizi galaksinize sokun!"



     - Saniye kolu eskisi gibi hızlı koşmuyordu. Yorulmuştu belli ki. Belki de zaman artık kendi bildiğince akacaktı.