2 Ocak 2013 Çarşamba

Bulantı * Jean Paul Sartre


     - Elbette ki cumartesi günü ve dün değil önceki gün geçen olaylar hakkında belirgin hiç bir şey yazamam artık, çünkü hayli zaman geçti aradan, hayli uzaklaştım o olaylardan, yalnız şunu söyleyebilirim, her iki durumda da adına genellikle olay dediğimiz türden hiç bir şey geçmedi. Cumartesi günü, çocuklar denizde taş kaydırıyorlardı, ben de onlar gibi, bir çakıl taşı alıp kaydırmaya kalktım ve hemen işte o anda durup, taşı elimden bırakmamla oradan uzaklaşman bir oldu. Şaşkına dönmüş olmalıyım ki çocuklar ardımdan güldüler. İşte dıştan görünen. İçimde olup bitenler, hiçbir belli iz bırakmadılar geride. Bir şey vardı, gördüğüm, tiksindiğim, ama denize mi bakıyordum: çakıl taşına mı bakıyordum, şimdi bilemiyorum artık. Düz bir çakıl taşıydı bu, bir yüzü kupkuru, öteki yüzü ıslak ve çamurlu. Elim kirlenmesin diye, parmaklarımı iyice ayırmış, taşı kıyılarından tutuyordum. Dün değil önceki gün olan çok daha karmaşıktı. Bir yığın benzeşimler, rastlantılar ve yanılgılarla karşılaştım, anlam veremediğim şeylerle karşılaştım. Şimdi bütün bunları yazarak oyalanacak değilim, yalnız şu kadarını söyleyeyim ki korkmuştum, ya da korkuya benzer bir duyguya kapılmıştım. Neden korktuğumu ah bir bilebilsem, anlayabilseydim, bu konuda büyük bir ilerleme yapmış sayabilirdim kendimi. İşin garibi, kendimi delirdi sanacak bir durumum da yok, hattâ deli olmadığımı gün gibi görüyorum: bütün bu değişiklikler nesnelerle ilgili. Hiç değil bundan emin olmak isterim. Belki de küçük bir delilik buhranıydı bu. îz bırakmadı. Geçen haftaki acayip duygularım bugün artık gülüm; geliyor bana: duymuyorum onları şimdi. Bu akşamki rahatım beyde yok.


     - Hiç kuşku yok, bir şeyler oldu bana. Ve olanlar, hani o alışılagelmiş kesinlikle, açıklıkla değil, hastalık biçiminde oldu. Sinsi sinsi, yavaş yavaş yerleşti; biraz saçma, biraz rahatsız bir insan gibi duymaya başladım kendimi, hepsi bu kadar işte. Bir kez gelip yerleşince de bir daha kımıldamadı, kalakaldı öylece, ve ben, hiç bir şeyim yok sandım, yanıldığımı sandım. Oysa şimdi, işte bak, varlığını duyurmaya başladı. Tarihçinin görevi ruhsal çözümlemeler mi? Hiç sanmam. Bizim alışyerişimiz Tutku, Çıkar gibi cins isimlerle, tüm duygularla. Ne var ki, kendimi birazcık tanısaydım şimdi işime yarardı. Örneğin ellerimde yeni bir şeyler var, pipomu, çatalımı tutuşumda bir başkalık var. Bilmem, belki de çatal artık bir başka biçimde tutturuyor kendini. Az sonra odama girdiğimde ansızın duruverdim, soğuk bir nesnenin varlığını duymuştum elimde, bu soğuk nesne, bir kişiliği varmış gibi dikkatimi çekiyordu kendine. Elimi açıp baktım: hiç, kapının zembereğini tutuyormuşum o kadar. Bu sabah, Kitaplık'a gittiğimde, Kitap Kurdu merhaba dediğinde onu ancak on saniye sonra tanıyabildim. Sanki tanımadığım, bilmediğim bir yüzle, hattâ belli belirsiz bir yüzle karşılaşmıştım. Ya eli, elimin içindeki bir insan eli değil de kocaman bir solucandı. Hemen bırakıverdim elini, kolu gevşeyiverip düştü adamın. Ve sokaklarda gürültüler vardı, anlam veremediğim, sağda solda sürüklenip duran gürültüler. Kısacası bu son haftalarda değişen bir şeyler oldu. Ama neredeydi bu değişme? Temelsiz, soyut bir değişme. Acep ben miydim değişen? Ya ben değilsem? O zaman bu oda, bu kent, bu doğa değişti; arayıp bulmak gerek. Sanırım değişen benim: bunu anlamak güç değil, hoş da değil elbette. Başka çıkar yolu yok, bu değişmelerin benden olduğunu kabul etmem gerekiyor. Bir şey daha var: çok az düşünen bir adam oldum. Bir yığın küçük küçük değişimler, ben farkına varmaksızın bende birikip toplanıyorlar, sonra günün birinde, gerçek bir ayaklanma biçiminde patlayıveriyorlar. Ve sonunda, karşıtlıklar, tutarsızlıklarla dolu bir görünüm veriyorlar yaşantıma. Örneğin yurt dışına çoğu kafama böyle estiği için yolculuğa çıktığımı söylediler. On yıl, surada burada dolaşıp bir gün ansızın döndüğümde yine aynı şeyi söyleyenler oldu, kafasına esti geldi dediler. Eğer yanılmıyorsam ve bu işaretler yaşantımda yeni bir sarsıntının öncüleriyse o zaman yandık demektir. Öyle ahım şahım bir yaşantım olduğundan değil bu korkum, öyle oturaklı, değerli bir ömür geçirdiğim yok. Doğacak olan, tüm benliğimi kuşatacak olan şeyden korkuyorum. Yine nerelere sürükleyecek bu sarsıntı beni? Tüm araştırmalarımı, kitaplarımı bırakıp, çekip gitmem mi gerekecek yeniden? Bir kaç ay sonra, bir kaç yıl sonra yorgun, umutsuz, yeni yıkımlara mı uyanacağım? Bende olup bitenleri, henüz vakit varken, açıkça öğrenmek, bilmek isterim.


     - Ben yalnız yaşıyorum, yapayalnız. Kimseyle konuşmuyorum, hem de hiçbir zaman; ne kimseden bir şey alır, ne kimseye bir şey veririm. Kitap Kurdu'nu saymamak gerek. Bir de Françoise var, «Rendez-Vous des Chemi-nots»nun sahibi olan kadın. Onunla da konuşuyor muyum acep? Bazen, yemekten sonra, bir bardak bira getirdiğinde sorarım: «Bu akşam boş musunuz?» Hiçbir zaman hayır demez. O önde, ben arkada, birinci kattaki büyük odalardan birine gireriz. Bu odaları saatliğine, ya da bir günlüğüne kiraya verir. Para ödemem : ikimiz de hoşnutuz. Sevişmekten zevk alıyor (her gün bir erkeğe ihtiyacı vardır, benden başkalarıyla da sevişiyor elbette). Böylece, nedenini çok iyi bildiğim bazı hüzünlerimden kurtulmuş oluyorum. Odada hepsi hepsi bir iki sözcük geçer aramızda. Konuşmanın ne gereği var zaten? Herkes kendi işinde; üstelik, onun için, bir kahve müşterisinden başka neyim. Giysilerini çıkarırken bana: — «Bricot adında bir içki duydunuz mu? İki müşteri sormuş garson kıza. Bilmiyor, geldi bana sordu. İsteyenler yolcuymuş, Paris'te içmiş olmalılar bu içkiyi. Bilmediğim şeyi satın almak istemem. Sizce bir sakıncası yoksa çoraplarımı çıkarmıyorum,» der. Bir zamanlar — beni terk ettikten uzun bir süre sonra bile — bir şey düşünürsem, o şey, mutlaka Anny'yle ilgili, Anny için düşündüğüm bir şey olurdu. Şimdi kimse için hiçbir şey düşündüğüm yok; sözcük aramak gibi kaygım bile kalmadı. Sözcükleri, şöyle ya da böyle saptadığım yok, bırakıveriyorum ağzımdan, az çok çabuk, kendiliklerinden çıkıyorlar. Çok zaman, sözcüklerden yoksun oldukları için, düşüncelerim de sisli. Garip ve eğlenceli biçimlere bürünüp yitip gidiyorlar: hemen unutuyorum bu düşünceleri. Şu delikanlılar çok hoşuma gidiyor: kahvelerini içerlerken, olmuş, ya da olması mümkün öyküler anlatıyorlar birbirlerine. Dün ne yaptıklarını sorun, şaşırmıyorlar: iki sözcükle hemen söyleyiveriyorlar size. Oysa aynı şey bana sorulsa şaşırıp kalırım. Şu bir gerçektir ki, uzun zamandan beri ne yapıp ne ettiğimi, zamanımı nasıl geçirdiğimi kimseler sormuyor. Kişi yalnız yaşayınca anlatmak denen şeyin bile ne olduğunu artık bilemez hale geliyor: değil olanlar, olması mümkünler bile dostlarla birlikte yitip gidiyor. Olaylar da öyle değil mi? Kendi hallerinde akıp gidiyorlar. Birdenbire, konuşan, sonra çekip giden insanlar beliriyor, kişi, başı sonu olmayan öykülere dalıyor, duyduklarına, gördüklerine tanıklık edecek olsa, pek kötü, iğrenç bir tanıklık olurdu bu. Ama neler görmüyor bu kahvelerde insan.


     - Tek bir insanın, yalnız bir insanın güldüğüne pek az rastlanır: gördüğüm bu bütün; güçlü, hattâ vahşi ama katıksız bir anlam doğurdu bende. Sonra her şey dağılıverdi, kala kala, sokak feneri, tahta perde ve gökyüzü kaldı: yine de yeteriyle güzel bir görünüm vardı karşımda. Bir saat sonra sokak feneri yanmıştı. Rüzgâr esiyordu, ve gökyüzü karaydı: eski görünümden hiçbir şey kalmamıştı geriye artık. Bütün bunlar yeni şeyler değil benim için; bu tür zararsız heyecanlara karşı durmadım hiç bir zaman; büsbütün tersini yaptım. Bu heyecanları duymak için azıcık yalnız kalmak, olması mümkünden en uygun anda kurtulmaya elverecek kadar yalnız olmak yetişir. Ama ben; yalnızlığın yüzeyinde, kararlı, bir tehlike anında aralarına karışabileceğim şekilde, insanlara çok yakın bulunuyordum: aslına bakarsanız, buraya dek, yalnızlık denen uğraşıya yeni atılmış bir çıraktım.


     - Bilmem, acaba yalnız olduğum için mi benim yüzüm böyle? Toplu yaşayan insanlar aynalarda kendilerini, dostlarının gördükleri gibi görmeye alışmışlardır. Ama benim dostum yok ki: tenim bu yüzden mi bu kadar yalın, çıplak geliyor bana. İnsanın, evet evet, insanın insansız bir doğa gibisin diyeceği geliyor. Çalışmak gelmiyor içimden artık, yapacak başka bir şey yok, iyisi geceyi beklemeli.


     - Kendimi pencereden kurtarıp yalpa vura vura odayı adımlıyorum; aynanın tuzağına düşüyorum bu kez, kendime bakıp iğreniyorum; bu da bir sonsuzluk işte. Sonunda görüntümden kurtarıyorum kendimi, yatağa atıyorum. Gözlerim tavanda, uyumak isterdim. Sessizlik. Sessizlik. Zamanın tenimde kayışını, tenime usulca dokunuşunu duymuyorum artık.


     - Serüvenler yalnız kitaplarda varmış. Aslına bakarsanız kitaplarda anlatılanlarla gerçek yaşantıda da karşılaşabilir insan, ama aynı biçimde değil. Ben o gerçekleşme biçimini arıyordum oysa. Önce şu var; başlangıçlar gerçek başlangıçlar olmalıydı. Yazık! ne istediğimi ancak şimdi anlayabiliyorum. Gerçek başlangıçlar bir trampet sesine, bir caz havasının ilk notalarına benzer, sıkıntıya hemen son verir, süreyi sağlamlaştırır. Akşamlar, öteki akşamlardan ayrı, «Bir mayıs akşamıydı, geziniyordum,» diye söze başladığımız akşamlar olmalıydı. Geziniyorsunuz, başıboş, elleriniz ceplerinizde, ay gelmiş ışımıştır üzerinize. Sonra birden düşünürsünüz, «Bir şeyler oluyor,» dersiniz. Nasıl bir şeyler? Nasıl olursa olsun: karanlıkta çıt diye bir ses duymuşsunuzdur, bir gölge geçmiştir yanınızdan. Ama bu ince olay tüm ötekilerden özgedir: hemen anlarsınız, bu olay kocaman bir biçimin başlangıcıdır, çizgileri sisler içinde yiten kocaman bir biçimin. Ve hemen kendi kendinize, «Bir şeyler başlıyor şimdi dersiniz.» Bir şeyler başlıyor bitmek için: serüven uzamağa gelmez; bitişiyle anlam kazanır. Ben de bu bitişe, belki benim de ölümüm olan bu bitişe doğru sürükleniyorum. Her an başka anları getirmek için var olur. Bütün yüreğimle yapışıyorum her an'a: bu an'ın tek bir an olduğunu, öteki anların onun yerini tutmayacağını biliyorum, ne var ki yok olmasın diye tek bir hareket bile yapamazdım.


     - Bir zenci şarkı söylerken mutlu oluyorum. Yaşantım o ezginin özü olsaydı nice doruklara yücelirdim kim bilir.


     - Kişi yaşarken hiçbir şey gelmez başına. Çevredeki nesneler, görüntüler değişir, insanlar gelir, insanlar gider, insanlar girer, insanlar çıkar, hepsi bu. Hiçbir zaman başlangıç yoktur. Ezgisiz, nedensiz günler günleri izler, bu bitmek tükenmek bilmeyen, tek düze, yayan bir hesaptır.


     - Balık kavağa çıkınca!


     - Günlerimin bir kısmı düzensizlik içinde geçiyor, sonra birden bire böyle bir ışık tutuşuveriyor. Değişen hiç bir şey yok, ama yine de her şey başka bir biçimde varlığını sürdürüyor. Nasıl anlatsam bunu; Bulantı gibi bir şey, Bulantı gibi diyorum ama, tam tersi de olabilir: Kısaca bir serüvendir başlıyor bende, nasıl bir serüven olduğunu kendi kendime sorduğumda, görüyorum ki ben kendi'mim, ben buradayım, geceyi bölen ben'im, tüm bunları duyan ben'im, bir roman kahramanı gibi mutluyum.


     - Şu serüven duygusu kadar sevdiğim, tuttuğum hiç bir şey yok dünyada. Ama bu duygu da canı istediği zaman geliyor; geldiği gibi de çabucak kaçıp gidiyor, onsuz nasıl da tatsızım! Hayatımı yaşamadığımı anlamam için mi böyle gelip gelip gidiyor, alay eder gibi yokluyor beni?


     - Asıl beni tiksindiren dün akşam kendimi yüce duymamdır. Yirmi yaşlarındayken kafayı çeker, Descartes gibi biri olduğumu söylerdim. Kendime kahraman süsü verdiğimi çok iyi seziyordum, ama aldırmıyordum buna, hoşuma gidiyordu. Devrisi gün uyandığımda, kusmuk dolu bir yataktaymışım gibi iğrenirdim kendimden. İçtim, ama içtiğim zamanlar da kusmadım, ne var ki kusmaktan beterdi duyduğum iç bulantısı. Ya dünkü yaptığım, keşke sarhoşken yazmış olsaydım, hiç değilse sarhoştum der bir özür bulurdum yaptığıma. Bir budala gibi coşkuya vurmuşum kendimi. Su gibi saydam, soyut cümleler kurarak kendimi arıtmalıyım.


     - Dün akşamki coşkunun üzerine bugün uslu uslu oturdum. Yüreğime seslenmeyi gereksiz buldum! Ama Rus mutlakiyetinin dayandığı temelleri açıkladıkça rahatladım.


     - Ben benimle alay edenleri susturacak, korkutacak kozları elimde bulundurduğum halde, beni küçümseyenlere, çabalarımı yadsıyanlara karşı susuyorsam, çabalarım bugün değerlendirilmiyorsa, gerçek ve mutlu yargıyı gelecek kuşakların vereceğine inanıyorum.


     - Hiç bir zaman ne kendisinin başkaları üstünde, ne de başkalarının kendi üstünde bir hak sahibi olduğunu düşünmemiş. Hayatın ona sunduğu armağanları yersiz, boş armağanlar olarak görüyor. Her şeye sıkı sıkıya yapışıyor, ama her şeyden de kolayca kopmasını biliyor.


     - Ne güzel çizgiler var yüzünde. Her çeşidinden, bütün çizgiler. Alındaki enlemesine çizgiler, gözünün dış ucundan şakağına dek uzanan buruşuklar, ağzın iki yanındaki o acı çizgiler, çenesinin altına sarkan sarı büklümler de cabası. İşte talihli bir adam. Ne kadar uzaktan bakarsanız bakın, hayatı her yönüyle yaşamış, nice acılar görmüş bir insan bu dersiniz. Çizgilerle dolu bu yüzü hak etmiş, belli, geçmişini korumasını, kullanmasını biliyor. Sarmış, sarmalamış geçmişini, kadınların, delikanlıların kullanabileceği, yararlanabileceği bir duruma getirmiş.


     - Yaşantım hemen her alanda küçük mutluluklarla geçiyordu. Bazen garip belirtiler koyuyordu önüme bu yaşantı; bazen anlamsız mırıltılardan başka hiçbir şey duymuyordum.


     - Birini sevmeye koyulmak başlı başına bir iş, bir girişimdir. Güç ister, yürek ister, körlük ister... Hatta başlangıçta öyle bir an vardır ki uçurumun üstünden sıçramak ister. Düşünmeye kalkarsan aşamazsın onu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder