4 Ocak 2016 Pazartesi

Şeker Portakalı * Jose Mauro De Vasconcelos

     - Dodo, ne hüzün ne tasa öldürür adamı!


     Ey denizcim denizcim,
     Senin için ah ederim.
     Senin için denizcim,
     Yarın ölür giderim.
     Çok kabarmıştı deniz,
     Kumda koşuyordu dalgalar.
     Yola çıktı denizcim,
     Çok sevdiğim denizcim.
     Yazık denizci aşkı,
     Yarım saati geçmez.
     Gemi demiri aldı,
     Denizcim uzaklaştı.
     Çok kabarmıştı deniz...


     - "Büyüdüğüm zaman bilgin ve şair olmak, kelebek boyunbağı takmak istiyorum. Kelebek boyunbağımla resim çektireceğim.”
     “Neden kelebek boyunbağı?”
     “Çünkü insan kelebek boyunbağı olmadan şair olamaz. Edmundo Dayı bana dergilerdeki şair resimlerini gösterdi, hepsinin kelebek boyunbağı var.”


     
- Keyfim kaçmıştı, bir daha da canım konuşmak istemedi. Şarkı söylemek de istemiyordum. İçimde şarkı söyleyen kuşum havalanmıştı.


     - "Sizce, gelecek hafta büyümüş olur muyum?.."


     
- Gloria elimi bırakmıştı. Bir genç kız olduğunu unutmuş gibiydi. Koşmaya başladı, hintkirazı ağacına sarıldı.
     "Hintkirazı benim. Önce ben dokundum ona."
     Antonio, aynı şeyi demirhindiye yaptı.
     Bana bir şey kalmıyordu. Gözlerim neredeyse yaşlı, Gloria'ya baktım.
     "Ya ben, Godoia?"
     "Arka tarafa koş. Başka ağaçlar da olmalı, sersem!"
     Koştum, ama yüksek otlardan, yaşlı ve diken dolu birkaç portakal ağacından başka şey bulamadım. Irmağın kıyısında da küçük bir şeker portakalı fidanı vardı.
     Üzgündüm. Ötekiler evi gezmekle meşguldüler ve hangi odanın kime ayrılacağına karar veriyorlardı.
     Gloria'nın eteğine yapışıp çektim.
     "Hiçbir şey yok."
     "Gerektiği gibi aramayı bilmiyorsun. Dur, ben sana bir ağaç bulacağım."
     Hemen benimle geldi. Portakal ağaçlarını inceledi.
     "Şunu sevmiyor musun? Bak, ne güzel bir portakal ağacı."
     Ama ben hiçbirini sevmiyordum. Ne bunu ne öbürünü, hiçbirini. Çok dikenliydiler.
     "Bu çirkin şeylerin yerine ben şeker portakalı fidanını yeğlerim."
     "Nerede?"

     Gösterdim.
     "Ah! Ne güzel bir şeker portakalı fidanı!" diye bağırdı. "Bak, bir tane bile dikeni yok. Hem de öyle kişilik sahibi ki, uzaktan bile şeker portakalı fidanı olduğu anlaşılıyor. Senin boyunda olsam başka şey istemezdim."
     "Ama ben büyük bir ağaç istiyordum."

     "Düşün, Zeze! Daha çok genç. Seninle birlikte büyüyecek. Günün birinde bir portakal ağacı olacak. İkiniz, iki kardeş gibi birbirinizi anlayacaksınız. Şu dalı gördün mü? Fidanın tek dalı olduğu gerçek, ama sanki sırtına binmen için özel olarak yapılmış küçük bir at."
     Kendimi yeryüzünün en talihsiz kişisi sayıyordum. Üzerinde İskoç meleklerinin resimleri bulunan likör şişelerini anımsıyorum. İçlerinden biri için "Bu benim," demişti Lala. Gloria bir başkasını göstermişti. Totoca bir üçüncüyü kendine ayırmıştı. Ya ben?.. Bana kala kala o en arkadaki, neredeyse kanatsız olan kalmıştı. Görüntüsü bile olmayan dördüncü İskoç meleği... Evet, ben hep sonuncuydum. Büyüdüğüm zaman görecekti onlar. Amazon yöresinde bir orman satın alacaktım, gökyüzüne değen bütün ağaçlar benim olacaktı. Üzerinde yığınla melek bulunan bir mağaza dolusu şişe satın alacaktım, kimseye bir kanat ucu bile vermeyecektim.


     - "Noel'de bize hiç, ama hiçbir yerden armağan gelmeyecek mi sence?"
     "Sanmıyorum, gelmez!."
     "Ciddi konuş, ben herkesin söylediği kadar kötü ve sersem miyim?"
     "Kötü değilsin. Ama içine şeytan girmiş senin."
     " Noel günü geldiğinde şu şeytandan kurtulmayı çok isterdim! Ölmeden önce, hayatımda hiç değilse bir kez, küçük şeytanın yerine küçük İsa'nın benim için doğmasını isterdim doğrusu."
     "Belki gelecek yıl olur... Neden benim gibi yapmayı öğrenmiyorsun?"
     "Sen ne yapıyorsun ki?"
     "Kimseden bir şey beklemiyorum. Böylece hayal kırıklığına da uğramamış oluyorum
."


     
- Uyuyalım. İnsan uyudu mu her şeyi unutur.


     - "Ağlama yavrum," dedi. "Hep böyle duygulu bir çocuk olarak kalacaksın, pek çok ağlama fırsatı bulacaksın hayatta."


     
- "Sorun şu, dayıcığım: Çok küçükken, içimde şarkı söyleyen bir kuş olduğunu, şarkıyı onun söylediğini sanırdım."
     "Eh, insanın böyle bir kuşa sahip olması harika bir şey."
     "Anlamadınız. Artık kuşuma pek inanmıyorum. Ancak içimden konuştuğum ve kendi içimi gördüğüm zaman oldu bu değişiklik."


     
- Kuşumun, cılız göğsümden koptuğunu hissettim.
     "Uç, küçük kuşum, yükseklere uç. Uç da Tanrı'nın parmağına kon. Tanrı seni başka bir küçük çocuğa yollayacak. Benim için şarkı söylediğin gibi onun için de söyleyeceksin. Hoşça kal, benim güzel kuşum!"
     İçimde büyük bir boşluk hissettim.
     "Bak, Zeze. Bulutun parmağına kondu."
     "Gördüm."

     Başımı Minguinho'nun göğsüne dayadım ve bulutun uzaklaşışını seyrettim.
     "Ona hiçbir zaman kötü davranmadım."
     Başımı dala doğru çevirdim.
     "Xururuca!"
     "Ağlamak kötü bir şey mi?"
     "Ağlamak hiçbir zaman kötü değildir, budala. Neden sordun?"
     "Bilmiyorum. Bir türlü alışamadım. Sanki yüreğim boş bir kafes..."


     
- Ey büyüleyici kadının güzel görüntüsü
     Ah, bir mihrap dikebilsem adına.
     Işığımsın, düşlerimsin.
     Biricik sevgilimsin benim.


     - "Defolun bayan. Defolun gidin, hemen. Kötü bir insan değilim, ama başkalarının hayatına karışan cadalozların dilini kesmek gibi bir huyum vardır."


     
- "Gerçekten onun karnını deşmek istiyor muydunuz?"
     "Tabii ki hayır. Korkutmak için yaptım bunu."
     "Karnını deşseydiniz ne çıkardı içinden? Bağırsak mı, yoksa oyuncak bebeklerdeki gibi kıtık mı?"

     Gülerek ve dostça yanağımı okşadı:
     "Bir şey söyleyeyim mi sana, Zeze? Sanırım bok çıkardı..."


     
- Öylesine büyük bir acıydi ki bu, bağıracak oldum. Ne var ki, bagırsam iki kat dayak yiyecektim. Birincisi verilen cezaya uymadığım, ikincisi de komşuların hintarmutlarını çalmaya kalktığım ve sol ayağıma bir cam parçası batırmayı becerdiğim için!
     Acıdan başım dönerek şişe kırığını ayağımdan çıkarmaya çalışıyor, alçak sesle inliyor, kanımın ırmağın kirli suyuna karıştığını görüyordum. Simdi ne olacaktı? Cam parçasını çıkarmayı başardım, gözlerime yaslar doldu, ama kanı nasıl durduracağımı bilmiyordum. Acıyı hafifletmek için bütün gücümle ayak bileğimi sıkıyordum. Dayanmam gerekliydi. Yakında hava kararacak, geceyle birlikte babam, annem ve Lala eve döneceklerdi. Biri beni yakalarsa kesinlikle döverdi. Belki de sırayla döverlerdi. Sendeleyerek tümseğe tırmandım, tek ayağımla gidip şeker portakalı fidanımın dibine oturdum. Canım hala çok acıyordu, ama kusma isteği geçmişti.
     "Bak, Minguinho!" dedim.
     Bakar bakmaz dehşete düştü. O da benim gibiydi, kan görmeyi sevmezdi.
     "Ne yapmalı, Tanrım!" diye söylendi.


     - "Ne var, Zeze?"
     "Hiç, Godoia... Neden kimse beni sevmiyor?"
     "Çok budalasın."
     "Bugün üç kez dayak yedim, Godoia."
     "Haketmemiş miydin üçünü de?"
     "Onu demek istemedim. Kimse beni sevmediği için, dövmek istediklerinde herhangi bir şeyi bahane ediyorlar."
     Gloria'nın onbeş yaşındaki yüreği yumuşamaya başlamıştı. Bunu hissediyordum.
     "Sanırım en iyisi, Rio-Sao Paulo yolunda kendimi bir arabanın altına atmam."
     Ve gözlerimden sel gibi yaş akmaya başladı.
     "Saçma sapan şeyler söyleme, Zeze. Seni çok seviyorum."
     "Hayır, sevmiyorsun. Sevseydin bugün beni dövmelerine engel olurdun."
     "Neredeyse gece iniyor. Bugün daha çok yaramazlık yapacak zaman bulamayacaksın nasılsa."
     "Ama yaptım bile..."

     İşini bıraktı ve yanıma yaklaştı. Ayağımın çevresindeki kan birikintisini görünce çığlığını güçlükle tuttu.
     "Tanrım! Gum! Ne oldu sana?"
     Kazanmıştım. Bana `Gum' dedi mi kurtuldum demekti.
     Küçük bedenimi kollarına aldı, bir iskemleye oturttu. Aceleyle koşup bir leğen tuzlu su getirdi, ayaklarımın dibine diz çöktü.
     "Çok canın acıyacak, Zeze."
     "Zaten çok acıyor."

     "Tanrım! Aman Tanrım! Neredeyse üç parmak boyunda yarmışsın ayağını. Nasıl yaptın bunu, Zeze?"
     "Ne olur kimseye söyleme, Godoia. Uslu duracağıma yemin ederim. Bir daha kimseye beni bu kadar dövdürme..."
     "Tamam, tamam, bir şey söylemem. Ama ne yapacağız? Herkes sargılı ayağını görecek. Yarın da okula gidemeyeceksin. Eninde sonunda fark edecekler."
     "Okula gideceğim. Köşeye kadar lastik pabuçlarımı giyerim, sonrası kolay."
     "Yatman gerek, ayağını uzatman gerek, yoksa yarın hiç yürüyemezsin."
     Seke seke yatağa kadar gitmeme yardım etti.


     - Yarayı diktiler, bir de tetanos asisi yaptılar bana. Kusma isteğimi bile bastırdım. Portekizli, acımın birazını kendine almak istercesine beni göğsünde sıkıyor, terden ıslanan saçlarımı, yüzümü mendiliyle siliyordu. Bu iş hiç bitmeyecekti sanki. Eninde sonunda bitti ama. Beni yeniden arabaya taşıdığında hoşnuttu adamcağız. Verdiği bütün sözleri tuttu. Ancak benim canım bir şey istemiyordu. Sanki ruhumu ayağımdan çıkarıp almışlardı.


     - "Biz iki dostuz, değil mi? Erkek erkeğe konuşacağız şimdi. Seninle bazı şeyleri görüşmek ara sıra tüylerimi ürpertse bile yapacağım bunu. Kabul, haklısın; ama sanırım ablana sövmemen gerekirdi. Hem biliyor musun, ne olursa olsun sövmemelisin!"
     "Ama ben küçüğüm. Öcümü almak için tek yolum bu."
     "Söylediğinin ne anlama geldiğini biliyor musun?"

     Başımla evetledim.
     "Öyleyse sövmemelisin, sövmemen gerekir."
     Bir sessizlik oldu.
     "Portuga!"
     "Hımmm."
     "Sövmemi sevmiyorsun, değil mi?"
     "Hiç sevmiyorum."
     "Ölmezsem, bir daha sövmeyeceğime söz veriyorum öyleyse."


     
- "Önemi yok, onu öldüreceğim!"
     "Ne diyorsun sen, küçük; babanı mı öldüreceksin?"
     "Evet, yapacağım bunu. Başladım bile. Öldürmek, Buck Jones'un tabancasını alıp güm diye patlatmak değil! Hayır. Onu yüreğimde öldüreceğim, artık sevmeyerek... Ve bir gün büsbütün ölecek."


     
- "Başlangıçta söyledim. Sonra, seni başka bir biçimde öldürdüm. Yani, seni yüreğimde canlandırarak öldürdüm. Sen sevdiğim tek insansın, Portuga. Tek dostumsun. Bana artist resimleri, bilyeler, limonata, pasta aldığın için değil... Yemin ederim gerçeği söylüyorum."


     
- "Seni çok seviyorum, Sivrisinek. Sandığından da çok. Hadi, gülümse."


     
- Mutluyduk, bütün trajedi uzaklaşmıştı.
     "Güzel bir köşe var. Yiyecek bir şeyler götürürüz. En çok ne istersin?"
     "Seni, Portuga."
     "Ben salamdan, yumurtadan, muzdan söz ediyorum..."
     "Her şeyi severim. Evde yiyecek bir şey bulduğumuz zaman sevmeyi öğrendik."


     
- "Daha çok anlat," dedim.
     "Hoşuna gidiyor mu?"
     "Çok. Elimden gelse, seninle sekiz yüz elli iki bin kilometre hiç durmadan konuşurdum."
     "Bu kadar yola nasıl benzin yetiştiririz?"
     "Gider gibi yaparız."


     
- Onu düşünmekten kendimi alamıyordum. Şimdi acının ne olduğunu gerçekten biliyordum. Ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. Acı, insanın birlikte ölmesi gereken şeydi. Kollarda, başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden şeydi.


     - "...Hiç yaşama isteğim yok artık. Iyileşirsem kötü bir çocuk olacağım. Anlayamazsın sen. Artık uslu durmama değecek kimsem kalmadı."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder