4 Ekim 2015 Pazar

İkircikli Biricik * İlhami Algör

     - Ben
     Adım lazım değil. Çok gerekli ise "beyhude işlerin pir'i" diyelim. Geceleri ruh çağırır, sabahları geç kalkarım.


     - Gece çalışırım. Kafam gece çalışır. Gece hayaller, hayaletler gelir.


     - Gittiler.
     Geriye gecenin kendisi kaldı.
     Geceyi severim. Gece de beni seviyor. Ya da gecenin beni sevdiğine inanmak hoşuma gidiyor. İnsan sarıldığı, sarındığı bir şeyin kendisini itmesinden hoşlanmaz.


     - Masa başındayım. Kağıt kalem vadisinde. Bir şey yapacağımdan değil. Kağıda bakarak ruh çağırıyorum. Kendi ruhumu. Ya da kendime bir ruh.


     - "Belirsizlik vaadkar bir aralıktır," diyor bir tanıdığım, "bazı insanlar o aralıkta yaşamayı sever. Böylece kendilerini oyalar, oluşlarını ertelerler. Kendini kandırmak da insani bir hal'dir."

     
"Nasıl yani?"

     "İnsanın kendisi olduğunu sandığı kişi, bir ölçüde kurgu olabilir. Şartların dayattığı tercihlerin kurgusu."


     
- "Zamanın geçtikçe iyi şeyler getireceğine inanmıyorum. Zamanın iyi şeyler getirmek gibi bir derdi olduğuna inanmıyorum. İleride bir yerlerde iyiliğin bizi beklediğine inanmıyorum. Hayatın tekamül, gelişim, inkişaf, ilerleme diye kendinden menkul bir mecburiyeti olduğuna inanmıyorum... Meğer ki dünya denilen gezegen esasen bir yürüme bandı imiş. Meğer ki her şey bizim kuruntumuz imiş. Yürüme bandı üzerinde gelip geçen bir vakit'e "hayat" demek, ancak böyle bir kuruntu ile mümkün imiş."


     - Gün gelir, zaman aşar da manasızlığımızdan kurtuluruz diye umduk. O umma an'ı içinde, zamanın getiren değil de götüren bir şey, bir kayık olmasını diledik. Kayığa binesimiz geldi. Öte yandan bana, bir kuzu ile kayığa binip gitmenin henüz vakti değil gibi geldi.


     - Geri gelen an'ın; gelirken getirdiklerinden kaçmak istedim.


     - "Geçmiş geri geldikçe beni mutsuz ediyor ise geçmemiş midir? Hala burada benimle mi yaşamaktadır? Zaman yolculuğu dedikleri? Yolcu, zaman'ın kendisi de, yolculuk mekanı ben miyim? O esnada kalbim neden yanıyor? Arz ederim."


     
- Uyandığımda
     Kalbimin yerinde kuru, kavruk bir boşluk vardı. Tedirgin oldum. Kalktım, yatağın kenarına oturdum. Çıplak ayaklarımı gördüm. Yabancıydılar. Yadırgadım.


     - Yediğim haltları yazmakla görevli kayıt meleği, işbaşı yapmış çalışıyordu:
     "Kırk küsur yaşına girdiği gecenin sabahı -akşamdan kalma bir halde- kalbi olmadığı hissiyle uyandı. Çıplak ayaklarını, ayak başparmak kemiği çıkıntısını gördü. Kendisi sandığı kişinin başka biri olduğu hissine kapıldı."


     
- "Gökyüzü karışıksa kuşların işi," dedim içimden.


     - Yeni bir hayat kurmak... Nasıl oluyordu? Önce fikir mi geliyordu? Yoksa tesadüf sizi fikrin önüne mi getiriyordu? Yeni bir hayat için mutlaka, kuvvetli bir rüzgar mı gerekiyordu? Önceki hayatınız artık "eski" mi oluyordu? Eski olanın hükmü kalmıyor muydu? O vakte kadar boşuna mı yaşamış oluyordunuz?
     Bilemedim. Şehir barajı doluluk oranlarını gösteren grafikleri ve su faturalarımı hatırladım. Musluğu kapatıp çıktım.


     -"Teşekkür ederim. İncittiğim için özür dilerim. Esasen bende oldum olası, 'ulan bu hayatta bir şeyler eksik' duygusu vardır: İçimde bir yerlere yapışıktır. Yapıştığı yerde, kel şahısların zaman zaman ellerini enselerine götürüp 'acaba pencere mi açık?' diyerek sağa sola bakınmaları gibi davranışlara sebep olan sürekli bir esinti vardır. Bu ruh keli bende mi var veya hayat mı böyle? Bilemedim? Bu soruya bir cevap bulamadım, bulup da tamam olamadım. Sizi mesud edemedim. Sizi de benim bu hallerim sarmadı..."

     - "Niye kapı ağzında oturuyorsun?"
      "Kapı ağızlarını severim. Her an kaçıp gidebilmek ihtimalini diri tutar,"


     - "Sen hep beni mazideki halimle tanırsın/ Hala bilirim aşk ile bekler inanırsın."

     - "Başka türlü düşünürsem hayatım değişir mi acaba?" veya "Hayatım değişirse başka türlü düşünür müyüm?"

     - Hiç
     Evlenmedim. Beni kimse almadı. Evde kaldım da diyebilirim. Çoluk çocuğum yok. Ne kızımın regl'i, ne oğlanın sünneti. Ne hafta sonları veya bayram günleri eltiler, bacanaklar ne diğerleri. Ne de bilmem kimin düğününde "yarım altın takmalıyız, onlar bizim oğlanın sünnetinde yarım taktıydı," şeysi.
     "Kurban" dedikleri, bir canlının boğazını kesmedim. Kesmem de. Araba kullanmasını bilmem. Tali yollarda az buçuk sürmüşlüğüm vardır. Arabam olmadı. Heves etmedim. İyi tarafı da, yay kaldırımına park etmedim.


     - "Hayırdır," dedim. "İşaret mi bu?"
     "İnançsızlar kendi işaretlerini kendileri oluştururlar," dedi iç sesim.


     - "Napıyorsun bununla?"
     "Oynuyorum."

     Gülümsedi.
     "İnsanoğlu, kalp ilişkisine hikaye kondurmuşsun. Sana ait bir hikaye gibi duruyor?"
     "Evet."
     "O da mı oyun?"

     Derine iniyordu. Duraksadım. İki yolum vardı. "Dil Oyunu Çıkmazı"na girer, metafor, mecaz, top sektirirdim. Kurnazlık, zeka, esasen bir bilmezlik hali olan çok bilmişlik ile oyalanırdım. Ben oyalanırken dünya başka bir şekle girerdi. Dönüp kapımı çalardı. "Kim o?" derdim. "Sen oyalanırken, başka bir şekle girmiş olan dünya," derdi kapıyı çalan.


     - "Evet oyun. Bende kalmış bir derdi sağaltmak için uydurulmuş bir oyun."      " Doğrudan bir derd ama telafisi dolaylı."      "Vay be..."      Şaşkınlığımın ağzımdan çıkış şekline şaşırdım.
     "Çok net ifade ettin."
     Hakikaten de "doğrudan bir derd ama telafisi dolaylı" cümlesi, bir an bir şeyi yanlış yaptığımı hissettirdi bana. Bir şeyler sezdim ama bağlayamadım. O esnada biraz dalmışım.
     "Olay mahallinde misin?"
     "Evet ama izi kaybettim."
     "Bir mesele var diyelim, ruha ağırlığı, maliyeti var, onunla baş etmek için bir tür kıvırtma teknikleri geliştiriyoruz... Diyebilir miyiz?"
     "Diyebiliriz."
     "Niye yapıyoruz.?"
     "Ben henüz ne yaptığımızı kavrayamadım..."

     Şöyle bir baktı, "Kuyu senin, nasıl indiysen çıkarsın," dedi, "veya yatay geçiş bulursun."


     
- Bakarken ne düşündüğünü merak ettim. Sussam belki dünya daha güzel bir yer olurdu ama dilimi tutamadım.
     "'Doğrudan bir derdim vardı, telafisi dolaylı' yazsam mı acaba?"

     - Bir hayal çağırdım. Mümkün ise deniz gören bir hayal. Belki vapura biner adaya giderim. Hava güzel olur. Dışarıya, arka güverteye otururum.


     - "Mahcup olacağınız şeyleri yapmayın. Ayrıca derin teessür hallerinde vücud gayri iradi davranışlar geliştirilebilir. Hiç olamadı mı size?"
     "Olmadı. Ben sizinki kadar teşekküllü ve oturmuş bir hayat kuramadım."
     "İstemediniz mi, beceremediniz mi?"
     "Beceremeyeceğimi düşündüm."
     "Neden?"
     "Becerme gayretlerinin nasıl tarumar olduğunu gördüm. Beyhude kalıyor çabalar."
     "Karamsarsınız."
     "Bir yönüyle evet."
     "Bir idealiniz de yok..."
     "Küçük bir şerh ile evet."
     "Nedir şerhiniz?"
     "Henüz yok fakat belki ihtiyaç olur, ihtimal olarak kenarda bulunsun."


     - Sabah
     Garip bir duygu ile uyandım. Kalbim yerinde değildi. Ayaklarıma baktım. Yabancıydılar.


     - "İnsan ruhu bazı durumlarda incinir. İncinen yerde derd oluşur, oraya yerleşir. Derd, kendi zekası olan bir virüs'tür. Yerleştiği yerden sürekli bir şeyler fısıldar. Bazen fısıltı yoğunlaşır. Yoğunlaştıkça ruhu yakar. Ruhun sahibi, biraz derdinin karakterine biraz da kendi huyuna suyuna göre bir çare bulur. Bu çare, fısıltının kaynağına inip, yakasını tutup 'ne diyorsun hemşerim?' şeklinde doğrudan bir yöntem olabilir. Diğer yöntem ise fısıltıyı duymazdan gelmektir. Kıvırtma teknikleri burada devreye girer. Fısıltıyı duymazdan gelen izahlar, kabuller üretir. Kabullerine inanır. Edebiyatı dahi olan insani bir haldir. Ve bazen edebiyat, kıvırtma tekniklerinin en incelikli biçimlerinden biridir."

     - "Kadını elinde nasıl tutacağını bilmeyen adam" lafı tanıdık geldi. Kadını elinde tutmak niye? Başkası almasın diye mi? Bilemedim.
     "Sıkı sıkı sarmalanmak diye bir beklenti olamaz mı?" dedi iç sesim.
     Yüz vermedim. Kitaba döndüm:
     "Böylece duyguları, düşünceleri, bedeni de dahil kendisi ya da kendisi sandığı kişi, çürüyen ve çürürken dönüşen şeyler gibi ucu açık, belirsiz bir yarına mayalanıyordu. Durduğu yerin ıslak bir gölgelik olduğunu, orada kaldıkça gölgenin koyulaşacağını biliyor, buna rağmen yarasını yalamaya mecalsiz bir köpek gibi gölgede durmaya devam ediyordu."
     "Köpek" kelimesi ağır geldi. Gocundum.
     "Kibarım benim! Kadına kimseyi elinde tutmak istemediğini, 'elinde tutmak' fikrine inanmadığını açıkça söylemez. Bunun yerine ilişkide yetersizliğini kabul ile kendini sorgulayan adil, vicdan sahibi adam rolünü tercih eder. Kendini çarmıhlara gerecek kadar rolü abartır. Kendini yerin dibine batırarak, yolunda gitmeyen şeylerin sorumluluğunu üstlenerek meseleyi hallettiğini sanmaktadır. Oysa kadını bir tür sessiz şiddetle itmekte, yalnız bırakmaktadır. Kadına lazım olan bu değildir."

     - İnsanın
     Kendi içinde ikinci bir ses barındırması, ses'in söylediklerini dikkate alması hatta onun ile sohbete girmesi ve bazen zıtlaşması, çoğu kimse için "Allah, Hızır ve Odin, akıl fikir versin" durumudur. Ben böyle düşünmem. Herkesin bir iç sesi vardır. İç'i olanın sesi de vardır. İç'ini bastıran sesi de bastırır. Bastırılmış ses, hayat boyu çıkmasa bile son nefes olarak çıkar.


     - İnsanın ruhen oyunbaz olanı olmayanından ayırt edilir oldu.


     - "Bu dünya şeytanın dünyası, Allah karışmıyor,"

     - Tatsız bir his, bumerang derler dönüp dolaşıp sizi bulan zımbırtı gibi geri geldi.
     Teşekkür ile cevapladım. Telefonu kapattım. Bumerang gitmedi, bende kaldı.


     - "Bilmediğim şeyler değil..."
     Yine kelime biriktirmeye başladı.
     "...acı nasıl bir şey ise dönüp geri geliyor. Zaman her şeye ilaçtır derler, fakat..."
     "Palavra,"
dedim içimden, zamanın ilaç olmasına dair.


     - "Efendim, ben esasen bir işgüzar, beyhude işlerin pir'iyim. Durduk yerde bir merak'a kapılır peşinden giderim. İyi bir huy değildir. Yani görünürde bir getirisi yoktur. Görünmez getirinin de bu devirde bir manası yoktur."

     - Kapı önü
     İki adım attım, üçüncüyü atamadım. Ne olduğunu bilmediğim bir zımbırtı beni tuttu. Yol ortasında kazık gibi dikilmek, bir yaştan sonra makbul bir davranış değildir. İki adım kenara çekilip "Beni duraksatan nedir acaba?" salıncağına bindim. Salıncağı severim. Bazılarına göre kafa karışıklığıdır. Bence değil. Kendine bir ruh arama hali diyelim. Bir ruh'un olmadığı için değil. Belki bir ruh yetmediği için. Veya bir an durup bir şeyleri sindirmen gerekiyordur. Her ne iseler onlar.


     - Ravel- Bolero


     - Yine yeni yıl geldi
     Yılbaşı, doğum günü gibi özel günlerden kaçarım. Etrafta oluşan, "eller havaya" coşkusundan kaçarım. Ruhuma sıkıntı basar. Kendi başıma takılmayı tercih ederim. Huysuzum diyelim.


     - "Hayat hakkında fikrim yok... aynen böyle yaz."


     - Herkes aranmak, dış dünyadan bir ses duymak ister. Sadece iç dünya ile yürümüyor hayat.


     - "Ev'e dönmek istemiyorum," dedim ruhuma, "tanıdık bildik mekanlara, her zamanki hayatıma dönmek istemiyorum."
     "Beni takip et,"
dedi.


     - Aramızda sessiz, görünmez bir engel vardı. Konuşamıyorduk. Biz susar isek, fısıltılar konuşurdu. Hadi ben takıntılı biriydim. Takıldığımda içime döner, olay mahallini kazardım. O niye tutuktu?


     - ...Veya geçmiş meğer geçmemiş ise, bir acı şeklinde ruhlara takılıp kalmışsa, acıyı sağaltılması umulan adalet kara trene binmiş hiç gelmemişse, geleceği de yok ise, bir çocuk dünyayı iç çekilen bir yer olarak tanımışsa, elinizdekilerin birdenbire yok olabildiği, kimsenin ağzını açıp yok olmalara, edilmelere itiraz edemediği bir hayatta elde tutmak diye bir şey'e inanmamış ise...


     - Hayattan bir şeyler bekleyen birisi olarak pazar günleri benim için hayatın akmadığı, donduğu sıkıntı günlerdir. Hayattan ne beklediğimi bilmem. Önemli değil. Bana zamanın akışkan hali lazım. Burada ikircikli bir durum var.
     Hayatın nehirvari akışkan bir şey olduğu ve akar iken bana bir şeyler getirebileceği kabulu ile "valla ne beklediğimi bilmiyorum, zaten bir şey beklemiyorum," cümlesi.


     - "Bütün insanlar aynı 'şimdi'lerde var olmazlar..." Peter Burke, Kültür Tarihi


     - "...Gece alışkanlığını vururken,/
     her yalnızın talihsiz alnına..."
Nilgün Marmara, "Niye koşmalı sanki?"


     - "gözlerim karmakarışık, körüm ben" Gülten Akın, "Güz"
   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder