18 Ağustos 2012 Cumartesi

Veronika Ölmek İstiyor * Paulo Coelho

- Bu dünyada hiçbir şey rastlantı sonucu meydana gelmez.


- Hala genç, güzel ve zekiyim, erkek arkadaş bulmakta zorlanmayacağım, hiçbir zaman zorlanmadım zaten. Onlarla kendi evlerinde ya da koruluklarda sevişeceğim, belli ölçüde zevk alacağım, ama orgazm olur olmaz o boşluk duygusu geri gelecek. Konuşacak pek bir lafımız olmayacak ve ikimiz de bunu bileceğiz. Bir an önce sıvışmak için bahane uydurma anı gelecek. -"geç oldu," ya da "yarın erken kalkmam gerekiyor," ve birbirimizin gözlerine bakmaktan çekinerek çabucak ayrılacağız.


- Kendi dünyasında yaşayan herkes delidir. Şizofrenler, psikopatlar, manyaklar. Yani başkalarından farklı olanlar.


- Kendilerini normal sanıyorlar, çünkü hepsi aynı şeyleri yapıyorlar Ben de işte, onların kuyusundan içmiş numarası yapacağım.


- İnsanlar hiçbir zaman kendilerine anlatılanlardan bir şey öğrenmezler, kendi çabalarıyla öğrenirler yalnızca.


- İnsanlae ancak koşullar buna elverdiğinde delirme lüksüne sahiptirler.


- Anlaşılmamaktan gurur duyuyordu, çünkü tüm dahiler bu bedeli ödemişlerdi.


- Gerçek sen; içindeki sen, başkalarının biçimlendirmediği sendir.


- Mari, Tanrı'yı suça teşvikle de suçlayabilirdi, çünkü ağacın nerede olduğunu Adem ile Havva'ya o göstermişti. Bu konuda bir şey söylememiş olsaydı, bu dünyada insanlar kuşaklar boyu mutluluk içinde yaşayacaklar, yasak meyveye el uzatmak kimsenin aklına gelmeyecekti, benzer agaçlarla dolu bir ormanda bulunduğunda kimse onun özel değerini bilmeyecekti.


- Duygular hep vardı, ama gizlenmek zorundaydı.



- Herkes hayal kurar da yalnızca pek az kişi hayallerini gerçekleştirebilirse, hepimiz korkağız demektir. Haklı olan kişi en güçlü olandır. Bu durumda bir paradoks söz konusu, en korkak olanlar aynı zamanda en cesurlar,  çünkü fikirlerini herkese empoze edebiliyorlar.


- Yaşayın yaşamasını bilirseniz Tanrı da sizinle birlikte yaşar. Onun koyduğu riskleri göze alamazsanız, o Tanrı da uzak bir cennete çekilir ve yalnızca felsefi birtakım spekülasyonlara konu olur. Herkes biliyor bunu, ama hiç kimse ilk adımı atmıyor, belki de deli damgası yemekten korkuyorlar. Bizim en azından böyle bir korkumuz yok Eduard. Bizler Villete'de yaşamışlarız.


- Diplomasi, karşıdakini beklemede tutma sanatıdır. İlk aşklar belki hiç unutulmaz, ama mutlaka sona erer.



- Elektroşok yapsınlar diye bilerek azgınlık yaptım, çünkü sen benim kafamı karıştırıyorsun. Neler hissettiğimdne tam emin değilim, üstelik sevgi, hayatımı bir kez mahvetti.


     Çok güçlü bir büyücü, bütün ülkeyi yok etmek ister, o ülke halkından herkesin su çektiği bir kuyuya sihirli bir madde atar. Kuyunun suyunu kim içerse delirecektir. Ertesi sabah, herkes kuyudan su çekip içer, hepsi de delirir. Yalnızca kraliyet ailesi, kendilerine ait özel bir kuyudan su çektiklerinden, sihirbaz da o kuyuyu zehirlemeyi beceremediğinden, delirmezler. Tabii kral çok kaygılanır, halkının sağlığını güvenliğini sağlamak için bir dizi emir verir. Ancak polisler ve müfettişler de halkın içtiği sudan içmiş olduklarından, kralın emirlerini saçma bulur, uygulamazlar. Ülkede yaşayanlar kralın emirlerini duyduklarında onun çıldırdığına inanırlar, hep birlikte şatosunun önünde toplanıp tacını ve tahtını bırakması için gösteriler yaparlar. Umutsuzluk içindeki kral tahtından inmeye hazırlanırken kraliçe ona engel olarak der ki 'Gel biz de o kuyunun suyundan içelim, o zaman biz de onlar gibi oluruz.' Ve öyle yaparlar: Kral ile Kraliçe de cinnet suyunu içip anında saçma sapan konuşmaya başlarlar. Bu durumda halk taşkınlığından dolayı pişman olur; öyle ya madem bu kral bu kadar bilgece konuşuyor, onu alaşağı etmenin bir anlamı yoktur. Ülkede barış ve huzur yeniden hüküm sürer, bu halk komşularından epeyce farklı bir hayat tarzı benimsemiştir, ama kral ölümüne dek ülkesini yönetebilmiştir.


      Yaşamı boyunca pek çok şeyi sonuna dek götürdüğü doğruydu, ama hep önemsiz şeylerdi bunlar, bir özürle sona erebilecek bir küslüğü uzatmak, bir ilişkinin sonu olmadığını düşündüğünde adamı sevdiği halde telefon etmemek gibi. Kolay konularda ödün vermemekte üstüne yoktu; sanki ne kadar güçlü ve aldırışsız olduğunu kendi kendine böyle kanıtlayacaktı. Oysa aslında kırılgan bir insandı, hiçbir zaman üstün bir öğrenci olmamış, okulda spor dallarında da pek bir başarı gösterememiş, evinde de huzurlu bir yaşam sağlayamamıştı. Ufak tefek kusurlarının üstesinden gelmeyi başarmış, ama yaşamsal önemi olan konularda yenilgiye uğramıştı. Başına buyruk bir kişi olduğu havasını yaratmayı başarmıştı, ama aslında çok derin bir arkadaş özlemi vardı. Kalabalık bir yere girdiğinde herkes dönüp ona bakardı, ama hemen her geceyi bir manastır odasında, antenini doğru dürüst ayarlatmaya üşendiği televizyonunun karşısında yapayalnız geçirirdi. Tüm tanıdıkları onu gıpta edilecek bir kadın gibi görürlerdi, ama bu görüntüyü sağlamak, kendisi için yarattığı bu imaja uygun davranmaya çalışmak hemen hemen tüm enerjisini tüketmişti. Bu yüzden, kendi kendisi olmak için gereken enerji hep eksik kalmıştı. Dünyadaki herkes gibi, mutlu olmak için başkalarına ihtiyaç duyan bir kişiydi, ama başkalarıyla baş etmek de zordu. Beklenmedik tepkiler gösteriyorlar, çevrelerine koruyucu duvarlar örüyorlar, aynı kendisi gibi davranarak hiçbir şeye aldırmaz numaralarına yatıyorlardı. Yaşama daha açık biriyle karşılaştıklarında ya onu daha ilk adımda dışlıyorlar ya da ona acı çektiriyorlar, onu aşağılıyorlar, "tuhaf" muamelesi yapıyorlardı.


Ve dedim ki kalbime, budalaya ne olduysa
olacaktır bana da...
Git yoluna, ye ekmeğini coşkuyla,
ferah gönülle iç şarabını da
ne yapacağını bilmiş Tanrı önceden.
Giydiğin hep beyaz olsun,
başından eksik olmasın merhem.
Yaşa keyfince sevdiğin kadınla
günlerin gururla dolsun,
o da Tanrı'nın armağanıdır sana.
Gurur dolu günlerin
görüp göreceğindir hayatta,
bir de güneşin altında harcadığın emek...
Yürü kalbinin gösterdiği yolda
gözünle gördüğünü tanı:
ama bil ki bütün yaptıkların
yargısına uğrayacaktır Tanrı'nın.
"Yargısına uğrayacağım Tanrı'nın" dedi Eduard, yüksek sesle, "ve ona diyeceğim ki: Yaşamımın bir döneminde durup rüzgara baktım, ekin ekmeyi unuttum, coşkuyla yaşamadım, bana sunulan şarabı bile içmedim. Ama günün birinde hazır olduğuma hükmettim ve yeniden işe koyuldum. 'Cennet Görüntüleri'mi sana anlattım, tıpkı Bosch, Van Gogh, Wagner, Beethoven, Einstein ve benden önce dünyaya gelmiş nice deli gibi.


     Bazı şeyler vardır ki, sırf insanların çoğunluğu öyle olmaları gerektiğine inandığı için yerleşir, normlaşırlar. Yazı makinesinin tuşlarının neden bildiğimiz sırada düzenlendiğini hiç merak ettiniz mi? İlk sıradaki harflerin düzenine göre adlandırıyoruz klavyeleri: Q klavye (QWERTY). Klavyenin neden alfabetik sıraya göre değil de, her dilde farklı farklı dizildiğinin gerekçesini merak edip araştırdım. İlk yazı makinesi 1873 yılında Christopher Scholes tarafından, el yazısının güçlük ve yavaşlığını telafi etmek üzere icat edilmiş. Ama ortaya bir sorun çıkmış hemen; makinede çok hızlı yazıldığında çubuklar birbirine karışıyor, makine de çalışmıyormuş. Bunun üzerine Scholes, Q klavyeyi icat etmiş. Yazı makinelerinin daha yavaş yazmalarını sağlayan bir klavye! Remington firması- ki o zamana değin dikiş makinesi üretiyormuş- yazı makinesi üretmeye karar verdiklerinde Q klavyeyi kullanmışlar. Bunun sonucunda insanlar bu klavyeyi öğrenmek zorunda kalmışlar, bunun üzerine öteki firmalar da aynı klavyeyi üretmek durumuna düşmüşler, bir dönem piyasada başka hiçbir model bulunamaz olmuş. Tekrarlamak gerekirse: Yazı makinesi ve bilgisayar klavyeleri, kullanıcılar daha hızlı değil, daha yavaş yazsınlar diye ayarlanmış. Anladınız mı? Şimdi bu klavye düzenini bozmaya kalksanız malınızı kimseye satamazsınız.



     Floransa'daki katedralde 1443 yılında Paolo Uccello tarafından tasarlanmış çok güzel bir saat var. Şimdi, bu saatin özelliği şu: bütün öteki saatler gibi zamanı ölçüyor, ama akrep ile yelkovanı normal saatlerin aksi yönde dönüyor. Paolo Uccello bu saati yaptığında farklı olma çabasında değilmiş. Aslına bakarsanız o dönemde, her iki yönde de dönen saatler varmış, kullanılıyormuş. Hiç bilinmeyen bir nedenle, belki de dükün evindeki saat bizim şimdilerde 'doğru' bellediğimiz yönde döndüğünden, artık tek yön o kabul edilmiş ve Uccello'nun tasarladığı saat bir anormallik, hatta delilik örneği sayılmış. Her insan tektir, her bireyin kendi özellikleri, içgüdüleri, farklı beğenileri, istekleri, serüven biçimleri vardır. Ancak, toplum her zaman belirli bir davranış kurallarını herkese empoze etme eğilimindedir, tek tek insanlar ise neden bu kurallara uymak zorunda olduklarını merak etmezler. Bunları kabullenirler, saatin yönünü sorgulayan biriyle karşılaştınız mı hiç? Biri böyle bir şey yapacak olsa, alacağı karşılık, 'Deli midir, nedir?' olacaktır. Kişi ısrarlı davranırsa bir neden uydurulacaktır kuşkusuz, ama konuyu değiştirmeye bakacaktır herkes, çünkü size demin açıkladığımdan başka neden yoktur.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder