15 Ekim 2016 Cumartesi

Sputnik Sevgilim * Haruki Murakami

   


     Kısa bir aradan sonra tekrar Merhaba.

     Uzun zamandır aklımda olup da bir türlü okuyamadığım yazarlardan biri olan Haruki Murakami'yi sonunda okudum, ve çok sevdim. Severek okuyacağım yazarlar listesine hızlı bir giriş yaptı.

     Sputnik Sevgilim de kurgusu ve anlatımıyla sıkmıyor, keyifle okunuyor.

     Franz Kafka'yı çok sevdiğim için sırf adından ötürü Murakami'nin Sahilde Kafka'sını okumak istiyorum. Bu kitaptan sonra okuyacağım ikinci kitabı Sahilde Kafka olacak.

     Gelelim Sputnik Sevgilim kitabında altını çizdiğim beni etkileyen cümlelere;

     - Hayat ne denli çok seçenek sunacak olursa olsun onun gitmek istediği tek bir yol vardı: yazar olmaya giden yol. Edebiyat tutkusu ile arasına hiçbir şey giremezdi.


     - Yine de sıradan bir genelleme yapacak olursam, mükemmel olmayan yaşamlarımızda boşa harcanmış zamanların da yeri önemli değil midir? Eğer bu mükemmel olmayan yaşamlarımızdan bu tür boşa harcanmışlıkları çıkaracak olursak, yaşamlarımız mükemmel olmama özelliğini bile yitiriverir.


     - Bir kez konuşmaya başladı mı susmak bilmezdi, ama aklının uyuşmadığı kişilerin yanında (diğer bir deyişle dünyadaki insanların tamamına yakını karşısında) ağzını bıçak açmazdı. Aşırı miktarda sigara içer, ne zaman trene binecek olsa biletini kaybederdi. Aklına bir şeyler takılmayagörsün yemek yemeyi bile unuturdu.


     - “İnsan yaşamında bir kez olsun vahşi tabiatın içine karışmalı, ne kadar sıkıcı olursa olsun sağlıklı bir tek başınalığı deneyimlemeli. Tamamıyla kendine bel bağlamak zorunda olduğunu keşfedip, sonrasında kendi içindeki gerçeği, içinde gizlenmiş gücü öğrenmeli.” Kerouac - Yalnız Gezgin


     - Bach - Kahve kantatı


     - Orada derin bir sessizlik ve yalnızlık vardı. Zihni, bir kış gecesindeki gök kadar berraktı. Büyükayı ve Kutupyıldızı da kendi yerlerinde sabit halde parlamaktaydı.
     Yazması gereken pek çok şey vardı. Anlatması gereken bir sürü öyküsü. Tek bir doğru çıkış kapısı bulabilse, tutkulu hisleri ve düşünceleri lav gibi fışkıracak, oradan da entellektüel açıdan dolu dolu, orijinal eserler ardı ardına doğacaktı. İnsanların dikkati ansızın ortaya çıkan bu “alışılmadık yeteneğe sahip yeni yazar” üzerine çekilecekti. Gazetelerin kültür sayfalarında yüzünde havalı gülümsemesiyle fotoğrafları basılacak, editörler onu dairesinde ziyaret etmek için yarışacaklardı. Ancak ne yazık ki, bunların hiçbiri olmuyordu. Gerçekte olan, sadece başını ya da sonunu yazdığı yazılarıydı ama henüz bunlardan bütün bir eser çıkaramamıştı.


     - Puccini - La bohème


     - Atasözünde dendiği gibi, iyi şeylerin yetişmesi zaman alır.


     - “ Biliyor musun, kafamın içi yazmak istediklerimle dolu. Akıl almaz büyüklükte bir ambar orası” demişti Sumire. “Bir sürü imge, manzara, parça parça sözcükler, insan suretleri… hepsi beynimin içinde göz kamaştırıcı şekilde parlıyorlar, capcanlılar. Bana ‘Yaz hadi!’ diye bağırdıklarını duyup, oradan mükemmel bir hikaye çıkacak diye düşünüyorum. Yeni bir yere gidiyormuş duygusuna kapılıyorum. Ama masa başına geçip yazmaya kalkışınca önemli bir şeylerin yitip gittiğini anlıyorum. Kristalleşemiyorlar sanki, çakıl taşları gibi öylece kalakalıyorlar. Ve ben de hiçbir yere gidemiyorum.”


     - “Bende temelde bir şeyler eksik demek ki, yazar olmak için sahip olmam gereken, çok önemli bir şeyler.”


     - “Senin cinsel isteksizlik durumunla ilgili bir şey diyemem tabii” dedim. “ “O kıyıda köşede bir yerde gizleniyor da olabilir. Ama aşık olmak akıl almaz bir şeydir. Aşk bir anda seni ele geçiriverir. Belki de yarın olur bu.”
     Sumire, bakışlarını gökyüzünden bana doğru çevirdi. “Kasırga gibi mi?”
     “Öyle de denebilir.”


     - Beethoven Sonata N° 32 Daniel Barenboim


     - Myu güldü. “Sakıncası yoksa kendinden söz eder misin bana? Demek istediğim, ne tür becerilerin var? Çokca roman okuyup bolca müzik dinliyor olmanın dışında?”
     Sumire, bıçakla çatalı sessizce tabağa bıraktı, masanın üzerindeki boşluğa bakarken kendini düşündü.
     “ Becerikli olduğum şeylerden ziyade, yapamadıklarımı sıralasam daha hızlı olabilir. Yemek yapamadığım gibi temizlik yapmak da gelmez elimden. Evim dağınıktır, sık sık eşyalarımı kaybederim. Müziği severim ama müzik kulağım hiç yoktur, şarkı söyleyemem. Çok beceriksizim, bir çivi bile çakamam. Yön duygum felakettir, sağımı solumu bile sık sık birbirine karıştırırım. Çok sinirlenince bir şeyleri kırma eğilimim vardır. Bu bir tabak, kurşunkalem ya da çalar saat olabilir. Sonra pişmanlık duysam da o an bunu yapmaktan kendimi alamam. Tek kuruş birikimim yok. Sebepsiz yere sıkılganım ve neredeyse hiç arkadaşım yok.”


     - Ben bu kadına aşık oldum. Bir anda farkına vardı Sumire. Şüphe yok (buz soğuktur, gül kırmızı). Ve bu aşk beni sürükleyip bir yerlere götürmeye çalışıyor; öyle güçlü bir akıntı ki ondan kendimi korumam neredeyse olanaksız. Bana tek bir seçme hakkı bile verilmiş değil çünkü. Sürüklenip götürüldüğüm yer bugüne değin hiç görmediğim özel bir dünya olabilir. Belki de çok tehlikelidir. Orada gizlenmiş olan şeyler beni derinden, öldürücü şekilde yaralayabilir. Şimdi sahip olduğum her şey elimden çıkıp gidebilir. Ama artık dönüş yok. Kendimi bu akıntıya bırakmak dışında bir şey yapamam. Yanıp kül olsam da, yok olup gitsem de.


     - “Sen göründüğünden de tuhafmışsın.”
     “Her insan biraz tuhaftır.”
dedim.


     - “Saçma esprilerin yakıt olarak kullanıldığı bir araba icat edilirse, sen çok uzaklara gidebilirsin.”


     - “Her konuda böyledir; en faydalı bilgi, deneyimleyerek ve bedelini ödeyerek edindiğindir. Kitaptan edindiklerin değil.”

     - “Aklına estiği gibi yaşayan, bencil biri olduğumun farkındayım. Ama aklım karışmazdı. Bazı yanlışlar yapsam da, genel söyleyişle ifade edersem, doğru yolu bulacağıma inanıyordum.”


     - “Bazen çok tatlı olabiliyorsun. Noel, yaz tatili ve yeni doğmuş yavru köpeklerin toplamı gibi.”


     - “Onun yanında kulağımın içindeki o kemik çın çın çınlıyor. İnce deniz kabuklarından yapılmış
bir rüzgar çanı gibi. Bunun cinsel arzu olmadığını söylüyorsan, benim damarlarımda dolaşan
da domates suyudur o zaman.”


     - Ancak ben “hassas” insanların başkalarını incittiklerini defalarca gördüm. “Dürüst ve açık” insanların, istediklerini almak için işlerine geldiği gibi davrandıklarını gördüm. “Karşısındakinin yüreğindekileri anlamakta becerikli” olan kişilerin hiç de işten olmayan övgülere kolayca kandırıldıklarını gördüm. Bu durumda bizler kendimiz hakkında gerçekte ne biliyor olabiliriz ki?


     - Belki de bu yüzden, gençliğimin ortalarında, bir noktada, kendimle diğerleri arasında gözle görünmeyen bir sınır çekmiştim. Fark gözetmeksizin herkesle arama bir mesafe koyup, bu mesafenin kısalmamasına dikkat ederek karşımdakinin tavırlarını gözledim. Söylenenleri olduğu gibi almadım. Bu dünyada sınırsız bir tutku duyduğum şeyler sadece kitaplar ve müzikti. Ve doğal olarak da yalnız bir insana dönüşmüştüm.


     - Yoktu isteği
     Zamanın yığdığı
     Çöp dağının altında
     Gömülü olanları eşelemeye
- Yevgeni Onegin


     - Ne kadar konuşursak konuşalım hiç bıkmazdık. Konuşacak konu sıkıntısı çekmezdik. Sevgililerden bile daha tutkulu ve içtendi sohbetlerimiz. Romanlardan konuşurduk, dünyadan, etraftaki manzaradan, lisandan.
     Onunla sevgili olmanın ne harika bir şey olacağını düşünmüşümdür hep. Tenimde onun teninin sıcaklığını hissetmek isterdim. Mümkün olsa onunla evlenip birlikte yaşamayı bile isterdim.


     - “Birinci sorun, bunun ne tür bir kurmaca olduğunu henüz bilmiyor olman. Henüz konuyu bilmediğin gibi, tarzın da belirsiz daha. Bildiğin tek şey, ana karakterin adı. Buna rağmen, ben dediğin kişiyi gerçekçi bir halde oluşturmaya çalışıyorsun. Biraz zaman geçince, bu yeni kurmaca seni korumak için harekete geçecek ve sen yeni dünyanın görüntüsünü görebilir hale geleceksin. Ama henüz bu durumda değilsin. Doğal olarak tehlikeli bir noktadasın.”
     “ Demek istediğin, benim eski şanzımanımın çıkarıldığı ve yenisinin henüz yerine tam olarak oturtulmadığı. Ancak motor tıkır tıkır çalışmakta. Bunu mu kastediyorsun?”

     “Böyle de diyebilirsin.”


     - “ Bir tehlike olduğunu ben de biliyorum. Nasıl ifade edebilirim acaba? Bazen çok daralıyorum. Sanki bütün yapı darmadağın olmuş. Çekim gücüyle artık bağın kalmamış, uzayın kapkara boşluğunda tek başına savruluyormuşsun gibi bir duygu. Hangi yöne gittiğimi bile bilmiyormuşum gibi.”


     - Mack the Knife-Bobby Darin


     - “Groucho Marx’ın harika bir şarkı sözü var” dedim. “She’s in so love with me she doesn’t know anything. That’s why she’s in love with me.”


     - İdeal bir yaz tatili geçirme biçimiydi bu benim için. Sıcak, tek başına ve özgür; kimseyi rahatsız etmeden, kimseye rahatsızlık vermeden.


     - Hani sen deliksiz uyurken birisi çıkıp gelmiş, seni önce parçalara ayırmış, sonra da hızlı bir şekilde parçaları birleştirmiş gibi bir duygu desem anlaşılır olur mu? Anlıyor musun beni?
     Ne kadar bakarsam bakayım ben kesinlikle kendimim ama her zaman olduğum halimden
farklı duyumsuyorum kendimi. Ama “her zaman” nasıldım, bunu hatırlamakta güçlük
çekiyorum. Uçaktan indiğimden beridir, bu son derece gerçekçi, parçalara ayrılıp
birleştirilmiş olma yanılsamasından -muhtemelen bu bir yanılsama değil mi? -
kurtaramıyorum kendimi.


     - Ama emin olduğum bir şey var; sen burada olsaydın her şey daha iyi olurdu. Senden uzaklara gidince - Myu ile birlikte olsam dahi - kendimi yalnız hissediyorum. Daha da uzaklaşırsam, çok daha yalnız hissederim mutlaka. Umarım sen de aynısını hissediyorsundur.


     - “Ben olsam o pası vermezdim” diyeceğim tarzda pasları gördükçe başımı sağa sola sallayıp iç çektim. İnsanın, hiç tanımadığı birinin hatasını eleştirmesi çok kolay bir şeydi ve kendini iyi hissettiriyordu.


     - O çok ama çok uzaklardaydı. Bundan sonra da benden uzaklaştıkça uzaklaşacaktı. Böyle düşünmek beni hüzünlendirdi. Rüzgarın delice estiği bir gecede, yüksek bir taş duvara nedensizce, ne yapacağını bilmez bir şekilde, öylece tutunan anlamsız bir böcek gibi hissettim kendimi. Sumire benden uzaklaşıp, “Yalnızım” diyor. Ama onun yanında Myu var. Benim kimsem yok. Benim, kendimden başka kimsem yok. Her daim olduğu gibi.


     - Böyle zamanlarda hep duyumsadığım bir şeydi; dünyada benden daha acınası biri yoktur diye düşündüm.


     - Eski günleri hatırladım. Gençliğim (diye adlandırılması gereken dönemim) acaba bittiğini ne zaman haber vermişti bana? Peki, bitmiş miydi gerçekten? Daha kısa bir süre öncesine değin, hiç kuşkusuz tam bir yetişkin de sayılmazdım. Huey Lewis and the News’un birkaç parçası hit olmuştu.Bir kaç yıl öncesinin olaylarıydı bunlar. Ve ben şimdi buradaydım işte, kapalı bir çember içindeydim. Aynı yerde dönüp durmaya devam ediyordum. Hiçbir yere varamayacağımı biliyor ve buna engel olamıyordum. Ama devam etmek zorundaydım. Devam etmezsem hayatta kalmayı başaramazdım ki.


     - Ancak bunun arzu edilen türde bir şey olmadığı kesindi. Ne kadar arzu edilmeyen bir şeydi, işte asıl sorun buydu. Ne var ki, sabah olana değin elimden bir şey de gelmezdi. Sandalyeye oturup masaya iki ayağımı uzattım, kitap okuyarak gündoğumunu bekledim. Gün, doğmak bilmedi.


     - Onunla birlikte geçirdiğimiz zamanlar, bulunduğumuz çeşitli mekanlar, eski dönem belgesel filmleri gibi bölük pörçük canlandı zihnimde.


     - Her ikimiz de bilgelik denen şeye sahip değildik ve bunu telafi edebilecek bir yeteneğimiz de yoktu. Kendimizi dayandırabileceğimiz bir temel de yoktu. Bizler sonsuz sıfırlar gibiydik. Bir hiçlikten bir diğerine sürüklenen zavallı varlıklardık.


     - Gençliğimden beri tek başıma yolculuk etmeye alışkınım, ne kadar yakın olsak da, her gün sabahtan akşama dek bir başkasıyla burun buruna olmak benim için oldukça zor bir şey.


     - Dünyanın bir ucundayım, sessizce oturuyorum ve beni kimse görmüyor.


     - Buradan hiçbir yere kımıldamak istemiyorum, diye düşünüyordum. Hiç bir yere gitmek istemiyorum. Hep böyle kalmak istiyorum.


     - Arılar önceki müşterinin masaya döktüğü reçeli yalamakla meşguldüler.


     - Bütün güzel şeyler bir gün mutlaka biter.


     - O hala bir çocuk, diye düşündü. Yalnız ve korkmuş; birinin sıcaklığını istiyor. Tıpkı çam ağacının dalına tutunmuş yavru kedi gibi.


     - O zaman anladım; biz harika yol arkadaşlarıydık, ancak sonunda her birimiz kendi rotasında gidecek yalnız bir metal kütlesinden başka bir şey değildik. Uzaktan bakınca kayan yıldızlar kadar güzel görünüyorduk. Gerçekte ise, tek başımıza uzaya hapsolmuş, hiçbir yere gidemeyen tutsaklar gibiydik. Ancak iki uydunun yörüngeleri tesadüfen kesişince bir araya gelebiliyorduk. Hatta birbirimize duygularımızı bile açabilirdik. Sadece bir anlığına. Hemen sonraki an ise mutlak bir tek başınalığa doğru savrulacaktık. Günün birinde yanıp yok oluncaya dek.


     - Sumire ağlaya ağlaya iyice içini boşalttıktan sonra hiç tereddüt etmeden doğruldu yatakta, yere düşmüş pijamasını alıp giydi. Sonra, bir süre tek başına kalmak istediğini söyledi ve kendi odasına döndü. Düşünürken çok derinlere dalma e mi? Yarın yeni bir gün başlayacak ve her şey eskisi gibi devam edecek, dedim ona. Öyle tabii, dedi Sumire.


     - Yarının bugünden daha iyi olacağı umudu, ne yazık ki pek yoktu. Ancak durum ne olursa olsun, şimdi bunları düşünmenin de hiçbir yararı yoktu. Gözlerimi kapattım, derin bir uykuya dalmışım.


     - Bu sahil tek başına gelmek için aşırı sessiz ve aşırı güzeldi. Bu da bana ölümü çağrıştırdı.


     - Bir beklenti içine giriyor; heyecan, vazgeçiş, kararsızlık, kargaşa, korku hissediyor. Duyguları kabarıyor, sonra yatışıyor. Bir an her şey iyi gidecek diye düşünürken, bir sonraki an ne var ne yoksa mahvolacak gibi bir duyguya kapılıyor. Ama sonuç olarak, işler iyi gitmemişti işte.


     - “Birisi vurulunca kanı akar.”


     - Saat… sabahın dördünü biraz geçiyor. Gün henüz aydınlanmadı. Masum keçiler huzurla, bir arada uyumaktalar. Pencerenin dışında sıralanmış zeytin ağaçları bir süre daha karanlıktan besinlerini içmeye devam edecekler. Ve her zamanki gibi ay var. Ay, soğuk çatıların üzerinde asılı, kasvetli bir rahip gibi, iki avucunu uçsuz bucaksız denize doğru uzatmış.
     Dünyanın neresinde olursam olayım, günün bu zamanını, diğer tüm zamanlardan daha çok seviyorum. Bu sadece bana ait bir zaman. Ve ben, bu masada oturmuş, yazıyorum.
     Birazdan gün doğacak. Annesinin koltukaltından (sağ kolu muydu, yoksa sol kolu muydu acaba?) doğan Buda gibi, güneş yeniden dağın köşesinden yüzünü gösterecek.


     - Bu beni yabancılaştıran rahatsızlık, ilkokuldan mezun olduğumda epey azalmıştı. Etrafımdaki dünyanın düzenine ayak uydurmayı bir nebze öğrenmiştim. Ama bu uçurumu üniversiteyi bir yarıda bırakıp dünyayla resmi ilişkilerimi kesinceye dek hep içimde hissettim. Çalıların arasındaki sessiz bir yılan gibi.
     Burada beyan ediyorum:
     Ben bir günden diğerine sözcüklerle kendimi onaylıyorum.
     Öyle değil mi?
     Aynen öyle!


     - Ben, diğer bir deyişle, düşünmek denen şeyi - bu elbette benim kişisel olarak tanımladığım haliyle düşünmek- bıraktım.


     - Otlaktaki otlar ne denli uzarsa uzasın artık umurumda değil. Ot kümelerinin üzerine sırtüstü yatarak gökte sürüklenen beyaz bulutları izliyorum. Kaderimi o bulutların sürüklenip gidişine bırakıyorum. Keskin ot kokusuna, esen rüzgarın fısıltısına teslim ediyorum yüreğimi. Ne bilip ne bilmediğimi -hatta bunların arasındaki farkı bile- artık hiç mi hiç umursamıyorum.


     - Şimdi konumuza dönelim. Fazla zaman yok, durup kaybedecek vakit de. Lotte Lenya’yı bir kenara bırakalım. Metafor kullanacak zaman da yok. Daha önce de yazdığım gibi, içimizde “bildiğimiz” ile “bilmediğimiz" (bildiğimizi düşündüğümüz) şeyler önlenemez biçimde bir arada bulunuyor. Ve insanların çoğu bu ikisi arasına kullanışlı bir set çekip yaşıyorlar. Böyle yaşamak daha rahat ve elverişli oluyor. Ama ben bu seti yıkıyorum; bunu yapmak zorundayım. Setlerden nefret ediyorum; ben bu tür bir insanım!
     Bir kez daha Siyam ikizlerini örnek vereceğim; onların her zaman birbirleriyle uyumlu oldukları söylenemez. Sürekli birbirlerini anlamaya çalışıyor olamazlar. Hatta aksi durumlar çok olmalı. Sağ elin sol elin yapmaya kalkıştığı şeyden haberi olmadığı gibi, sol elin de sağ elden haberi olmaz.
     Aklım karışıyor, bakış açımı kaybediyorum. Sonra bir şeye çarpıyorum. Pat diye.
     Bir başka deyişle, söylemek istediğim, insan “bildiği (ya da bildiğini düşündüğü) şeyler” ve “bilmediği” şeyler arasında bir uyum sağlamaya çalışacaksa, duruma göre etkili bir önlem alması gerekir. Bu önlem -evet, aynen öyle- tam da düşünmektir işte. Eğer böyle yapılmazsa, her şeyden önce lanetli bir “çarpışma”ya doğru gidiyoruz demektir.
     Soru.
     Peki o halde insan hem ciddi bir şekilde düşünmemek (çimlere uzanmış, onların boy atma sesini dinleyip gökteki beyaz bulutları izlerken), hem de çarpışmadan (küt!) kaçınmak için ne yapsa iyi olur? Bu zor mudur? Hiç de değil; Teorik olarak söylersem, bu basit bir şeydir. C’est simple. Yanıt, rüya görmek. Rüya görmeye devam etmek. Rüya alemine girip oradan çıkmamak. Sonsuza dek rüya aleminde yaşamak.
     Rüyadayken, bir şey ile diğeri arasında ayırım yapma gereği duyulmaz. Hem de hiç. Zaten baştan itibaren orada bir sınır çizgisi yoktur. Bu yüzden rüyada çarpışma diye bir şey neredeyse hiç olmaz, hadi oldu diyelim, bu durumda acı duyulmaz. Ama gerçek, farklıdır. Gerçek, dişini geçirir sana.
     Gerçek. Gerçek.
     Sam Peckinpah’ın yönettiği Vahşi Belde adlı film gösterime girdiğinde bir kadın gazeteci, basın toplantısında elini kaldırıp bir soru sormuştu, “Filminizde neden o kadar çok miktarda kan gösterme gereği duymuştunuz?” diye; kadın kızmış gibiydi. Filmde oynayan aktörlerden Ernest Borgnine sıkıntılı bir yüz ifadesiyle yanıtlamıştı: “Hanımefendi, birisi vurulunca kanı akar.” Bu film, Vietnam Savaşı’nın en sıcak zamanında çekilmişti.
     Ben bu repliği seviyorum. Muhtemelen gerçekliğe dayandığı için. Anlaşılması güç bir şeyi, anlaşılması güç bir şey olarak kabul etmek. Sonra kan akması. Ateşli silah ve akan kan.
     Birisi vurulunca kanı akar.


     - 
Benim sesli olarak düşünme yöntemim bu işte. Burada hiçbir etik sorumluluğum yok. Ben… hımm, düşünüyorum sadece. Uzun bir süredir hiçbir şey düşünmemiştim. Ama şimdi düşünüyorum. Sabaha dek düşüneceğim.
     Her ne kadar bunları söylesem de, her seferinde o tanıdık, sıkıntı veren şüpheden kurtaramıyorum kendimi. Tüm zaman ve enerjimi tam anlamıyla işe yaramaz bir şey için mi kullanıyordum yoksa?
     Yağmurdan sellerin bastığı, herkesin sıkıntıya düştüğü bir yere, ben ağzına kadar dolu bir su kovası mı taşıyordum acaba? Delice gayret etme çabasından vazgeçip kendimi doğal akışa öylece bırakmalıydım belki de, öyle değil mi ama? Çarpışma. Çarpışma da neymiş?


     - Gün doğmadan önceki bu değerli zamanı daha yararlı bir şekilde kullanmak istiyorum. Ne kullanışlı ne değil buna karar vermek, başka bir yerlerdeki başka birinin işi. Şimdi o kişi bir bardak arpa çayı kadar bile umurumda değil.
     Öyle değil mi?
     Aynen öyle.
     O halde devam edelim.


     - Gerçeği söylemek gerekirse, benzer rüyaları defalarca görmüşlüğüm oldu. Her birinin farklı detayları olsa da. Mekanlar farklıydı. Ancak rüyanın akışı hep aynıydı. Rüyadan uyandığımda hissettiğim acının türü (yoğunluğu ve süresi de) yaklaşık olarak aynıydı. Aynı şey tekrar tekrar yaşanıyordu. Kör bir virajdan önce buharlı gece treninin her seferinde düdük çalışı gibi.


     - Kendimce gayretli kazı faaliyetlerimin sonunda sert bir kayalığa denk gelmiştim. Çat!… Havada asılı kalmış bu durum, böyle sürüp gidemez.


     - Duygularımı gizlemeye devam edersem, böyle silinip ortadan yok olacağım. Tüm gündoğumları ve günbatımları, parça parça alıp götürecek görüntümü. Ve bir süre sonra da ben denen bu varlık silinip gidecek, sonunda “bir hiç” olacak.


     - Her şey kristal kadar berrak. Kristal. Kristal.


     - Myu’yla birlikte olmak istiyorum. Benim için önemli olan pek çok şeyden vazgeçe geçe yaşayıp geldim bugüne. Bundan böyle artık hiçbir şeyi feda etmeyeceğim. Henüz çok geç değil. Bu yüzden Myu ile sevişmeliyim. Onun içine girmek zorundayım. O da benim içime girmeli. İki doyumsuz, kaygan yılan gibi.
     Peki Myu beni kabul etmezse, o zaman ne yaparım?
     Bu durumda bir kez daha gerçeği kabullenmekten başka çare yok.
     “Hanımefendi, birisi vurulunca kanı akar.”
     Kan akmak zorunda! Bıçağı bileyip, bir köpeğin boğazını bir yerde kesmek zorundayım.
     Öyle değil mi?
     Aynen öyle.


     - Bu yazı kendime yazdığım bir mesaj aslında. Bumerang gibi. Havaya fırlatıyorum. Uzaklardaki karanlığı yarıyor, zavallı bir yavru kangurunun canını alıyor, nihayetinde dönüp benim elime geliyor. Ama geri dönen bumerang ile aynı değil. Bunu biliyorum. Bumerang, bumerang.


     - Johann Strauss II - The Blue Danube Waltz


     - Mozart - Piano Sonata No. 8 in A minor, K. 310 [complete]


     - Myu kendi yüzüne bakar uzun bir süre. “Bu da geçecek” der kendi kendine. “Dayan. Geçip gittikten sonra mutlaka komik bir hikaye halini alacak.”


     - “ ‘Asla’ fazla güçlü bir sözcük oldu galiba. Öyle değil mi ama; bir gün bir yerde karşılaşıp yeniden birlikte oluruz belki de. Ancak yine de hala önemli bir soru var yanıtlanmayan. Aynanın hangi tarafındaki imge, ben dediğim kişinin gerçek görüntüsü? Artık bunun kararını veremeyecek haldeyim. Sözgelimi, gerçek ben, Ferdinando’yu kabul eden ben mi, yoksa Ferdinando’dan nefret eden ben mi? Bu karmaşayı çözecek gücü bulamıyorum kendimde.”


     - Denizanaları gibi, sürüklenen ruhlar gibi. Ama başımı çevirip bakmadım bile onlara. Onları fark ettiğimi birazcık da olsa belli etseydim, her biri hiç vakit kaybetmeden bir anlam yüklenmeye başlayacaktı şüphesiz. Anlam, olduğu haliyle istemesem de yüzeye itecekti. Zihnimi onlara sımsıkı kapattım ve geçip gitmelerini bekledim.


     - Ama orada hissettiğim şey, hiçbir şeye benzemeyen bir yalnızlıktı. Bunu fark ettiğim anda, beni çevreleyen dünyadan birkaç renk daha sonsuza dek silinip gidiverdi. Bu boşluk duygusunun enkazı içinden, yıkık dökük dağın tepesinden, kendi yaşamımı çok ilerisine kadar görebildim.
     Çocukluğumda bilimkurgu çizgi romanlarında gördüğüm, insansız gezegenlerdeki ıssız manzaraya benziyordu. Orada hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Günler öyle uzundu ki geçmek bilmiyordu, hava ya aşırı soğuk ya da aşırı sıcaktı. Beni oraya götürmüş olan uzay aracı, bir anda ortadan kayboluvermişti. Artık hiçbir yere gidemezdim. Bir şekilde, kendi çabamla hayatta kalmak zorundaydım.


     - Ama bu, suların yükselip alçalması,mevsimlerin değişimi gibi, elimizde olmayan, değiştiremeyeceğimiz bir şeydi. Bu anlamda, bizimki değiştirilemeyecek bir kaderdi denebilir. Onunla aramızdaki tuhaf dostluk, ilişkimizde ne denli tedbirli davranırsak davranalım, ne kadar serinkanlılıkla hareket edersek edelim sonsuza dek sürmeyecekti. En sonunda bir çıkmaz sokağa ulaşmamız kaçınılmazdı. Acı verici biçimde kesindi bu.


     - Sumire’yi yitirine, içimde de pek çok şeyin kaybolduğunu anladım. Sanki dalgaların çekilmesiyle sahildeki bazı şeylerin sürüklenip gitmesi gibi. Geride kalan, benim için artık doğru düzgün bir anlamı olmayan, rayından çıkmış ve boş bir dünyaydı. Karanlık, soğuk bir dünyaydı bu. Benimle Sumire arasında geçenler, bu yeni dünyada artık yaşanmayacaktı. Bunu anlamıştım.
     Her insanın, hayatının özel bir zamanında elde etme şansına sahip olduğu birtakım özel şeyler vardır. Bunlar, küçük birer kıvılcım gibidirler. Dikkatli ve şanslı olanlar, bunları özenle korur, büyütür meşale olarak kullanır. Ancak bir kez kaybedince o kıvılcım bir daha geri gelmez. Benim tek kaybettiğim Sumire değildi. Onunla birlikte, o değerli kıvılcım da dahil, her şeyi yitirmiştim.


     - Ben dediğim kişi, istesem de istemesem de, o zamansallığın devamında kısılı kalmıştı. Oradan çıkamıyordu. Hayır, bu doğru değildi. Oradan çıkmayı istemeyen aslında bendim.


     - Bunlara rağmen, bir daha asla eski ben olmayacağım. Yarın başka bir insan olacağım. Ancak etrafımdaki hiç kimse Japonya’ya dönenin eskisinden farklı bir kişi olduğunu fark edemeyecek. Dışarıdan bakıldığında, tek bir şeyin bile değiştiği anlaşılmayacak çünkü. Fakat, içimde bir şeyler yanıp kül olmuş, yok olmuş olacak. Bir yerlerde kan akmış, içimden bir şeyler kopmuş olacak. Yüzüm düşecek, dilim tutulacak. Kapılar açılıp kapılar kapanacak. Işıklar sönecek. Bugün bu benim için son gün. Bu son günbatımım. Şafak sökünce ben artık burada olmayacağım. Bu bedene başka bir insan girmiş olacak.
     Neden insanlar bu denli yalnız olmak zorundalar? Neden bu denli yalnız olunmak zorunda? Bu dünyada bu kadar çok insan yaşarken, her birimiz bir başkasından bir şeyler beklerken, neden bu kadar yalnızız? Ne için? Yoksa gezegenimiz, insanların yalnızlığından beslenerek mi sağlıyor dönüşünü?


     - Kitaplardaki dünyanın etrafımdaki yaşamdan daha canlı olduğunu hissediyordum. Orada hiç görmediğim bir manzara genişleyip uzuyordu. Kitaplar ve müzik benim en iyi arkadaşlarım olmuştu.


     - Düşüncelerimi kimseyle paylaşmıyor, tek başıma hareket ediyordum. Ama kendimi yalnız da hissetmiyordum. Bunun olağan bir şey olduğunu düşünüyordum çünkü. Bana göre insanlar nihayetinde tek başlarına hayatta kalmak zorundaydı.


     - Çok uzun bir süre düşünceler kimseyle paylaşılmayınca, sonunda tek kişilik bir bakış açısının dışına çıkılamadığını anladım. Tamamen tek başına olmanın korkunç bir yalnızlık olduğunu düşünmeye başladım.


     - Bu durum hem benim, hem de onun için iyi olmuştu. Her şey geçmişte kalmıştı artık. Yine de bazen onun teninin sıcaklığını özlemiyor değildim, kaç kez ona telefon etmekten son anda alıkoydum kendimi.


     - Geriye kalan, birinci derecede önemli anlam ise varlık değil, yokluktu. Yaşamın sıcaklığı değil, belleğin suskunluğuydu.


     - Bach - The Art of Fugue, BWV 1080 [complete on Organ]


     - Bir şekilde her birimiz hayatımıza devam ediyoruz, diye düşündüm. Ne kadar büyük ve ciddi kayıplar yaşasak da, ne denli önemli bir şey elimizden alınmış olsa da ya da sadece üzerimizdeki deri aynı kalıp kendimiz tamamıyla farklı bir insana dönüşmüş olsak da, sessizce yaşamımızı sürdürüyoruz. Bizim için belirlenmiş zamanının sonuna gittikçe yaklaşıyor, ardımızda bıraktığımız zaman dilimi uzaklaşıp kaybolurken ona veda ediyoruz. Gündelik hayatın sonu gelmez işini gücünü tekrar tekrar - bazı durumlarda büyük bir beceriyle - yaparak. Böyle düşününce büyük bir boşluk duygusuna kapıldım.


     - “Seni çok özledim.” diyorum.
     “Ben de seni çok özledim” diyor. “Seni göremeyince çok daha iyi anladım. Sanki bütün gezegenler önümde tek bir sıra halinde dizilmişler gibi açık bir şekilde anladım. Sana gerçekten ihtiyacım var. Sen benim bir parçamsın. Ben senin bir parçanım. Bir yerlerde -neresi olduğunu hatırlamadığım bir yerde- bir şeyin boğazını kestim sanırım. Bıçağımı bileyip taş gibi bir kalple..."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder