4 Ocak 2013 Cuma

Beyninizi Kamçılayın * Roger von Oech



     Bu kitap yıllar önce satın alıp okumadığım kitaplardan biriydi. Canım sıkkın olduğunda kitap alır başlar ve yarıda bırakırdım, benim için önemli olan kitaba sahip olmaktı. Bu huyumdan evdeki kitaplarımı bitirmeden kendime hiçbir yeni kitap almayacağıma dair söz vererek kurtuldum. Elimdeki kitabı okuduktan sonra da iyi ki bu kararı almışım dedim. Roger von Oech de keşke benim arkadaşım olsa dediğim yazarlardan biri oldu bu sayede.

     Yazar hakkında bilgi vermem gerekirse; kendisine danışanlar arasında IBM, Apple, Disney, Coca-Cola, NASA ve Sony var. Bunları duyduktan sonra aklınıza; "Nasıl bir insan?" ya da "Nasıl bir zekaya sahip?" tarzında soruların geldiğinin farkındayım, çünkü bende aynılarını kendime sormuştum. :) Hayat felsefesi olarak Heraklit'in öğretilerinden yararlanmaktadır. Aşağıda kitaptan yaptığım alıntılar da da bunu görebilirsiniz. Kendisi 1977 yılında Yaratıcı Düşün isimli danışmanlık firmasını kurmuştur. 1977 yılından önce de IBM'de çalışmıştır. En sevdiği şeyleri sayarsam;

          * En sevdiği müzik: http://www.youtube.com/watch?v=N2YMSt3yfko ve http://www.youtube.com/watch?v=vTc-SwPteVs

          * En sevdiği modern yazar: Paul Auster.

          * En beğendiği tablo: http://tr.wikipedia.org/wiki/D%C3%BCnyevi_Zevkler_Bah%C3%A7esi

          * En sevdiği film yönetmenleri; Akira Kurosawa, Ingmar Bergman ve Stanley Kubrick

     Yazar hakkında edindiğim bilgileri sizinle paylaştıktan sonra kitaptan yaptığım alıntılara geçiyorum. Uzun bir yazı oldu, neredeyse kitabın hepsini yazacaktım. Çok farklı, geçmişe ve şimdiye dair bilgilerin dayalı olduğu bir kitap, kitaplarım arasındaki en iyi yerini alacak bu yazımdan sonra, iyi okumalar ve bol kamçılar. :)




      - "Yaratıcı insan her şeyi bilen olmak ister. Sayısız şeyden haberdar olmayı arzular: Eski çağ tarihi, 19. yy matematiği, mevcut imalat teknikleri, çiçek aranjmanı ve daha sayısız bilgiye aç gözlü bir şekilde saldırır. Bu bilgilerin ne zaman yeni bir fikir oluşturmak için bir araya geleceğini kendi de bilmez. 6 dakika sonra olabileceği gibi 6 yıl da sürebilir bunun olması. Ancak yaratıcı bir insanın bunun bir gün olacağına inancı tamdır." bir reklamcılık efsanesi olan Carl Ally


     - 15. yy Alman mucidi Johannes Gutenberg, Gutenberg'in yaptığı, önceden birbirleriyle alakalı görülmeyen iki fikri birleştirmek olmuştur: Üzüm cenderesi ve baskı kalıbı. Baskı kalıbının amacı küçük bir yüzey üzerinde istenilen bir şeklin izini çıkarmaktır. Üzüm cenderesi ise geniş bir alana güç uygulayıp üzümlerin suyunu sıkmaya yarar. Bir gün, Gutenberg, büyük ihtimalle birkaç kadeh şarap içtikten sonra, kendi kendine şunu sordu: "Acaba ben bu baskı kalıplarını alıp cenderenin altına koysam kağıdın üzerine istediğim şekilleri basmazlar mı?" Böylece matbaayı icat etti.


     - M.Ö. 12. yy'da genç bir Yunanlı kütüphanecinin elindeki binlerce el yazısını düzenlemenin daha etkili bir yolunu bulması gerekiyordu. "Bunları nasıl düzenlesem?" diye, sordu kendisine. "Konularına göre mi? Yazarlarına göre mi? Yoksa renklerine göre mi?" Birden aklına alfabe geldi. Çağdaşları alfabeyi sadece bir araya gelip kelimeleri oluşturan bir dizi fonetik semboller topluluğu olarak görüyordu. - alfa, beta, gama, delta, epsilon. Kütüphaneci alfabenin dilbilimsel niteliklerini bir kenara bırakıp harflerin kendi aralarındaki sıralamalarını kullanmaya karar verdi. Beta'yla başlayan bütün dökümanlardan sonra gama'yla başlayanları koydu ve tabii ki ilk sırayı da delta'yla başlayanlar aldı. Böylece alfabetikleştirmeyi, yani bilgiyi sıralayıp saklamanın ve düzenlemenin ilk uygulamasını bulmuş oldu.


     - 1792'de Fransız Joseph Haydn orkestrasının saraylı müzisyenleri son derece öfkeliydiler çünkü Dük onlara bir tatil sözü vermesinin hemen ardından bu tatili ertelemişti. Haydn'dan, gidip Dükle izinleri konusunda konuşmasını istediler. Haydn bir süre düşündükten sonra konuşmayı müziğin kendisinin yapmasına karar verdi  ve böylece ortaya "Veda Senfonisi" çıktı. Çalışma bütün orkestrayla başlamasına rağmen sonlara doğru giderek daha az enstrümanla çalınıyordu. Kendi bölümü biten her müzisyen elindeki mumu söndürüp sahneyi terk ediyordu. Sahne de artık kimse kalmayana kadar bunu yaptılar. Dük de gerekli mesajı alıp onlara tatil izni verdi.



     - Buluş dediğimiz şey herkesle aynı yere bakıp farklı bir şeyler düşünebilmektir.


     - IX sayısını tek bir eklemeyle 6'ya dönüştürelim: IX rakamının önüne bir "S" koyabilir ve böylece "SIX" rakamını elde edebilirsiniz. Bazılarını bunu yapabilmekten alıkoyan bu örnekte Romen rakamları bağlamına takılı kalmalarıdır. IX rakamının sonuna "6" ekleyerek de bu sonuca varabiliriz. Böylece 1X6 yanı bir çarpı altı sonucuna ulaşırız ki bu da 6 etmektedir. Herkesin bir sürü bilgi birikimi var, içinde bulunduğumuz bağlamı terk ettiğimizde yeni fikirleri keşfetme şansını da elde etmiş oluyoruz.


     
Daha önceden hiç aklımıza gelmemiş olan sorular;

          * Tuş takımlı telefonlar 'numarayı çevirmek' kelimesinin ölümüne mi yol açmıştır?
          * Senkronize yüzücülerden biri boğulsa diğeri de mi boğulmak zorundadır?
          * Develer 'çölüm gemileri' şeklinde anılırken neden römorkörlere 'denizin develeri' denmemektedir?
          * Buzdolabının içine bir orkide bıraksanız ve bir gün sonra salam gibi koksa acaba salam da orkide gibi kokmaya başlayacak mıdır?
          * Dijital saatlerde saat yönü hangi taraftır?
          * Kahverengi dediğimiz halde neden 'sarı' yerine muzrengi ve 'kırmızı' yerine elmarengi demiyoruz?



     - Keşiflerin ve buluşların tarihine bakıldığında hepsinin rutinleri bozulan veya alternatif çözümler üretmek zorunda kalan insanlar tarafından yapıldığını görürüz. Karabiberin keşfi gibi. 1500'lü yıllardan itibaren Avrupalıların dünyaya açılmasının karabiber talebine katkısı olmuştur. Ortaçağ'da karabiber Uzakdoğu ve Avrupa arasında ticareti en fazla yapılan baharatların başında geliyordu. Bunun sebebi ise karabiber haricinde hiçbir baharatın fazla tuzlu eti yenilebilir hale getirememesi ve bu dönemde Avrupa'da yiyecekleri saklamak için genelde tuzlamanın dışında başka bir yöntemin kullanılamamasıydı. Etçil Avrupalılarla açlık arasında sadece tuz ve karabiber duruyordu anlayacağınız. 1453'te İstanbul'un fethinden ve özellikle de 1470'den sonra Türkler doğuyla Akdeniz arasındaki kara ticaret rotalarını kesmeye başladılar. Bunun sonucu olarak da kara biber stokları azaldı ve karabiberin fiyatı tavan yaptı. Bunun üzerine Avrupalı kaşifler gemileriyle batıya ve güneye açılıp Doğu'ya ulaşmanın alternatif yollarını aramaya başladılar. Tarihçi Henry Hobson'un da altını çizdiği gibi "Amerika, karabiber arayışının bir yan ürünü olarak keşfedilmiştir."

     - Amerikalı mucit Thomas Edison zihni kamçılamanın en güzel örneklerinden birini vermiştir. Genç bir adamken en büyük arzusu telgraf sistemini geliştirmekti. Çoklu telgrafı, şerit kağıtlı makineyi (telgrafın başka bir varyasyonu) ve telgraf benzeri daha birçok cihazı kendisi keşfetmiştir. Derken, 1870'lerin başında, finansçı Jay Gould Western Union telgraf sistemini satın alınca sektör üzerinde bir tekel durumuna geldi. Edison Gould'un bu sistemi tek başına elinde tutmayı sürdürdükçe yeniliğe olan ihtiyacın da azaldığını gördü. Bu da onun telgrafla ilgili rutin düşüncelerinden sıyrılıp yeteneğini kullanabileceği başka yollar bulması için zihnini kamçıladı. Birkaç yıl içinde ampulü, jeneratörü, gramofonu, film projektörünü ve daha bir sürü şeyi icat etti. Bunları mutlaka başka yollarla da keşfedebilirdi ama Gould'un yaptıkları hiç kuşkusuz başka fırsatların peşinden gitmesi konusunda onu kamçılamıştır.


     - Ne zaman yeni bir kelime öğrensek sonraki üç gün onu sekiz defa duyarız. Moda için durum aynı, siz de fark etmiş olmalısınız ki yeni bir araba aldıktan sonra, arabanızın aynısından her yerde gözünüze ilişir. İnsanlar aradıkları şeyleri bulurlar, işte sebebi bu. Güzellik ararsak güzellik buluruz. Aradığımız şey komploysa hiç şüphesiz onu buluruz. Her şey zihinsel frekansımızı ayarlamakla ilgili.


     - "Hiçbir şey sadece tek bir fikre sahip olmaktan daha tehlikeli değildir." Fransız filozof Emile Chartier



     - Keşfetmek dediğimiz şey, zaten her zaman ortada olan ama başka şeylerin gölgesinde kalan bir şeyi ortaya çıkarmak demektir çoğu zaman.


     - Sokrat, insan beynini "içinde tayfaların ayaklanıp kaptanı ambara hapsettikleri bir gemiye" benzetir.


     - Finansçılar yaptıkları işten tesisatçılık olarak bahsederler. İşlerini anlatmak için "Finansın Su Modeli"ni kullanırlar:
                                  


     - Hayatın anlamı;
          * Hayat bir simit gibidir. Taze ve sıcakken çok lezzetlidir ama kimi zaman da çok serttir. Ortasındaki boşluk en büyük gizemlerinden biridir ama yine de o olmadan bir simit düşünülemez.

          * Hayat, greyfurt gibidir. Önce kabuklarını soymanız ve ardından da tadına alışmak için birkaç ısırık gerekir. Tam da sevmeye başlamışsınızdır ki gözünüze suyu fışkırır.

          * Hayat bir muz gibidir. Başta yeşilsinizdir ama zaman ilerledikçe yumuşayıp lapa gibi bir hal alırsınız. Bazıları salkımda diğerleriyle birlikte olmak isterken bazıları da tek başına olmayı yeğler. Kabuklarına basıp kaymamak için dikkat etmeniz gerekir. Son olarak da, meyveye ulaşmak için kabuğunu soymanız şarttır.

          * Hayat, yemek yapmak gibidir. Tamamen içine neler koyup onları nasıl karıştırdığınıza bağlıdır. Bazen tarife uyarken bazen yaratıcılığınızı konuşturursunuz.

          * Hayat bir yap-boz gibidir ama elinizde bitince neye benzeyeceğini gösteren yap-bozun kutusunun kapağı yoktur. Hatta bazen elinizdeki parçaların tam olduğundan bile emin olamazsınız.

          * Hayat, asansöre binmek gibidir. Bir aşağı bir yukarı gidip durur ve birileri de sürekli tuşlarınıza basar.  Bazen asansör boşluğuna düşersiniz ama sizi asıl endişelendiren sarsıntılardır.

          * Hayat bir poker oyunu gibidir. Ya kartları dağıtırsınız ya da birileri sizin yerinize bunu yapar. Biraz yetenek ve biraz da şans işidir. Bahsi görür, rest çeker, blöf yapar ya da arttırırsınız. Birlikte oynadıklarınızdan sürekli bir şeyler öğrenirsiniz. Bazen kötü bir elle kazanır bazen de mükemmel bir ele rağmen kaybedersiniz. Ancak her ne olursa olsun en iyisi kartları karmaya devam etmektir.


     - Rorschach mürekkep lekesi testi.


     - Yaratıcı her hareket öncelikle yıkıcı bir harekettir.


     - M.Ö. 333 kışında, Makedon general İskender ve ordusu kışı geçirmek için bir Asya şehri olan Gordion'a gelirler. Oradayken, İskender, kentin "Gordion Düğümü" adındaki efsanevi düğümünü işitir. Kehanete göre bu düğümü kim açmayı başarırsa bütün Asya'nın hakimi olacaktır. Bu hikaye İskender'in ilgisini çeker ve sonunda şansını denemek için düğümün olduğu yere götürülmesini ister. Düğümün yanına gidince bir süre onu inceler, ancak, ipin ucunu bulmak için birkaç başarısız denemeden sonra pes eder. "Düğümü nasıl çözebilirim?" diye kendi kendine sorar ve ardından aklına bir fikir gelir: "Kendi kuralımı kendim koyacağım." Bunu düşündükten sonra kılıcını çeker ve düğümü ikiye böler. Asya'yı fethetmek onun kaderinde vardır.


     - Dünya'nın güneş etrafında döndüğünü ortaya çıkarmasıyla Polonyalı astronom Kopernik evrenin merkezinin Dünya olduğu kuralını yıkmıştır. Kışkırtıcı lirik aşk şiirleriyle Yunan şairi Safo kadının lirik şiirde yeri olmadığı kuralını yıkmıştır. Beethoven da birbirini izleyen finalleri ve çifte orkestra elemanlarıyla bir senfoninin nasıl olması gerektiğine dair kuralları yıkmıştır. Yıldırım atakları ve mekanize ekipmanlarıyla, Alman General Erwin Rommel, savaşın kurallarını değiştirmiştir. Kütle ve enerjiyi aynı olgunun farklı formları olarak birbirine eşitleyen Einstein, Newton fiziğinin kurallarını yıkmıştır.


     - Geçtiğimiz 1.500 yılın iletişim alanında en önemli gelişmelerden biri kelimelerin arasında boşluk bırakılmasıdır. Buna sebep olan şey ise birkaç rahibin kurallara meydan okuması olmuştur....Eski zamanlarda Latince ve Yunanca yazılar neredeyse hep yüksek sesle okunurdu. (bu yöntem 'kulaktan dolma' olarak bilinir.) O zamanlarda kendi dillerine yeteri kadar hakim olan dinleyiciler kelimeleri görerek değilde seslerinden tanıdıkları için bu şekilde okunanı anlamada bir zorluk yaşamazlardı. Bu yüzden kelimelerin arasına boşluk konması gereksiz görünürdü. M.S. 8. yy'da Eski Roma İmparatorluğu sınırlarında yaşayan Katolik rahipleri Latinceye eskiler kadar hakim olmadıklarından yazıları okurken bir kelimenin nerede bitip nerede başladığından emin olamıyorlardı. Rahipler bu sorunu kutsal metinlerdeki kelimelerin arasına onları tanımalarına yardımcı olan boşluklar yerleştirerek çözdüler.


     - Kısa bir süre önce, Yılbaşı Arifesi'ni 30 Aralık öğleden sonra kutlamak gibi bir gelenekleri olan bir grup Rus göçmeni duydum. Los Angeles Times'dan bir gazeteci bunu öğrenip buradan bir haber çıkacağını düşünerek onlarla röportaj yapmaya gitmiş. Onlara, "Neden yeni yılı herkesten 36 saat önce kutluyorsunuz?" diye sorduğunda içlerinden yaşı 60'ın üzerinde yaşlı bir adam şöyle cevap vermiş, "40 yıl önce Sovyetler Birliği'nde yaşarken çok fakirdik ve masraflar daha ucuza geldiği için yeni yılı 30 Aralık'ta kutluyorduk. Bu gelenek oradan gelir." İşin ilginç tarafı bu insanların çoğunun durumunun gayet iyi olması. İsteseler Yılbaşı Arifesi'ni gayet iyi bir şekilde kutlayabilirler ama yine de bir önceki gün kutlamayı tercih ediyorlar. Bu güne kadar çalıştığım birçok kuruluşun da artık anlamını yitirmiş nedenlerden dolayı Yılbaşı Arifesi'ni erken kutlamak gibi bir zihniyeti vardı.


     - Şimdiki "Kutup Yıldızı" Polaris'tir. Diğer yıldızlar onun yörüngesinde dönerler. Ancak gökyüzünün merkezi olmak Polaris için kalıcı bir durum değildir. Çünkü dünya ekseninde dönmeye devam ettikçe, tıpkı seken bir top gibi aşağı yukarı hareket eder. 26000 yıllık döngüler halinde dünyanın ekseni kuzey yarım küre gökyüzünün üzerinde bir halka çizer ve o halkanın içinde kalan herhangi bir yıldız da "Kutup Yıldızı" olur. Polaris'in "Kutup Yıldızı" görevindeki haleflerinden biri de Ejderha Takımyıldızı (Draco)'ndan Thuban'dır. Kabaca İsa'dan önce 4000'den 1800'e kadar, Thuban atalarımızın kuzeyi bulmak için kullandıkları "klavuz ışık"tı. Hem de nasıl bir "yıldız"dı ama! Mısırlılar Thuban'dan Büyük Giza Piramitleri'ni yaparken faydalandılar; neolitik devir İngiliz kabileleri Stonehenge'i ona göre düzenlediler ve Babilli astronotlar Thuban merkezli gökyüzüne bakarak tuttukları kayıtlardan bugün kullandığımıza oldukça yakın bir takvim yapmayı başardılar. Ancak hiçbir şey sonsuza kadar sürmez. Dünya'nın döngüsünden dolayı, M.S. 10000 yılında Thuban kuzeyden yaklaşık 47 derece saptı. Thuban bir kez daha kuzey gökyüzünde yerini alacak ve M.S. 20300 yılında bir kez daha "gökyüzünün merkezi" olarak geri döndüğünde ne ilginç şeyler olacağını merak ediyorum.


     - a: alfa,
       e: epsilon,
       h: eta,
       i: yota,
       o: omikron,
       n: upsilon,
       w: omega.   (İlk fonetik alfabedeki 7 sesli harf)


     - Tanınmış bir bilim adamı bir keresinde kendine şunu sormuş; "Farz edelim ki uzay boşluğunda ışık hızıyla aşağıya inmekte olan bir asansör olsun. Asansörün yan tarafında da bir delik olsa. Bu delikten de içeri bir ışık huzmesi giriyor olsa. Bu durumda ne olurdu? Işık nasıl hareket ederdi?" Böyle bir olasılıktan yola çıkan Albert Einstein, izafiyet teorisini ( güzel bir kızla bir saat kadar zaman geçirip, bir dakikaymış gibi gelmesi ) geliştirmiştir.


     - Filozof Heraklit çoğumuzun yeni fikirlerle karşılaştığında sergilediği negatif eğilimi şu sözle başarılı bir şekilde ortaya koyar: "Köpekler anlamadıkları şeylere havlarlar."


     
- "Her çocuk bir sanatçı olarak doğar. Esas sorun büyüdüklerinde de öyle kalmalarını sağlayabilmektir." Picasso


     - "Hayata bir çocuk oyunu gibi yaklaşıp sürekli parçaların yerini değiştirenler, kralların gücüne sahiptirler." Heraklit


     - "Oyun oyna!" yaklaşımı 1960'larda Charles Piccirillo tarafından National Library Week için hazırlanan reklam metninde en iyi şekilde yansıtılmıştır. Başlık yazısı alfabenin küçük harflerinden oluşan bu metin aşağıdaki gibidir:

                                         a b c d e f g h i j k l m n o p q r s t u v w x y z
Ardından da şu yazı gelir: "Yerel kütüphanemizde bu harfler sizi ağlatacak, gülümsetecek, aşık edecek, nefret ettirecek, meraklandıracak, kafanızı kurcalayacak ve anlamanızı sağlayacak şekilde dizilmişlerdir. Bu hayret verici 26 harfin neler yapabildiği sizi çok şaşırtacak. Shakespeare'in ellerinde bunlar Hamlet'e dönüşürler. Mark Twain onlardan Huckleberry Finn'i yaratmıştır. James Joyce onlarla oynayarak Ulysses'i yazmıştır. Gibbon onları Roma İmparatorluğu'nun Yükselişi ve Çöküşü'nü yazacak şekilde dizmiştir. John Milton onlara şekil vererek ortaya Kayıp Cennet'i çıkarmıştır." ( merak edip bu reklamın orjinalini araştırdım ve buldum; http://www.tantujin.com/wp-content/uploads/2011/09/charles-piccirillo-national-library-week-ad.jpg )


     - "İşimde aradığım 3 şey var: Bir şeyler öğrenmeyi umut ederim. Biraz para kazanmak isterim ve biraz da eğlenmek. Eğer bir proje bunlardan en az ikisini karşılamıyorsa o projenin içinde yer almam." ünlü sandalye tasarımcısı Bill Stumpf


     - http://creativethink.com/


     - Altın Oran: Pisagor tarafından bulunmuştur. Bir çizgiyi öyle bir şekilde parçalara bölersiniz ki uzun tarafın kısa tarafa oranı bütün çizginin uzun tarafa oranına eşit olur. Bu oranın sayısal karşılığı yaklaşık olarak 1.618033988'dir. [ İşin garibi altın oranın tersi (1/altınoran) 0.618033988'e veya (altınoran-1)'e eşittir. Daha da etkileyici olan, altın oranın karesi, 2.618033988'e veya (altınoran+1)'e eşittir. Alman matemetikçi Johannes Kepler altın oranı överek, "Geometrinin iki büyük hazinesi vardır: Biri Pisagor Teorisi ve diğeri de bir doğrunun en uç noktalara bölünmesi ve ortalama oran (altın oran). İlkini altınla kıyaslayabiliriz ama ikincisi tıpkı bir paha biçilmez bir mücevher gibidir. ] Altın oran matematiğin hiç beklenmedik alanlarında karşımıza çıkar. Örneğin, ardıl Fibonacci numaraları (1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144... her sayı kendisinden önceki iki sayının toplamıdır.) sıra ilerledikçe altın orana ulaşır. Bu sayı dizilimi ardışık bir tavşan jenerasyonunun üyelerinin sayısı, dallanan bitkilerdeki filizlenme noktaları, ayçiçeğindeki tohumların dizilimi ve bir okyanus dalgasının sarmalı gibi şeylerde mevcuttur. Yıllar boyunca sanatçılar da altın oranı işlerinde kullanmışlardır. Eski Yunanlılar altın dikdörtgenin neredeyse mükemmele yakın bir biçim olduğuna inanırlardı ve bunu mimarilerine de yansıtırlardı. (örneğin, Parthenon http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/7/79/Parthenon,_Nashville.JPG ) Boticelli, Leonardo dav Vinci, Marcel Duchamp, Georges Braque ve pek çoklarının bazı resimleri altın oran-dan esinlenir. Mimar Le Corbusier her zaman kullanımının en büyük savunucularından olmuştur ve Frank Lloyd Wright, New York'taki Guggenheim Müzesi'nde sergilenen spirallerden oluşan deniz kabuğu şeklindeki eserinde altın oran'dan esinlenmiştir. ( http://www.guggenheim.org/new-york/about/guggenheim-images )


     - Burada çalışmak koyu renk bir elbisenin içine tuvaletinizi yapmak gibi. Sıcak ve iyi hissettiriyor ve dışarıdan belli olmuyor.


     - Veritabanı geliştiricisi Erik Lumer, karıncaların yuvalarını temizlerken ölülerini nasıl kümelediklerini gözlemleyerek bankacılık sektörü için daha esnek bir müşteri profili yaratma sistemi ortaya çıkarmıştır. Ve Birinci Dünya Savaşı'nda askeri tasarımcılar daha etkili kamuflaj modelleri yapabilmek için Picasso ve Braque'in kübist sanatından faydalanmışlardır.


     - Mao'nun yürüttüğü gerilla savaşı tıpkı bir reklam kampanyasını andırır. Napolyon'un Moskova'ya ilerleyişi proje yönetimine iyi bir örnektir.


     - "Beklenmeyeni bekleyin yoksa onu hiç bulamazsınız." Heraklit


     - "Elde ettiğim bilgilerin çoğunu başka bir şey arayıp da bambaşka şeylere ulaşmam sayesinde kavuşmuşumdur." Franklin Adams


     - Zincirle bağlantısı olmadığından hızlı gitmesi için yapılan ön tekerinin çapı yaklaşık 1.5 metre olan bisikletler3 "penny-farthing"- ön tekeri İngiliz bozuk parası penny'ye arka tekeri de yine bir İngiliz bozuk parası olan farthing'e benzetildiği için bu isim verilmiştir. http://www.qtpi1969.net/wp-content/uploads/2008/01/pennyfarthingy.jpg


     - Bazen en önemli ve bariz şeyler gözümüzün önünde olanlar değil de olmayanlardır. Benzer bir ana fikir Sherlock Holmes'un kısa öykülerinden biri olan kaybolan bir şampiyon yarış atıyla ilgili "Gümüş Alev" isimli öyküde de vardır. Soruşturma sırasında bir dedektif Sherlock Holmes'a: "Dikkatimi çekmek istediğiniz bir nokta var mı?" diye sorar ve Holmes da bu soruyu şöyle yanıtlar: "Köpeğin gecenin bir yarısı yaptığı şey dikkat çekici." "Köpek gece bir şey yapmadı ki" der dedektif. "Zaten dikkat çekici olan da bu" diye karşılık verir Holmes. Bazen en önemli şeyler aslında hiç olmayanlardır. Bu hikayede havlamayan köpek hırsızın köpeğin tanıdığı biri olduğuna işaret ediyor ve böylece şüpheli listesini daraltıyor.


     - General Motors'un efsanevi başkanı Alfred Sloan da grup düşüncesinin tehlikelerini iyi bilen biriydi. 1930'ların sonlarına doğru, kendisinin başkanlık ettiği bir toplantı esnasında ortaya bir fikir sunulur ve herkes buna bayılır. "Bu sayede büyük paralar kazanabiliriz." ve "Hemen bunu hayata geçirelim." gibi laflar havada uçuşmaktadır. Bir süre tartışıldıktan sonra Sloan şöyle der, "Bu fikri oylamaya açalım." Masada oturanlar arasında oylama yapılır ve herkes "Evet!" der. Oy sırası Sloan'a geldiğinde, "Ben de 'Evet' diye oyluyorum ve böylece yönerge oy birliğiyle kabul edilmiş oluyor. Yine bu sebepten ötürü, bu önergeyi gelecek aya erteliyorum. Düşünce şeklimizin bu hale gelmesi hiç hoşuma gitmiyor. Bu fikre sadece tek bir açıdan bakıyoruz ve bu karar almak için çok tehlikeli bir yöntem. Herkes aynı şeklide düşündüğünde aslında kimse bir şey düşünmüyor demektir. Önümüzdeki ayı herkesin bu önergeyi farklı bir perspektiften bakıp inceleyerek geçirmesini istiyorum." der. 30 gün sonra, önerge tekrar masaya yatırılır. Ancak bu defa kabul edilmez. Yönetim kurulu üyeleri bu sayede grup düşüncesinin etkilerini yıkmak için bir fırsat yakalamışlardır.


     - Soytarı, alışılagelmiş yöntemlerin karşısındadır. Sıradan algı, anlayış ve işleyişler ona göre değildir. O, önemsiz olanı yüceltir, yücelteni önemsemez ve bir durum hakkındaki genel kabul görmüş olan düşünceyle dalgasını geçer. Aşağıda soytarının yaklaşımına ilişkin bazı örnekler bulunmaktadır:

          *Soytarı bizim sıradan varsayımlarımızı değiştirir. "Bir adam atın üzerinde geriye dönük olarak oturuyorsa neden hemen adamın ters oturduğunu varsayarız da atın ters olabileceğini hiç düşünmeyiz?" diyendir o.

          * Saygısızdır. "Zengin adamın cebine koyup da fakirin fırlatıp attığı nedir?" diye sorup cevap olarak da, "Sümük" deyip bizleri en basit gündelik ritüellerimizin kutsallığını düşünmeye iter.

          * Bir problemin varlığını bile inkar ederek durumun çerçevesini yeniden çizer. Birçok insan ekonomik krizlerin kötü olduğunu düşünür. Soytarı hariç. Soytarı, "Ekonomik krizler iyidir. İnsanların daha etkili çalışmalarını sağlar. İnsanlar gelecekleri ve işleri hakkında endişeli olduklarında daha çok çalışırlar. Bunun yanı sıra birçok firma ihtiyacından fazla eleman çalıştırıyor. Ekonomik krizler onların fazla kilolarından kurtulup daha agresif olmalarını sağlar." der.

          * Saçmalayabilir. Eşeğini kaybeden bir soytarı, diz çöküp Tanrı'ya şükretmeye başlar. Oradan geçmekte olan biri bunu görünce, "Eşeğin kayıp, ne diye Tanrı'ya şükrediyorsun?" diye sorunca soytarı ona şöyle cevap verir: "Şükrediyorum çünkü o sırada eşeğin üzerinde değildim. Aksi takdirde ben de kaybolacaktım şimdi."

          * Başkalarının göz ardı ettiklerini o görür. "Neden insanlar önce kremayı koyup sonra üzerine kahve eklemek yerine önce kahveyi koyup sonra krema ekleyerek bir de kendilerini onu karıştırma zahmetine sokarlar?" diye sorandır o.

          * Soytarı metaforiktir. Bir zeka testindeki, "Aşağıdakilerden hangisi doğrudur: A) Kuşlar tohum yer. B) Tohumlar kuş yer." şeklindeki soruya hem A hem de B diye cevap verebilir çünkü ölü kuşların çürüyerek toprağa karıştıklarını ve tohumların yeşermesine katkıda bulunduklarını bilir.


     - "Bir soru benim için hala gizemini koruyor: Ben mi deliyim yoksa çevremdeki diğer herkes mi?" Albert Einstein


     - "Aralarında görünür hiçbir bağlantı olmayan şeyleri birleştirdiğimizde mükemmel uyumu yakalamış oluruz." Heraklit


     - Girişimciler farklı alanlardan topladıkları kaynaklarla yeni işler kurarlar: Joseph Pulitzer, yüksek tirajlı bir gazete yaratabilmek için büyük ölçekli reklamları basım işine dahil etmiştir. Mühendisler yeni materyaller elde edebilmek için farklı materyalleri birbirleriyle karıştırırlar: Yunan maden bilimciler yumuşak bakırı ondan daha da yumuşak olan kalay ile alaşımlayarak bronzu elde etmişlerdir. Bilim adamları yeni modellemeler bulmak için kavramları çeşitlendirirler: J.B.S. Haldane (ve diğerleri) Gregor Mendel'in genetik mutasyon çalışmasıyla Charles Darwin'in doğal seleksiyon fikrini birleştirerek Evrimin Standart Modeli'ni ortaya çıkarmışlardır.


     - Neden herkes muhteşem gün batımını izlerken, siz arkanızı dönüp mavi ve morun dansını izlemiyorsunuz?


     - 1950'lerde doğum kontrol hapını geliştiren kişilerden biri olan Carl Djerassi, böcek ilacı üreticisi bir firmanın yöneticisiydi. İşinden dolayı belli başlı böceklerin toplum sağlığı ve ekonomisi üzerindeki negatif etkileriyle yakından ilgileniyordu. Diğer birçok bilim adamı gibi böcek ilaçlarının çevre üzerindeki zararlı yan etkileri de onu endişelendiren başka bir konuydu. Kendine şöyle sordu, "Çevreye zarar vermeden zararlı böcekleri nasıl yok edebilirim?" Bu konu üzerinde çalışırken ölüm yerine doğum kısmı üzerinde yoğunlaşmaya karar verdi: "Onları öldürmek yerine en baştan doğmalarını engellesek nasıl olur? Cinsel organlarının olgunlaşmasını engelleyen birtakım özel hormonlar verebilirsek üremelerini de engellemiş oluruz." Ardından bunu denedi ve başarılı oldu.


     - Hayat zor. Bütün zamanını ve bütün hafta sonlarını veriyorsun da ne geçiyor eline? Ölüm, ne ödül ama. Yaşam döngüsü tamamen tersine. Önce ölmeli ve bunu aradan çıkartmalıyız. Sonra bir yirmi sene yaşlı olarak evimizde yaşamalı ve gençleşince evden kovulmalıyız. Önce bir altın saat edinip sonra çalışmaya başlamalıyız. Kırk yıl çalıştıktan sonra da yeterince gençleşince işten ayrılıp emekliliğimizin tadını çıkarırız. Lise için hazır olana kadar üniversiteye ve partilere gideriz. Sonra da ilkokula gidip çocuk olur, oyunlar oynar, sorumluluklardan uzak oluruz. Ardından küçük bir bebek olur, ana rahmine geri döner, son dokuz ayımızı bir sıvının içinde yüzerek geçirir ve sonunda da birilerinin en değerli varlığı olarak hayatımızı bitiririz.


     - Olaylara tersten bakmanın zorlukları da yok değil. Anlatıldığına göre, William Spooner (19. y.y. sonunda yaşamış art arda gelen kelimelerdeki hecelerin yerlerini değiştirme alışkanlığıyla tanınmış. Spoonerism ( örneğin "votka vişne" yerine "voşka vitne" demek :) ) teriminin yaratıcısı olan eğitimcidir. Davetli olduğu bir yemekte tuzluğu halıya döker. Hiç bozuntuya vermeden Spooner hemen ardından şarabını da yerdeki tuzun üzerine döker.


     - Montaigne: "Acı çekmekten korkan insan zaten şimdiden korktuğu şeyden acı çekiyor demektir."


     - N.F. Simpson: "Tesadüfü şansa bırakamayız."


     - "Yesterday" şarkısını besteleyen Beatle Paul McCartney bunu rüyasında görmüştür. İspanyol ressam Francisco Goya çalışmalarına temel olarak gördüğü kabusları kullanmıştır. Muhammed, insanları İslam'a çağırması için gelen vahiyi rüyasında görmüştür. Dünyanın en ünlü rüyalarından birinde, Cebrail, Muhammed'in yanına gelip onu gümüş bir atın üzerinde önce Kudüs'e ve sonra da Tanrı'nın kendisinden emirlerini alması için cennete götürür.


     - Heraklit'in yaratıcı görüşleri;

          * Beklenmeyeni bekleyin yoksa onu hiç bulamazsınız.
          * Her şey değişir.
          * Aynı nehirde iki defa yıkanamazsınız.
          * Zıtlıktan fayda doğar.
          * Birbiriyle bağlantısız gözüken şeyleri birleştirdiğimizde mükemmel uyumu bulmuş oluruz.
          * Pek çokları ellerinin arasında olanı görmekten acizdirler.
          * Güneş olmadığında yıldızları görebiliriz.
          * Her şey gerçek doğasını gizlemeyi tercih eder.
          * Hayata bir çocuk oyunu gibi yaklaşıp sürekli parçaların yerini değiştirenler kralların gücüne sahiptir.
          * Deniz suyu hem saf hem de kirlidir: balık için içilebilir bir yaşam kaynağıdır, insanlar içinse içilemez ve öldürücüdür.
          * Bir çemberde, bitiş noktası aynı zamanda başlangıç noktası da olabilir.
          * Sağlığı güzel yapan hastalık, tokluğu istenir kılan açlık ve dinlenmeyi özlenir yapan da yorgunluktur.
          * Yukarı ve aşağı giden yolların hepsi birdir.
          * Her şey değişerek dinlenir.
          * Uyanıkken aynı evreni paylaşırız ancak uyurken hepimiz kendimize ait dünyalara gideriz.
          * Köpekler anlamadıkları şeylere havlarlar.
          * Eşek, çöpü altına tercih eder.
          * Yürüyen her hayvan belli bir amaca kamçıyla yönlendirilir.
          * Yangından önce bile söndürülmesi gereken bir şey vardır o da kibirdir.
          * Karakteriniz kaderinizdir.
          * Her gün yeni bir güneş doğar.


     - "Bir adamın hataları, onun keşfe açılan kapılarıdır." James Joyce


     - 20. y.y.'ın en yaratıcı zekalarından biri olan otomobil üreticisi Charles Kettering, hata yapmanın değerini öğrenmekle ilgili şunu söyler: "Mucit dediğin insan eğitimi fazla ciddiye almayan kişi demektir. Gördüğünüz gibi, bir insan altı yaşından üniversiteden mezun olduğu güne kadar yılda üç ile dört sınava giriyor. Bir kez bile başarısız olursa da her şey bitiyor. Ancak mucit dediğimiz kişi hemen hemen her seferinde başarısız oluyor. Belki de binlerce kez deneyip de başaramıyor. Ancak bir kez bile başarılı olursa tarihe geçiyor. Burada iki şey taban tabana zıt. Genelde, yapılacak en büyük iş yeni gelen birine nasıl zeki bir şekilde başarısız olunacağını öğretmektir deriz. Ona defalarca kez deneyip yanılmaya devam etmesi gerektiğini öğretmemiz gerekir.


     - Süper tanker Exxon Valdez, 1989 baharında Alaska'da karaya oturduğunda, kıyıları milyonlarca galon benzinle kirletti. Bunun sonucu olarak da petrol endüstrisi petrol transferi güvenlik standartlarını tekrar gözden geçirip sıkılaştırmak zorunda kaldı. Challenger (1986) ve Columbia (2003) uzay mekiği kazaları da aynı şekilde NASA'nın benzer önlemler almasını sağladı. 1912 yılında Titanik'in batması da Uluslararası Buz Devriyesi'nin kurulmasını ve aysberglerin raporlanmasını zorunlu hale gelmesini sağlamıştır. 11 Eylül'de Dünya Ticaret Merkezi'ne yapılan terörist saldırı mimarları gökdelen inşaatlarında kullanılan yangın sistemlerinin standartlarını yükseltmeye itmiştir. 2004 yılında meydana gelen Tsunami faciası sistemik hareketleri takip edenleri halkın bilgilendirilmesi ve uyarılması konusunda uyguladıkları protokolleri değiştirmek zorunda bırakmıştır. Hatalarımızdan bir şeyler öğreniriz. Hatalarımız bizi "farklı bir şeyler düşünmeye" iten darbelerdir.


     - Antik Yunan'da kibir için kullanılan kelime "hubris"tir ve kişinin çöküşünün habercisi sayılır. Tanrılarına meydan okuyacak kadar kendine güvenen kişi onlar tarafından yakılır. Günün ardından gecenin gelmesi kadar kesin bir şekilde kibrin arkasından yıkım gelir. Yaşadığı şehir Efes'in kibirli yöneticiler yüzünden çektiği sıkıntıları gören Heraklit onları şöyle uyarmıştır: "Yangından önce bile söndürülmesi gereken bir şey varsa o da kibirdir."


     - Yönetmen Woody Allen'ın da belirttiği gibi, "Hiçbir zaman hata yapmıyorsanız, o zaman yenilikçi bir şey denemiyorsunuz demektir."


     - "Beni endişelendiren, bir şeylerin oluş şekli değil de insanların onları değerlendiriş şekli." Epiktet


     - Birkaç y.y. önce, ünlü tv siması Johnny Carson şovunda ülkede tuvalet kağıdı sıkıntısı yaşanacağına dair bir espri yapmıştı. Ardından bu tür bir sıkıntının getirebileceği sonuçlardan bahsetmişti. Esprinin verdiği mesaj programı izleyenlerin hemen çıkıp tuvalet kağıdı stoklaması gerektiği yoksa bu sonuçlara katlanacaklarıydı. Gerçekte böyle bir sıkıntı olmadığı için bu espri oldukça alkış aldı. Ancak bu programdan birkaç gün sonra gerçekten de böyle bir sıkıntı baş gösterdi. Bunun sebebi, insanların gerçekten de böyle bir şeyin olabileceğini düşünerek piyasadaki bütün tuvalet kağıtlarını satın almalarıydı. Sonuç olarak bir şaka normal tuvalet kağıdı piyasasını etkilemişti. İşte bu durum kendini gerçekleştiren kehanetlere güzel bir örnek. Kendini gerçekleştiren kehanet, düşünceler dünyasının gerçekler dünyasının üzerine çıkması durumudur.


     


2 Ocak 2013 Çarşamba

Gönülçelen / Çavdar Tarlasında Çocuklar * J. D. Salinger



          Bu kitabı okuma isteği duymamın nedenleri;

     - John Lennon'un katili'nin "incil ve yol gösterici" olarak kabul ettiği kitapmış.

     - Teoman,  "Gönülçelen" şarkısını yazarken bu kitaptan esinlenmiş ve kendisi bu kitabı çok severmiş.

     - Jerome David Salinger'in tek romanı olma niteliğini taşımaktaymış.

     - Kitap ahlak dışı ve açık saçık bulunduğundan Amerika'nın bazı eyaletlerinde yasaklı bir kitap olmakla birlikte, Amerika'da lise düzeyinde en çok okutulan kitap olma özelliğini de taşımaktaymış.

     - Kennedy'nin katilinin üzerinden çıkan kitapmış.

     - "Komplo teorisi" filminde Mel Gibson'ın saplantılı olarak sürekli satın aldığı ama hiç okumadığı kitapmış.



          Kitaptan alıntılara gelirsek;
     - "Hayat tabii ki bir oyundur, evladım. Hayat, kurallara göre oynanması gereken bir oyundur." Oyunmuş, kıçımın kenarı. Oyun, öyle mi? Tüm asların bulunduğu takımdaysan, oyun o zaman, tamam; kabul ederim. Ya öteki takımdaysan, as oyuncu filan yoksa, oyunla ilgisi kalır mı bunun? Hiç yani. Yok oyun moyun.

 
     - Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir. Ama öylesi pek bulunmuyor.

                                   

     - "Hey, bakar mısınız?" dedim. "Güney Central Park'ın hemen yanındaki o gölde bulunan ördekleri biliyor musunuz? O küçük gölde hani. Acaba, göl donduğunda, o ördekler nereye gidiyorlar, biliyor musunuz? Haberiniz var mı acaba?" Ama anladım ki, ancak milyonda bir olasılıkla haberi olabilirdi. Döndü, bana manyakmışım gibi bir baktı. "Sen n'apıyorsun ahbap, ha? Benimle kafa mı buluyorsun?" "Hayır; yalnızca merak ettim, hepsi bu kadar." Başka bir şey söylemedi, ben de artık konuşmadım.


     - Yerimize oturduğumuzda ona yarı yarıya aşıktım artık. Kızlarla olan sorun da bu işte. Hoş bir şey yaptıklarında, pek yüzlerine bakılmayacak gibi olanlar da, hatta salak bile olsalar, onlara böyle yarı yarıya aşık oluyorsunuz ve hangi cehennemde olduğunuzu bile unutuyorsunuz. Kızlar! Aman Tanrım! Aklınızı başınızdan alıyorlar. Gerçekten alıyorlar.


                                   


     - Denizci herifle ben birbirimize, tanıştığımıza memnun olduğumuzu söyledik. Ki, böyle, tanıştığıma hiç memnun olmadığım kimselere durmadan "Tanıştığımıza memnun oldum," demek beni öldürüyor. Ama, hayatta kalmak istiyorsanız, ille de bu zırvaları söylemek zorundasınız.

                                      


     - Benim derdim de bu işte; bir şeyim kaybolunca hiç umursamıyorum; küçükken annem buna çok kızardı. Bazı herifler kaybettikleri bir şeyin peşinde günlerce koştururlar. Kaybedince üzüleceğim bir şeyim olmadı hiç.


                                       


     - Sorun şu; bir kızla -yani orospularla filan değil- bu iş tam olacak gibiyken, başlıyor durmadan size dur demeye. Benim derdim de bu işte; duruyorum. Çoğu herif durmuyor. Benim elimden gelmiyor. Durmanızı gerçekten mi istiyorlar veya yalnızca korkuyorlar mı ya da işin sonunda kusurun onların üstünde değil de sizin üstünüzde kalması için mi dur diyorlar, hiç bilemiyorsunuz. Ben yine de, hep duruyorum. Sorun, onlara acımam. Yani, bu kızların çoğu aptallaşıyor. Bir süre oynaştıktan sonra, bir bakıyorsunuz, akılları başlarından gitmiş. Bir kız kendisini oynaşmaya bir kaptırdı mı, beyin meyin aramayın onda. Ne bileyim? Dur diyorlar, ben de duruyorum. Onları evlerine bıraktıktan sonra, keşke durmasaydım diyorum, ama yine de durmadan edemiyorum.

                                       


     - Kitabın bir yerinde, "Kadın bedeni bir keman gibidir," diyordu; hakkını vererek çalmak için acayip iyi bir müzisyen olmak gerekirmiş.


     - Eskiden onu pek akıllı sanırdım, o aptallığımla tabii. Öyle sanmamın nedeni, tiyatro, edebiyat ve bütün bu zırvalıklar üzerinde çok şey bilmesiydi. Birisi bu konularda pek çok şey biliyorsa, onun aptal olup olmadığını anlayabilmeniz epey zaman alıyor. Sally'nin ne olduğunu anlamam için yıllar geçmesi gerekti. Sanırım, onunla bu kadar oynaşmasaydık, çok daha önce anlayabilirdim. En büyük sorunum da bu benim; kiminle biraz oynaşsam, onu bayağı akıllı biri sanıyorum. Hiç de öyle değil tabii, ama ben yine de öyle sanıyorum.


     - Yakalarsa birini biri, çavdarlar arasında.

                                     

     - İşin beni mahveden yanı; yanımda oturan kadın, lanet filmin başından sonuna kadar ağladı durdu. Film sahtekarlaştıkça o daha da fazla ağladı. Kadının felaket iyi kalpli biri olduğu için böyle ağladığını filan düşünebilirsiniz, ama ben onun yanında oturuyordum, değildi. Yanında küçük bir çocuk vardı ve felaket sıkılmıştı. Çocuk helaya gitmek istiyordu, ama o götürmedi çocuğu. Ona, ses çıkarmamasını, uslu durmasını söyledi durdu. O kadın ancak lanet bir kurt kadar iyi kalpli olabilirdi. Sinemalarda böyle sahtekarca zımbırtılara deli gibi gözyaşı dökenlerin yüzde doksanı aslında kötü kalpli, aşağılık insanlar. Şaka demiyorum.

                                         

     - "Rastlarsa birine biri, çavdarlar arasında." Robert Burns

     - comin thro' the rye o,

       jenny's a' weet, poor body,
       jenny's seldom dry:
       she draigl't a' her petticoatie,
       comin thro' the rye!

       comin thro' the rye, poor body,
       comin thro' the rye,
       she draigl't a' her petticoatie,
       comin thro' the rye!

       gin a body meet a body
       comin thro' the rye,
       gin a body kiss a body,
       need a body cry?

       gin a body meet a body
       comin thro' the glen,
       gin a body kiss a body,
       need the warl' ken?

       gin a body meet a body
       comin thro' the grain;
       gin a body kiss a body,
       the thing's a body's ain.

     -İngiliz dilinde versiyonu var:

      well, jenny's a sweet young body, jenny's seldom dry,
      draggled her petticoatie, comin' through the rye.
      ıf a body meet a body comin' through the rye,
      ıf a body kiss a body, need a body cry?
      all the lassies have their laddies, nane they say, have ı;
      but all the laddies smile at me, comin' through the rye.
      well, jenny's a sweet young body, jenny's seldom dry,
      draggled her petticoatie, comin' through the rye.
      ıf a body meet a body, comin' from the town,
      ıf a body kiss a body, need a body frown?




     - Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir, olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir.

                                   

     - Sileceğim diye bir milyon yıl uğraşsanız, bu dünyadaki tüm " Seni --- " yazılarının yarısıyla bile başa çıkamazsınız. Olanak yok buna.

                                     

     - Asla güzel ve huzurlu bir yer bulamıyordunuz, çünkü böyle bir yer yoktu. Var sanıyordunuz, ama siz oraya varır varmaz, sizin bakmadığınız bir sırada biri gizlice gelip, burnunuzun dibinde, " Seni --- " diye yazıveriyordu. Sanırım, öldüğüm zaman bile, beni bir mezara tıktıklarında başıma diktikleri taşın üstündeki "Holden Caulfield" ile doğduğum ve öldüğüm tarihlerin hemen altında, " Seni --- " yazılmış olacaktır. Biliyorum bunu, gerçekten.


     - Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.



Benim Hüzünlü Orospularım * Gabriel Garcia Marquez


     - "Hazinesini nereye gizlediğini unutan ihtiyar hiç yoktur." Cicero
 

     - Canlı olan tek yanı duru ve acımasız gözleriydi, zaten onlardan anlamıştım mizacının değişmediğini.


                                   

 

      - "Kimse aldatmasın kendini, sakın, sanmasın ki daha uzun sürecek beklediği hayat, daha önce gördüklerinden. Çünkü hepsi aynı hızla geçip gidecek."



- http://en.wikipedia.org/wiki/La_Delgadina

 

       - Delgadina’nın öyküsünü anlatan bu İspanyol romansında kral, öz kızı Delgadina’ya aşık olur, ama kız onu reddeder. Kral onu razı etmek için bir kuleye kapatır, su ve yiyecek verilmesini yasaklar. Kız oradan geçen herkesten su ister, ama kimse vermez. Sonunda babasının isteğine razı olduğunda kralın hizmetkarları ona su getirirler, ama onu susuzluktan ölmüş olarak bulurlar. Belki de yazar burada kıza Delgadina derken aynı zamanda onu kızı gibi de sevdiğini anlatmaya çalışıyor.


     - "Delgadina Delgadina sensin gönlümün sevdiği. Haydi kalk Delgadina giy şu ipekli eteği."


     - Katedralin saati yediyi vurduğunda gökyüzünde pembe renkli, berrak, tek bir yıldız vardı; geminin biri kederli bir veda çığlığı attı; yaşayabilecekken yaşanmamış tüm aşkların sıkıntısını bir Gordion düğümü gibi hissettim gırtlağımda.


     - Kaplan karnını doyurmaya uzağa gitmez.


     - Figurita: Heykelcik.


     - "Aldırmayın, zararsız deliler olacakları önceden sezinlerler."

     - "Biliyorsun, Delgadina, şöhret çok şişman bir hanımdır, hiçbirimizle yatmaz, ama uyandığımızda hep yatağın karşısından bize bakmaktadır."

     - "Seks, insanın aşkı bulamadığında elinde kalan bir tesellidir."

     - Ertesi sabah eve dönmeden önce dudak boyasıyla aynaya şöyle yazdım: Yavrucuğum, bu dünyada yalnızız.

     - Dünyada hiç sevmediğim bir şey varsa o da zorunlu bayramlardır, insanlar sevinçten ağlarlar, iki bin yıl önce yoksul bir ahırın içinde dünyaya gelen bir çocukla hiç ilgisi olmayan havai fişekler, aptalca Noel şarkıları ve krepon kağıdından yapma süslemeler vardır.


     - İnsanın sonunda başkalarının sandığı gibi biri olmaması olanaksız.


                           



     - "Aynı ırmağa giren kişilerin üzerinden her zaman farklı sular akar." Herakleitos


 

Beyaz Geceler * Dostoyevski


                       1. BEYAZ GECELER

      - "Yoksa O, bir anlık da olsa, senin gönlüne yakın olsun diye mi yaratıldı?" Ivan Turgenyev


     - Gökyüzünün aydınlığına, yıldızların parlaklığına bakıp bakıp da, "Böyle bir göğün altında insan nasıl olur da öfke duyar, hırçınlaşabilir?" diye düşünürsünüz.


     - İzin verirseniz Nastenka, öykümü üçüncü şahısla anlatayım, çünkü birinci şahısla anlatmaktan çok utanıyorum.


     - Hayalci, boşu boşuna külleri karıştırarak köz arar gibi, soğuyan yüreğini ısıtacak ateşi yakmak için eski hayalleri arasında kıvılcım arar. Yakacağı ateş kanını tutuşturacak; kurduğu aldatıcı renkli evrende yeniden kendini bularak gözlerinden yaş getiren zevki tadacaktır.


     - O zaman hem yalnız, yapayalnız kaldığım, hem de acınacak bir şeyim olmadığı için dövüneceğim. Çünkü yitirdiklerimin hepsi kocaman bir sıfır değerindeki hayallerden başkası olmayacak.


     - Her zaman öyle değil midir? Mutsuz olduğumuz zamanlar başkalarının mutsuzluğunu daha bir derinden duyarız. O zamanlar duygular incelip güçleniyor.


     - Niçin bu kadar sevinçli olduğumu biliyor musunuz? dedi. Size bakmak neşemi arttırıyor. Sizi bugün öyle seviyorum ki!


     - Güneş yağmur bulutunun arkasından şöyle bir bakıp sonra tekrar gizlendiği için mi böyle her şey gözüme renksiz gözükmüştü?


     - Yapayalnız yaşayan, sana karşı şükranla çarpan bir yüreğe tattırdığın mutluluk anından dolayı seni hep hayırla anacağım. Ulu Tanrım! O ne uzun, mutlu bir andı! Bir insana böyle bir an yaşam boyu yetmez mi?

http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/61925/beyaz-geceler-dostoyevski-radyo-tiyatrosu
                                         

                    2. UYSAL KIZ


     - Taparcasına sevdiğim bir varlık tarafından üzerime tabanca çevrilmişse, artık benim için yaşamanın ne değeri vardı?


     - Körsün, sağırsın, bir ölüsün sen artık, çığlıklarımı işitmiyorsun! Sana nasıl bir cennet bağışlayacağımı anlayamadın. Cennet benim içimdeydi, onu senin önüne serecektim. Madem beni sevemeyecekmişsin, sevmesen de olurdu, bundan ne çıkardı ki? Her şey gönlünce, istediğin gibi kalırdı. Bana aklından geçenleri bir dostun olarak anlatırdın; gülerdik, sevinirdik, birbirimize neşeyle bakardık... Böylece sonuna dek yaşayıp giderdik. Başkasını sevsen bile sesimi çıkarmazdım. Onunla gezip tozardınız, ben de sokağın öbür ucundan sizi seyrederdim. Ah, her şeye razıyım, gözlerini bir kerecik açsan yeter! Bir an için, yalnızca bir an için! Pencereden atlamadan önce önümde durup bana bağlı kalacağını söylediğin zamanki gibi bir kerecik baksan bana! O zaman her şeyi görüp anlardın! Ah, kör yazgı! Alnımızın kara yazgısı! Biz insanlar yeryüzünde yapayalnızız, işte en büyük felaket burada! Rus bahadırı savaş alanında, "Sağ kalan varsa çıksın karışıma!" diye bağırmış bir zamanlar. Bahadır değilim, ama ben de haykırıyorum, ancak sesimi kimseler işitmiyor. Güneşin evrene can verdiğini söylerler. Güneş gökyüzüne yükselsin de görün bakalım, o bir ölü değil mi? Her şey ölü, her yerde ölüler var. İnsanlar yeryüzünde yalnız, çevrelerinde ölüm sessizliği; bizim dünyamız bu işte..."İnsanlar, birbirinizi seviniz!" Bunu kim söylemiş, kim bize böyle bir vasiyet bırakmış? Saatin sarkacı habire vuruyor, duygusuz, soğuk soğuk...Saat gecenin 2'si. İskarpinleri yatağının ucunda duruyor, giymesi için onu bekliyor. Sahi, yarın onu götürdüklerinde ben ne yapacağım?

Bulantı * Jean Paul Sartre


     - Elbette ki cumartesi günü ve dün değil önceki gün geçen olaylar hakkında belirgin hiç bir şey yazamam artık, çünkü hayli zaman geçti aradan, hayli uzaklaştım o olaylardan, yalnız şunu söyleyebilirim, her iki durumda da adına genellikle olay dediğimiz türden hiç bir şey geçmedi. Cumartesi günü, çocuklar denizde taş kaydırıyorlardı, ben de onlar gibi, bir çakıl taşı alıp kaydırmaya kalktım ve hemen işte o anda durup, taşı elimden bırakmamla oradan uzaklaşman bir oldu. Şaşkına dönmüş olmalıyım ki çocuklar ardımdan güldüler. İşte dıştan görünen. İçimde olup bitenler, hiçbir belli iz bırakmadılar geride. Bir şey vardı, gördüğüm, tiksindiğim, ama denize mi bakıyordum: çakıl taşına mı bakıyordum, şimdi bilemiyorum artık. Düz bir çakıl taşıydı bu, bir yüzü kupkuru, öteki yüzü ıslak ve çamurlu. Elim kirlenmesin diye, parmaklarımı iyice ayırmış, taşı kıyılarından tutuyordum. Dün değil önceki gün olan çok daha karmaşıktı. Bir yığın benzeşimler, rastlantılar ve yanılgılarla karşılaştım, anlam veremediğim şeylerle karşılaştım. Şimdi bütün bunları yazarak oyalanacak değilim, yalnız şu kadarını söyleyeyim ki korkmuştum, ya da korkuya benzer bir duyguya kapılmıştım. Neden korktuğumu ah bir bilebilsem, anlayabilseydim, bu konuda büyük bir ilerleme yapmış sayabilirdim kendimi. İşin garibi, kendimi delirdi sanacak bir durumum da yok, hattâ deli olmadığımı gün gibi görüyorum: bütün bu değişiklikler nesnelerle ilgili. Hiç değil bundan emin olmak isterim. Belki de küçük bir delilik buhranıydı bu. îz bırakmadı. Geçen haftaki acayip duygularım bugün artık gülüm; geliyor bana: duymuyorum onları şimdi. Bu akşamki rahatım beyde yok.


     - Hiç kuşku yok, bir şeyler oldu bana. Ve olanlar, hani o alışılagelmiş kesinlikle, açıklıkla değil, hastalık biçiminde oldu. Sinsi sinsi, yavaş yavaş yerleşti; biraz saçma, biraz rahatsız bir insan gibi duymaya başladım kendimi, hepsi bu kadar işte. Bir kez gelip yerleşince de bir daha kımıldamadı, kalakaldı öylece, ve ben, hiç bir şeyim yok sandım, yanıldığımı sandım. Oysa şimdi, işte bak, varlığını duyurmaya başladı. Tarihçinin görevi ruhsal çözümlemeler mi? Hiç sanmam. Bizim alışyerişimiz Tutku, Çıkar gibi cins isimlerle, tüm duygularla. Ne var ki, kendimi birazcık tanısaydım şimdi işime yarardı. Örneğin ellerimde yeni bir şeyler var, pipomu, çatalımı tutuşumda bir başkalık var. Bilmem, belki de çatal artık bir başka biçimde tutturuyor kendini. Az sonra odama girdiğimde ansızın duruverdim, soğuk bir nesnenin varlığını duymuştum elimde, bu soğuk nesne, bir kişiliği varmış gibi dikkatimi çekiyordu kendine. Elimi açıp baktım: hiç, kapının zembereğini tutuyormuşum o kadar. Bu sabah, Kitaplık'a gittiğimde, Kitap Kurdu merhaba dediğinde onu ancak on saniye sonra tanıyabildim. Sanki tanımadığım, bilmediğim bir yüzle, hattâ belli belirsiz bir yüzle karşılaşmıştım. Ya eli, elimin içindeki bir insan eli değil de kocaman bir solucandı. Hemen bırakıverdim elini, kolu gevşeyiverip düştü adamın. Ve sokaklarda gürültüler vardı, anlam veremediğim, sağda solda sürüklenip duran gürültüler. Kısacası bu son haftalarda değişen bir şeyler oldu. Ama neredeydi bu değişme? Temelsiz, soyut bir değişme. Acep ben miydim değişen? Ya ben değilsem? O zaman bu oda, bu kent, bu doğa değişti; arayıp bulmak gerek. Sanırım değişen benim: bunu anlamak güç değil, hoş da değil elbette. Başka çıkar yolu yok, bu değişmelerin benden olduğunu kabul etmem gerekiyor. Bir şey daha var: çok az düşünen bir adam oldum. Bir yığın küçük küçük değişimler, ben farkına varmaksızın bende birikip toplanıyorlar, sonra günün birinde, gerçek bir ayaklanma biçiminde patlayıveriyorlar. Ve sonunda, karşıtlıklar, tutarsızlıklarla dolu bir görünüm veriyorlar yaşantıma. Örneğin yurt dışına çoğu kafama böyle estiği için yolculuğa çıktığımı söylediler. On yıl, surada burada dolaşıp bir gün ansızın döndüğümde yine aynı şeyi söyleyenler oldu, kafasına esti geldi dediler. Eğer yanılmıyorsam ve bu işaretler yaşantımda yeni bir sarsıntının öncüleriyse o zaman yandık demektir. Öyle ahım şahım bir yaşantım olduğundan değil bu korkum, öyle oturaklı, değerli bir ömür geçirdiğim yok. Doğacak olan, tüm benliğimi kuşatacak olan şeyden korkuyorum. Yine nerelere sürükleyecek bu sarsıntı beni? Tüm araştırmalarımı, kitaplarımı bırakıp, çekip gitmem mi gerekecek yeniden? Bir kaç ay sonra, bir kaç yıl sonra yorgun, umutsuz, yeni yıkımlara mı uyanacağım? Bende olup bitenleri, henüz vakit varken, açıkça öğrenmek, bilmek isterim.


     - Ben yalnız yaşıyorum, yapayalnız. Kimseyle konuşmuyorum, hem de hiçbir zaman; ne kimseden bir şey alır, ne kimseye bir şey veririm. Kitap Kurdu'nu saymamak gerek. Bir de Françoise var, «Rendez-Vous des Chemi-nots»nun sahibi olan kadın. Onunla da konuşuyor muyum acep? Bazen, yemekten sonra, bir bardak bira getirdiğinde sorarım: «Bu akşam boş musunuz?» Hiçbir zaman hayır demez. O önde, ben arkada, birinci kattaki büyük odalardan birine gireriz. Bu odaları saatliğine, ya da bir günlüğüne kiraya verir. Para ödemem : ikimiz de hoşnutuz. Sevişmekten zevk alıyor (her gün bir erkeğe ihtiyacı vardır, benden başkalarıyla da sevişiyor elbette). Böylece, nedenini çok iyi bildiğim bazı hüzünlerimden kurtulmuş oluyorum. Odada hepsi hepsi bir iki sözcük geçer aramızda. Konuşmanın ne gereği var zaten? Herkes kendi işinde; üstelik, onun için, bir kahve müşterisinden başka neyim. Giysilerini çıkarırken bana: — «Bricot adında bir içki duydunuz mu? İki müşteri sormuş garson kıza. Bilmiyor, geldi bana sordu. İsteyenler yolcuymuş, Paris'te içmiş olmalılar bu içkiyi. Bilmediğim şeyi satın almak istemem. Sizce bir sakıncası yoksa çoraplarımı çıkarmıyorum,» der. Bir zamanlar — beni terk ettikten uzun bir süre sonra bile — bir şey düşünürsem, o şey, mutlaka Anny'yle ilgili, Anny için düşündüğüm bir şey olurdu. Şimdi kimse için hiçbir şey düşündüğüm yok; sözcük aramak gibi kaygım bile kalmadı. Sözcükleri, şöyle ya da böyle saptadığım yok, bırakıveriyorum ağzımdan, az çok çabuk, kendiliklerinden çıkıyorlar. Çok zaman, sözcüklerden yoksun oldukları için, düşüncelerim de sisli. Garip ve eğlenceli biçimlere bürünüp yitip gidiyorlar: hemen unutuyorum bu düşünceleri. Şu delikanlılar çok hoşuma gidiyor: kahvelerini içerlerken, olmuş, ya da olması mümkün öyküler anlatıyorlar birbirlerine. Dün ne yaptıklarını sorun, şaşırmıyorlar: iki sözcükle hemen söyleyiveriyorlar size. Oysa aynı şey bana sorulsa şaşırıp kalırım. Şu bir gerçektir ki, uzun zamandan beri ne yapıp ne ettiğimi, zamanımı nasıl geçirdiğimi kimseler sormuyor. Kişi yalnız yaşayınca anlatmak denen şeyin bile ne olduğunu artık bilemez hale geliyor: değil olanlar, olması mümkünler bile dostlarla birlikte yitip gidiyor. Olaylar da öyle değil mi? Kendi hallerinde akıp gidiyorlar. Birdenbire, konuşan, sonra çekip giden insanlar beliriyor, kişi, başı sonu olmayan öykülere dalıyor, duyduklarına, gördüklerine tanıklık edecek olsa, pek kötü, iğrenç bir tanıklık olurdu bu. Ama neler görmüyor bu kahvelerde insan.


     - Tek bir insanın, yalnız bir insanın güldüğüne pek az rastlanır: gördüğüm bu bütün; güçlü, hattâ vahşi ama katıksız bir anlam doğurdu bende. Sonra her şey dağılıverdi, kala kala, sokak feneri, tahta perde ve gökyüzü kaldı: yine de yeteriyle güzel bir görünüm vardı karşımda. Bir saat sonra sokak feneri yanmıştı. Rüzgâr esiyordu, ve gökyüzü karaydı: eski görünümden hiçbir şey kalmamıştı geriye artık. Bütün bunlar yeni şeyler değil benim için; bu tür zararsız heyecanlara karşı durmadım hiç bir zaman; büsbütün tersini yaptım. Bu heyecanları duymak için azıcık yalnız kalmak, olması mümkünden en uygun anda kurtulmaya elverecek kadar yalnız olmak yetişir. Ama ben; yalnızlığın yüzeyinde, kararlı, bir tehlike anında aralarına karışabileceğim şekilde, insanlara çok yakın bulunuyordum: aslına bakarsanız, buraya dek, yalnızlık denen uğraşıya yeni atılmış bir çıraktım.


     - Bilmem, acaba yalnız olduğum için mi benim yüzüm böyle? Toplu yaşayan insanlar aynalarda kendilerini, dostlarının gördükleri gibi görmeye alışmışlardır. Ama benim dostum yok ki: tenim bu yüzden mi bu kadar yalın, çıplak geliyor bana. İnsanın, evet evet, insanın insansız bir doğa gibisin diyeceği geliyor. Çalışmak gelmiyor içimden artık, yapacak başka bir şey yok, iyisi geceyi beklemeli.


     - Kendimi pencereden kurtarıp yalpa vura vura odayı adımlıyorum; aynanın tuzağına düşüyorum bu kez, kendime bakıp iğreniyorum; bu da bir sonsuzluk işte. Sonunda görüntümden kurtarıyorum kendimi, yatağa atıyorum. Gözlerim tavanda, uyumak isterdim. Sessizlik. Sessizlik. Zamanın tenimde kayışını, tenime usulca dokunuşunu duymuyorum artık.


     - Serüvenler yalnız kitaplarda varmış. Aslına bakarsanız kitaplarda anlatılanlarla gerçek yaşantıda da karşılaşabilir insan, ama aynı biçimde değil. Ben o gerçekleşme biçimini arıyordum oysa. Önce şu var; başlangıçlar gerçek başlangıçlar olmalıydı. Yazık! ne istediğimi ancak şimdi anlayabiliyorum. Gerçek başlangıçlar bir trampet sesine, bir caz havasının ilk notalarına benzer, sıkıntıya hemen son verir, süreyi sağlamlaştırır. Akşamlar, öteki akşamlardan ayrı, «Bir mayıs akşamıydı, geziniyordum,» diye söze başladığımız akşamlar olmalıydı. Geziniyorsunuz, başıboş, elleriniz ceplerinizde, ay gelmiş ışımıştır üzerinize. Sonra birden düşünürsünüz, «Bir şeyler oluyor,» dersiniz. Nasıl bir şeyler? Nasıl olursa olsun: karanlıkta çıt diye bir ses duymuşsunuzdur, bir gölge geçmiştir yanınızdan. Ama bu ince olay tüm ötekilerden özgedir: hemen anlarsınız, bu olay kocaman bir biçimin başlangıcıdır, çizgileri sisler içinde yiten kocaman bir biçimin. Ve hemen kendi kendinize, «Bir şeyler başlıyor şimdi dersiniz.» Bir şeyler başlıyor bitmek için: serüven uzamağa gelmez; bitişiyle anlam kazanır. Ben de bu bitişe, belki benim de ölümüm olan bu bitişe doğru sürükleniyorum. Her an başka anları getirmek için var olur. Bütün yüreğimle yapışıyorum her an'a: bu an'ın tek bir an olduğunu, öteki anların onun yerini tutmayacağını biliyorum, ne var ki yok olmasın diye tek bir hareket bile yapamazdım.


     - Bir zenci şarkı söylerken mutlu oluyorum. Yaşantım o ezginin özü olsaydı nice doruklara yücelirdim kim bilir.


     - Kişi yaşarken hiçbir şey gelmez başına. Çevredeki nesneler, görüntüler değişir, insanlar gelir, insanlar gider, insanlar girer, insanlar çıkar, hepsi bu. Hiçbir zaman başlangıç yoktur. Ezgisiz, nedensiz günler günleri izler, bu bitmek tükenmek bilmeyen, tek düze, yayan bir hesaptır.


     - Balık kavağa çıkınca!


     - Günlerimin bir kısmı düzensizlik içinde geçiyor, sonra birden bire böyle bir ışık tutuşuveriyor. Değişen hiç bir şey yok, ama yine de her şey başka bir biçimde varlığını sürdürüyor. Nasıl anlatsam bunu; Bulantı gibi bir şey, Bulantı gibi diyorum ama, tam tersi de olabilir: Kısaca bir serüvendir başlıyor bende, nasıl bir serüven olduğunu kendi kendime sorduğumda, görüyorum ki ben kendi'mim, ben buradayım, geceyi bölen ben'im, tüm bunları duyan ben'im, bir roman kahramanı gibi mutluyum.


     - Şu serüven duygusu kadar sevdiğim, tuttuğum hiç bir şey yok dünyada. Ama bu duygu da canı istediği zaman geliyor; geldiği gibi de çabucak kaçıp gidiyor, onsuz nasıl da tatsızım! Hayatımı yaşamadığımı anlamam için mi böyle gelip gelip gidiyor, alay eder gibi yokluyor beni?


     - Asıl beni tiksindiren dün akşam kendimi yüce duymamdır. Yirmi yaşlarındayken kafayı çeker, Descartes gibi biri olduğumu söylerdim. Kendime kahraman süsü verdiğimi çok iyi seziyordum, ama aldırmıyordum buna, hoşuma gidiyordu. Devrisi gün uyandığımda, kusmuk dolu bir yataktaymışım gibi iğrenirdim kendimden. İçtim, ama içtiğim zamanlar da kusmadım, ne var ki kusmaktan beterdi duyduğum iç bulantısı. Ya dünkü yaptığım, keşke sarhoşken yazmış olsaydım, hiç değilse sarhoştum der bir özür bulurdum yaptığıma. Bir budala gibi coşkuya vurmuşum kendimi. Su gibi saydam, soyut cümleler kurarak kendimi arıtmalıyım.


     - Dün akşamki coşkunun üzerine bugün uslu uslu oturdum. Yüreğime seslenmeyi gereksiz buldum! Ama Rus mutlakiyetinin dayandığı temelleri açıkladıkça rahatladım.


     - Ben benimle alay edenleri susturacak, korkutacak kozları elimde bulundurduğum halde, beni küçümseyenlere, çabalarımı yadsıyanlara karşı susuyorsam, çabalarım bugün değerlendirilmiyorsa, gerçek ve mutlu yargıyı gelecek kuşakların vereceğine inanıyorum.


     - Hiç bir zaman ne kendisinin başkaları üstünde, ne de başkalarının kendi üstünde bir hak sahibi olduğunu düşünmemiş. Hayatın ona sunduğu armağanları yersiz, boş armağanlar olarak görüyor. Her şeye sıkı sıkıya yapışıyor, ama her şeyden de kolayca kopmasını biliyor.


     - Ne güzel çizgiler var yüzünde. Her çeşidinden, bütün çizgiler. Alındaki enlemesine çizgiler, gözünün dış ucundan şakağına dek uzanan buruşuklar, ağzın iki yanındaki o acı çizgiler, çenesinin altına sarkan sarı büklümler de cabası. İşte talihli bir adam. Ne kadar uzaktan bakarsanız bakın, hayatı her yönüyle yaşamış, nice acılar görmüş bir insan bu dersiniz. Çizgilerle dolu bu yüzü hak etmiş, belli, geçmişini korumasını, kullanmasını biliyor. Sarmış, sarmalamış geçmişini, kadınların, delikanlıların kullanabileceği, yararlanabileceği bir duruma getirmiş.


     - Yaşantım hemen her alanda küçük mutluluklarla geçiyordu. Bazen garip belirtiler koyuyordu önüme bu yaşantı; bazen anlamsız mırıltılardan başka hiçbir şey duymuyordum.


     - Birini sevmeye koyulmak başlı başına bir iş, bir girişimdir. Güç ister, yürek ister, körlük ister... Hatta başlangıçta öyle bir an vardır ki uçurumun üstünden sıçramak ister. Düşünmeye kalkarsan aşamazsın onu.