7 Mart 2015 Cumartesi

Albayım Beni Nezahat İle Evlendir * İlhami Algör


     "Takılma," dedi bir ses, "yürü, yürümek durmaktan iyidir."
     "Kim konuşuyor?" dedim, hafif tırsmış vaziyette.
     "Kalbin," dedi ses, "konuşan kalbin dostum."


     Hislerim yapılmamış olanı yapmanın kaderim olduğunu söylüyordu. "Bu kaçıncı işaret?" dedim içimden.
     "Saymayı bırak da yürü," dedi kalbim.
     "Ne yöne ve neden?"
     "Yönü sen seç, fakat yürü," dedi, "bir kahramanın oturup tesadüfler beklemesi değil, gerekiyorsa onları yaratması uygun düşer."

     "İnsanın kendine ait halleri olması iyi bir şeydir," dedi kalbim.


     "Güzel bir şeyse yatakları ayırmayalım," demiştim, "tercihen ikiz yatağın en büyük boyu bana uyar... ve bu da gidici ise hiç başlamayalım."


     "Sen hep beni mazideki halimle tanırsın
     Hala bilirim, boş yere bekler, inanırsın."


     
Müstesna fikirlerimi kendime sakladım. Kimseyi ürkütmeden sakin ve ağır yol almalıydım. Eğer kendisi için doğru olanı isteyebilmek bu idi ise, birinci adımı halletmiştim. Sırada, kendi başına davranabilmek vardı.


     Sahile inip denize baktım. Her zamanki gibi akıyordu. Kalbime sordum.
     "Gidelim mi, kalalım mı?"
     "Kalıp ne yapacağız?" dedi, "bari zıplayalım da hareket olsun."
     "Fakat," dedim, "sağı solu belirsiz görünüyor, ayrıca sen de biraz teşne ve kıvrak görünüyorsun."
     "Yine de ip üzerinde çakılı kalmaktan iyidir."
     "Tamam," dedim, "rastgele."
     "Rastgele," dedi kalbim.


     Kendimi ve çevreyi yokladım, başlangıç olarak fena değildi. Uzaktan bakan biri böyle resmedilmiş biri için, "Hikaye kahramanı olsa gerek," diye düşünürdü. İsabet olurdu.


     Onun, düşünceye değil, hareket halinde olmanın bizatihi kendisine ihtiyacı vardı. Mesele buydu ve bu böyleydi.


     Ruhlarımız, balkonda asılı ve kurumak üzere iken yaz yağmuruna yakalanmış havlular gibi şişip ağırlaşacaktı.



     "Tesadüflerle sürüklenen bir hayattan kurtulmak için tesadüf arayışı," dedi, biraz ilerimde dikilen genç.
     "Birader," dedim, "benimle mi konuşuyorsun?"
     "Genellikle durumlarla konuşurum, şahıslarla değil." dedi, ince uzun yaratık, "ayrıca sesli düşünüyordunuz."

     "Gidelim," dedi kalbim.
     Böyle bir kararın, kendi başına davranabilen kahraman için uygun olup olmadığını düşündüm.
     "Hadi!" dedi kalbim.
     "Bi dakka..." dedim, "dolduruşa getirme, hazzetmem."

     "Çok erken geldik," dedim başkası olmadığı için kendime. Nereden baksam bir kaç saatim vardı. "Nereden baksam acaba?" diye düşündüm. Cevap bulamadım. Denizle konuşmayı denedim. Birikmiş sorularım vardı. Kendi başına davranabilen hikaye kahramanı olabilecek miydim? Bunu nasıl yapacaktım? Bu abuk sabuk gidişle mümkün olacak mıydı?


     "İpi kopmuş bir uçurtmayım," derdim kendi kendime ve bir uçurtma için en güzel uçuşun, ipi kopukken olabileceğini düşünürdüm. Bazıları buna "düşme hali" diyebilirdi. "Ağaç dallarına ya da elektrik tellerine takılmadan önceki düşme hali." Umursamayabilirdim.


     Sorsalar söylerdim. "Vallahi," derdim, "ben de bilmiyorum bu kadar derine tüpsüz nasıl daldığımı göğsümde bir ağırlık hissetmeden."

     Gölgeler arasında gölgeler görebilirdim. Bir Sansar otları hışırdatırdı. Annem bana gerçekleri kabul etmesini, hayat ise onlardan kaçmasını öğretmiş olabilirdi. "Al bu elmayı Nezahat" diyebilirdim, "Sende bu ad oldukça istersen sıfır numara kel istersen at kuyruklu olurum. İnce bıyıklı tek dişi altın olurum. Meftun olurum meczup olurum. Uzaklara bakarım, çıtımı çıkarmam. Nasıl söyleyeceğimi bilmem susarım. Susmak üzerine konuşmak gerekirse beni çağırırlar, oturur susarım. Dolmabahçe saat kulesiyle, Çırağan Sarayı ile konuşurum. Duvarlara yazılar yazarım gizli gizli: "Albayım beni Nezahat ile evlendir". Sülüs yazarım, küfi yazarım, latin yazarım. Gotik yazamam. Yağ satarım, bal satarım, ustamı öldürür ben satarım. Yemeden içmeden kesilir, alık olurum. Adımı sorsan duymaz olurum. Kötü olurum, iyi olmam Nezahat. Ya bu adı değiştir ya da al bu elmayı. Bende sevdiklerince terkedilme endişesi, kafayı yemeye meyyal haller var. Al bu elmayı Nezahat. Yüzünde göz izi var."

     Dikkatle bakar ve karşımdakinin, eski hikayenin yazarı olduğunu görürdüm. Herif rüzgar içmiş, uçmuş gitmiş olurdu.


     Beni duymayabilirdi. Ben duyulmadığım yerlerden gitmek hastalığına tutulmuş olabilirdim. Tedavisi kırk beş derecelik sıvılarda boğulur gibi yapmak olabilirdi. Deneyebilirdim.


     İşler yolunda giderse gider, gitmezse yeni bir hikaye kurulur, ben de orada yerimi alırdım. Ne olacaksa olurdu.


     "Ben gidiyorum," dedim birdenbire.
     "Nereye?" dediler Taşkafa ile Hurşit, ikisi bir ağızdan.
     "Bilmem," dedim "içimden geliyor."
     "Yakışır," dedi kalbim.


     Katır sidiğinde sinek, kendini deryada sanır.


     Pencereden bakan, içine kapalı biri olmuş, içinde dolanıp durmuş, kendine dolaşılacak bir iç yapmış, tırtıl olmuş kendine koza yapmış, vazgeçmiş kelebeklikten orada kalmış...


     Vakti olduğunu söyleyerek, aleni ve aşikar bir ilgi ile dinleyebilirdi. Yan yana, adeta diz dize oturabilirdik. Ben bu anın uzun sürmesi için üfürüp üfürüp ipe dizebilirdim.


     "Sır, sen ararsan var olur."

     Bir "Hass..." sonrası hayatım değişebilir, "Ben kimim, burada ne yapıyorum?" türü soruların kuyusuna düşer, Tebrizli bir adam ile selamlaşır, bir geçit bulur çıkardım. Çıktığım yer, az önce ayrıldığım yer olabilirdi; fakat bu kez ben, az önceki kişi olmayabilirdim.


     "Mesele nedir?"
     "Ana soru bu. Sence nedir?"
     "Üslubun değişmiş," dedi, "sinirli ve kuşkulu birine benziyorsun."
     "Bu kelimeler hafif kalır," dedim, "şimdi sadede geliyoruz dikkat et, vitrin camındaki görüntüsüyle konuşan bir hikaye kahramanı duydun mu hiç?"
     Güldü. "İyi numara," dedi, "olsa fena olmaz."


     Hikayede, baş dönmesi yapan kaygan haller vardı. Belki de hava lodostu. Kafayı toplamakta zorluk çekiyordum. Gözlerim kararıyordu. Kırmızı taçlı uzun kirpikli kuş geldi, gözlerimin içine baktı. "İyi değilsin," dedi, "derhal hikayeyi bırak."
     "Nasıl bırakayım," dedim, "bir kahraman asla yarım bırakmaz ve yarım da bir bütündür gibi laflara inanmaz."
     "Bükülüyor ve kayıyor," dedi, "ayak uyduramazsın, derhal bırak."

     "Bilmiyorum," diyecektim, "hiçbir fikrim yok ve her şey giderek karışıyor."
     "Mesele neredeyse çözüm oradadır," diyecekti kuş.
     "Bu lafları biliyorum," diyecektim, "zaten herkes bu dille konuşuyor. Bu işi bırakmak istiyorum. Sürekli ince ay, bilmem ne diye birtakım şeylere denk geliyorum... Her neyse onlar?"
     "Kıvrak ve gururlu çöl hançerleri," dedi kuş.
     "Ne gururu?" dedim, "ya da gurur ne?"
     "Artık elinde olmayan bir şey için risk almaya iten duygudur... Ya da artık yerinde olmayan şeyin, boşluğunu doldurma çabasıdır... Ya da kırılmış bir şeyin daha fazla kırılmamak için sertleşmesi, katılaşmasıdır... Ya da..."


     "Bu seni aşıyor artık," dedi uzun kirpikli kuş, "büyük bükülme bu, bir şey yapamazsın."
     "Kalbim?" dedim. Bu çaresiz bir soruydu. Cevap da gelmedi.


     "Yanlış yöne bakıyorsun," dedi uzun kirpikli kuş.
     Önemli değildi. İçimden böyle yapmak geliyordu. Yaptım da. Abarttım ve günün ilk ışıkları belirene kadar geldiğim yöne baktım. Gün ağardı. Döndüm, otların bürüdüğü bakımsız bahçeye baktım. Burada ne işim vardı?


     Buradan ayrılmalıydım. Geri dönmeliydim. Dönecek bir yerim olmalıydı. Sahile koştum. Değil sandal, tahta parçası bile yoktu.


     "Güle güle," dedi kuş.
     "Ne demek?" dedim, "elveda mı bu?"
     "E gidiyorsun artık," dedi.
     "Belki de geliyorumdur," dedim. "Bakalım," dedi kuş, "görürüz."
    Sarayı, deniz fenerini ve şehri geçtim. Gece oldu. Stella ışıklar içinde geçti yanımdan. Selamlaştık. "Merhaba," dedi Stella, "hayat nasıl?"
     "Bilmem," dedim, "hayat hakkında fikrim yok."
   

   


   

   
     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder